Wednesday, October 31, 2007

yök'e hayırlı olsun

millet, okudunuz mu bilmem. akşam gazetesi doru haber verdi ise yök'ün başına eski gazi üniversitesi rektörü enver hasanoğlu geçecekmiş. hasanoğlu'nu ise yök'ün kurucusu, ilk başkanı, türk üniversite sisteminin yüksek ilkokul seviyesine düşmesinin başlıca sebebi, 12 eylül askerî rejiminin ve başı kenan evren'in yüksek öğrenim dışındz da pek çok konuda akıldânesi, türkiye'nin en zekî "öncü"lerinden, hacettepe üniversitesinin ve hastanesinin, bilkent'in fikir mimarı, totaliter, otoriter, faşizan demeden her durumdan vazife çıkaran politik yaklaşımından nefret etsem de, şahsen, enerji ve yapıcılığına, üstün zihnî yeteneğine hayran olmaktan kendimi alıkoyamadığım ihsan doğramacı, ya da yiğit lâkabıyla anılır, "hocabey" varmış...

gördünüz mü 12 eylül üniforması ile imam cübbesi ne güzel uyuşmakta? yırtınsanız da bu ülkede olumlu hiç bir değişiklik yapamazsınız çünkü iktidar öyle temerkûz etmiştir ki, elinin altında mevcud her kişiyi de kurumu da, ister askerî disiplin içinde örgütlensin, ister lâgarlık düzeyinde liberal olsun, devlet, kendi ceberrut emeline ve işleyişine alet etmeye tamamen muktedirdir.

peksimet moderne bakın, argüman orada; yutturulduğu gibi bilgi iktidar falan değildir. ilişki, bir iyelik ilişkisidir: bilgi iktidarındır... o yüzden türkiye'de bilgi üretilmez, ancak türetilir, o da çoğu zaman askerî kullanıma hizmet edecekse veya tıbbî bir yenilenme sağlıyorsa...

neden mi? çok basit; çünkü devlet denen aygıtta temerkûz eden iktidar, kendini yeni bilgiye göre yeniden donatacak esnekliğe - va aslında güce de - sahip olmadığından, sahip olduğu unsuru, yâni, bilgiyi kendi kalıbına uyacak şekilde daraltır. o zaman da, üniversite öğrencisi sigmund freud diye birinin adını duymasa da olur, dünya ve dünya politikası hakkındaki cümle fikriyâtını hırtlar vadisinden, tam müsellâh güney doğu dizilerinden veyâ millî maçlar amigosundan edinse de.

enver hasanoğlu'na gelince... gazi'de epeyce iyi işler yaptı diye hatırlıyorum. sanırım bunda
iibf'ne dekan atadığı rahmetli nejat tenker' (ağabeyim)in de hayli katkısı olmuştu. dışarıdan bir gözlemci olarak, bana ters gelen tarafı ise, kahve salonundan sosyal tesise kadar her yeni yapıya "enver hasanoğlu .... binası" diye tabela astırması idi (*).

yök'ün başına hocabey destekli enver hoca'nın geçmesi belki teknik bazı konularda, ne bileyim, yök tesislerine elektronik kayıtla girilmesi, üniversitelere hırsız alarmı konulması gibi işlerde her halde ilerleme sağlayacaktır. mutlaka hükûmet ile ilişkilerinde de erdoğan teziç dönemine kıyasla rahatlama olacaktır.

ama üniversitenin müessese olarak sahiden üniversite olabilmesi için, yök'e uyumlu veyâ uyumsuz başkan seçilmesi / atanması değil, yök'ün ilga edileceği, aklın siyasetten boşanacağı, o kaf dağının ardında bekleyen meçhûl günün gelmesi beklenecektir.

o güne kadar üniforma üstü sarık ve türban ile idare ediverin gayri...

------------
(*) burası türkiye, tabela asma işini bazı yağdanlıklar da yaptırmış olabilir de, enver hoca hiç değilse karşı çıkabilirdi. hasanoğlu, yerini rıza ayhan a kaptırdı; bence de esas değeri ondan sonra anlaşıldı ama tekrar ediyorum, ben dışarıdan gözlemci idim. mümtaz'er türköne'ye sorun, o rıza'nın adamı idi ama içerdeydi.

Tuesday, October 30, 2007

buraya da bekleriz haa

arada yine buraya, türkiş garfucius'a da bakın... ben de galeyâna gelip siyasî muzarafat saçabilirim.

en azından, geçenlerde akşam'da devletin "yeniden" gladio, susurluk çetesi vb. örgütler kurarak pkk "terörü" ile başa çıkmasını öneren serdar turgut kadar abuk yazmam. ya da arada sırada kendini dinlemek yerine aklına ilk gelen "çare"nin ipine sarılıp, meselâ "ara rejim hükûmeti kurulsun" diye tutturan serdar'ın, adetâ oedipal dalaşının paternal figürü yerine koyduğu ertuğrul özkök'ün "köşesine çekilirken", cümle müdahale karşıtlarını hezeyân ve hiddet seline hedef göstermesi gibi garip tutumlar içine girmem.

hele hele, normalde her zaman zekîce bulmasam bile, sağduyulu, metodik, iyi niyetli, analitik değeri yüksek yazılarını zevkle olmasa da, inceleyerek okuduğum cüneyt ülsever'in "milletin canı pek sıkkın, burnundan soluyor, bi operasyoncuk yapıverelim de içeride türk-kürt çatlağı oluşmasın" yollu (bugünkü) zırvası gibi fikirleri garfucius'tan hiç duymazsınız.

polemik (*) marifet değil, beceri fikir çerçevelerini aşabilmekte ne olsa...

---------
(*) polemik, yunanca harb demek olan polemos kelimesinden gelir. ne tesadüüüüfff...

garfucius tebdil-i blog yapıyor: http://sadcolors.blogspot.com/

bir süre için - ki, bu süre kan dökme çılgınlığının ya fizikî zirveye vurması ya da sukûnet ve mâkul düşüncenin hiç değilse türk standardları dolayında dönüşüne kadar sürebilir - garfucius türkiş siteden seslenmeyi kesecek. türkiş garfucius hayli "politize" olmaya başladı, bu da hoş değil.

garfucius, dahîyâne herzelerini bu arada http://sadcolors.blogspot.com/ adresinden ulaşabildiğiniz peksimet modernde yumurtlamaya devam edecek. üçbuçukuncu dünyada her yerde olduğu gibi peksimet modernde de politika kaçınılmaz ama hiç değilse garfucius misafir yazar ve / veya editör olarak, meselâ, bodrum'da beyin denen uzvun nasıl bir "askesuvar"dan ibaret olduğu falan üzerine klavye tıklatabilecek.

meselâ, "kötü okunan ezanlar" gibi aslında hayat kalitesi bakımından son derece ciddî ve estetik bir konuda, "kritik akıl" yolu ile inanç ve şekilcilik mes'elelerini sorgulayacak. "laik" belediye başkanlarının neden ya mont blanc kadar yüksek kaldırımlar yaptırmaya meraklı olduklarını ya da kaldırımları nasıl oolup da tamamen unuttuklarını soracak.

münafık takılıp, muzarafat (*) saçacak!

hadi, garfucius http://sadcolors.blogspot.com/ da bekliyor

--------
(*) garfucius alışıktır bu işe... milliyet'te çiçeği burnunda bir gazeteci iken de yapar, sevgili ustası, çok iyi muhabir, ilginç ve özgün öykücü, seyyahat yazılarının lokma dökücüsü orhan duru'dan da hemen tepki gelirdi: "muzarafat saçma ulan!". muzarafat, tahmin edebileceğiniz gibi muzır, yani zararlı düşünceler demek oluyor.

Saturday, October 27, 2007

halt fırkası ne halt edecek bakalım...

yavuz (tanyeli) yaklaşık bir ay kadar önce cumhuriyet halt fırkasının silkelenip de az çok bir siyasî örgüt kılığına girebilmesi için, deniz baykal'ın ayrılması gerektiğini söyleyip, benim de çorbaya tuz kabîlinden baykal'ı küçük düşürecek bir şeyler yazmamı istedi.

her ne kadar deniz baykal o işi sırf siyasî mevcudiyeti ile dahi benden çok daha iyi yapsa; ayrıca halt fırkası tamiri, doğrultması imkânsız bir hurdadan başka bir şey olmasa da, yavuz isterse yazmamak ayıptır diyerek, fırsat kolladım. ve ancak buldum... daha doğrusu, uydurdum.

hatırlatayım, bu arada, dünya siyasî tarihinin en abuk referandum oylaması ile 11i 12ye karıştırıp bir aritmetik cinayeti de işledik; fırka içinde kazan kaldıranlar da oldu falan, filan... ama gel gör ki, bazı can çekişme emareleri dışında cumhuriyet halt fırkasının ülkede fiilî mevcudiyetine işaret eden hiç bir şeye rastlayamadım.

şimdi, referandumun anayasaya aykırı yapıldığı, sonucunun da bâtıl olduğu iddiası ile davâ açacaklarmış.

çelebi, aklınız nerede idi yâ hûûû?.. anayasaya aykırı bir metni niye oylattınız millete? boykota çağırmak yemedi di miii?.. "gitmeyin de asıl oy oranları anlaşılsın" hımbıllığından öte politika üretemediğinize göre, hiç değilse ergun özbudun hocaya falan sorup, "aykırılık" tezini de mi işleyemediniz?

dikkat edin, "referanduma gidenlerin de oralarına buralarına boya sürmüşler, siz ne halt partisisiniz de halka alenen ve de üstelik resmen böyle hakâret edilmesinde bir insan hakkı ihlâli görüp tepki göstermezsiniz" türünden bir siyasî kültür, demokratik felsefe, medenî yaklaşım gerektiren quasi-entellektüel sorulardan özellikle kaçınıyorum. bunlar ancak sandık hesabından anlarlar, onu da yine yanlış yaptılar.

yavuz kusura bakma be... bunlar hakarete bile değmez.

gözdağı / göz bağı

dün ntv radyo ile bir telefon görüşmesi yaptım. ırak politikamızı sonucu belirsiz (1) bir savaş kartı üzerine oynamak yerine, "ortak menfaat kaynakları" aramak sureti ile, pkk musibetini de elemine edilmesi gereken ortak bir belâya dönüştürmek gereğine inandığımı söyledim.

ayrıca, kuzey ırak'taki kampları dağıtmanın muhtemelen sorunu çözmeyeceğini, pkk denen eşkiyâ çetesinin kökünün türkiye'den sürdüğünü vurguladım. ırak'tan kovulsa bile, türkiye içinde farklı tarz, meselâ el kaide tipi hücrelere dayanan bir örgütlenme içine girebileceğini anlatmaya çalıştım.

ayrıca, amerika'nın kuvvet küçültse bile asla kolay kolay ırak'tan çık(a)mayacağını söyledim. "bizim ülkesine dalmayı hesapladığımız komşu ne ırak'tır, ne kuzey ırak'tır, ne kürdistan'dır... bizim komşumuz abd'dir ve siyasî anlamda, sınırı aştığımızda abd toprağına giriyoruz demektir," dedim. abd ile savaşa girmenin de (2) hezeyân halinde değil çok ince düşünülerek yapılması gereken bir meydan okuma olduğunu söylemeye uğraştım (3). askerî operasyonun ancak oradaki illeti kökten kazımaya yaradığı takdirde rasyonel olacağını savundum.

adını doğru dürüst işitemediğim için maalesef bilmediğim moderatör bana ne sordu biliyor musunuz? "yani siz bizim oraya pkk'yı yoketmek için mi gireceğimizi sanıyorsunuz? biz ırak'a gözdağı vermek için gireceğiz..."

vay canına... ölen başkası oldukça kahramanlık ne kolaymış beee!.. hele cehâlet erdeme dönüşünce.

--------
(1) bu sözle türk silahlı kuvvetlerini kötülediğimi sanacak ahmakların veya iddia edecek habislerin hayli bol olduğu bir toplulukta yaşadığımdan (bir kerresinde cahilin biri de, "eroinin dekriminalize edilmesi terör örgütlerinin finans kaynağını kurutacak bir önlemdir" sözümü "eroin serbest bırakılmalı" diye manşete çıkarmış, mehmmet ağar da röportajı ookumadan "olur mu öyle saçma şey!" diye infial etmişti... binaenalyh, öyle saçma şey olmaz ama saçma çoook şey olur bu köyde) izninizle açıklık getireyim: kuvvetler dengesi ne olursa olsun savaşlar, en azından muharebeleri, doğaları gereği kolay kestirilebilir girişimler değildir. hem can, hem kaynak maliyetleri beklenenden yüksek olabilir. tamam, vatanseverlik bazan bu maliyete katlanmayı gerektirebilir ayrı ammma, akıl da o maliyeti "sıfır"a indirmenin yolu yok mmu diye sormayı emreder. dahası, bazan da savaşlar ortadan kaldırdıkları belâdan daha farklı ve daha beterlerini başa bulaştırabilirler. örnek mi? işte ırak... bush amca bağdatlı haramî saddam'ı yoketti de ne buldu?? en sııkı müttefiklerinden biri ile bile çatışma eşiğinde değil mi?
(2) tüfek icad edilip mertlik bozulalı çok oldu da, tüfek devri ile gelen cengâver mertliği dönemi de çoktan kapandı. artık savaşları er meydanında kurşun sıkarak kazanmaya çalışmak çok demode - bunu neo-conlar bile kavradılar. şimdi harp, finans, kapital, politika, iş, iletişim, kültür, bilim, san'at masalarının başında (dubya bush gibi bir düz viteslinin dahi anlayabileceği şekilde) "akıllara ve gönülere nüfuz etmek" için yapılmakta. ab'nin tüm iç çalkantılarına rağmen, giderek dünyada politik güvenin merkezi haline gelmesi sizce çok güçlü orduları bulunduğundan mı?
(3) temininde güçlük zammı ödemeden mebzulen rastlanabilecek bazı geri zekâlılar için özel not: hayır, bu amerika'ya teslimiyetçilik değildir... daha doğrusu, teslimiyetçilik bu değildir!.. neredeyse yüz yıldır, dünya entegrasyona doğru hızla giderken, karşılıklı bağımlılıklar örgüsüne sadece ve sadece "türkiye'nin jeopolitik konumu" kozu ile katılmaya kalkar, "stratejik emlâk kralı" pozunda bîl-umum ekonomik, kültürel, felsefî, bilimsel, sanata yönelik treni de poponuzu dönüp kaçırırsanız, teslimiyetin esas o akıl tembelliğini benimseyip, gerçek dünyanın parçası olmayı (şimdilerde savaş çığırtkanlığı ile de bezenen) hamasî edebiyat parçalaya parçalaya reddederseniz, teslimiyet işte odur.

Thursday, October 25, 2007

vatan "hayat" bekler

okuyun dedim de, aklıma geldi; okumayan, beslenmeyen, düşünmeyen zihinlerin sanattan, bilimden, denizden kopuk âlemlerinde savaş, yâni, örgütlü ölüm ne kadar öncelikli!..

çoğu işsiz, mesleksiz; okuyup, diplomayı kapmış olsa da okumayan; tefekkür edemediği için tepkileri galeyân ve hezeyân arasında sarkaç gibi gidip gelen, cühela kitlelerin "vatan" deyince akıllarına ancak ve sadece "ölerek yararlı olmak" geldiğini gözlerimiz önünde takib etmekteyiz. kaz kafalılar kaz dağını kazar, kazdırırken; otel yapılsın diye tahsis edilen ormanların alanı, yanan ormanları geçmişken; denizler lağım çukuruna, şehir kıılıklı kasab a bozuntuları hava kirliliğinden gaz odasına dönmüşken; ülke, yolsuzluk liginde açık ara dünya şampiyonluğunu kaptırmazken, ağızlarını bile açmayan yığınlar, iş kendi dillerinden konuşan ölümsever câniler ile çatışmaya dayanınca, bir galeyân orjisi içinde, can alıp, can vermeye hazır olduklarını sokaklar dolusu haykırmakta ve bundan dolayı da kutlanmakta ve kutsanmaktalar.

eğer bir asırdır, birileri, hiç değilse tevfik fikret'i bâri doğru dürüst okusalar, okutsalardı; vatan sevmenin illâ da kurşun atıp şarapnel yemek ile alâkası bulunmadığını, iyi bir mimarî eserin müellifi, bir nobel sahibi, hattâ nev-i şahsına münhasır ama hiç de şöhret sayılmayan bir "birey" olmanın da aynı derece iyi yurtdaşlığın gereği olduğunu belki kavrayabilirlerdi:

"vatan senden hayat bekler
sen yaşarsan o canlanır
vatan için ölmek de var
fakat borcun yaşamaktır" (*)

----------
(*) duayen muharrir hasan pulur'un da milliyet'te yakın mantık çizgisinde ve fikret'in aynı şiirine atıfta bulunan bir yazısının yayınlandığını şimdi öğrendim. benim açımdan bir ilham alma söz konusu değildir. şahsen, tevfik fikret'i sevmekle birlikte, bu en favori şiirim de sayılmaz.

üstümüze kusacaklar utanmasalar

okuyun millet, okuyun! benim tûllâba tâlimat verdiğim gibi, "diş macunu kutusunun kapağındaki yazıyı bile okuyun"...

okuyun, çünkü zırva sapan bir şeyler okuyarak bile başlasanız / birilerini başlatsanız, yeni bilgilerin aranmasına yol açacak bir merakın nüvesi olacaktır, yeter ki okuyanda marifetli bir sirk hayvanınınki kadar bâri bir beyin olsun.

okuyun ey ahali, neden derseniz, "beyin bilgiyi arar"! nasıl elleriniz daha ilk kullanılır hale geldiği andan itibaren bir şeyler kavramaya çalışır, karnınız doğar doğmaz acıkır, gözleriniz fıldır fıldır etrafı tarayarak dikkatini teksif edecek hedefler kovalar; beyin de bilgiyi doğası gereği arar. tâ ki, kollektif cehaletin kurumsallaşma ile kazandığı iktidara toslyana kadar!

"bilgi toplumu" denen olgu öyle computer, i-pod, walkman, gameboy, lovegirl vs. elektronik, plastik ve pilli gizmo bolluğu ve fetişizmi ile değil, hayatın örgütlenme ve değerlendirilmesinde bilginin payı ile ölçülür.

bilginin olmadığı yerde hayat sıkışır kalır. hayatın bağırsak gazı gibi sıkıştığı yerde, ölümün hükümranlığı başlar. insan hayatın değil, ölümün erdemlerini yüceltirken, zihnin besini ve yakıtı olan zihnin bilgi ile aşkına da kurşun sıkar. çünkü çalışan, bilgi ile beslenen zihin, hayat ile büyük harfle konuşmaya başladığı için, ondan yanadır; ölüme, kaçınılmazlığına rağmen karşı koymaya koyulur.

onun için okuyun, hanımlar beyler. merak etmeyin, beyin doğada, çalıştıkça aşınmayan, yorulmayan, zayıflamayan aksine, güçlenen yegâne nesnedir. okudukça beyin iyi çallşır, zihin iyi işler, daha iyi ve daha çözümcü düşünürsünüz. düşüncelerinizi akıcı biçimde aktarmayı da becerirsiniz.

o zaman da, meselâ milyonların seyrettiği televizyon ekranlarında, sanki üzerimize kusmak üzereymiş gibi sesli harfleri "eeee, öööö, iiii, ebüvveeee, bööööğğ" diye ses çııkarmayı konuşmak zanneden anchorlara da tahammül etmeniz gerekmez; "di"lisiyle, "miş"lisiyle, koca bir "geçmiş zaman kipi"ni yokedip, isa'nın çarmıha gerilişini şimdiki zaman kipinde, "via dolores'ten tırmanırken sırtındaki haçı düşürüyor, barabbas ona yardım ediyor" diye anlatan kurumsal cühelâ tayfasına da.

okuyun da, giderek seyirci azaldıkça, "ekvador"un (ecuador) bir ülke "ekvator"un (equator) ise dünyayı enine böldüğü varsayılan hayali çizgi olduğundan bîhaber şabalakların çalıışabildikleri medya da, cehaletin erdemine sığınıp, üstümüze kusa kusa kendi çapsızlığını yenilemekten kurtulsun.

ey ihvanlar! daha iyisi, okuyun da, hiç değilse siz de bu şapşallıklar aleminden kurtulup, bilginin sonsuzluğuna yelken, kürek; palamar çözün... en azından rakı masasında sohbetleriniz zenginleşir.

Tuesday, October 23, 2007

pkk "terörist" örgüt değildir!

azıcık üzerinde çalışmışlığım vardır; hattâ alıntılara bakılırsa, teoriye az buçuk katkım olduğunu da iddia edebilirim: şu "terörizm" denen zımbırtı her ne ise, o kadar tarifi meşguk (1) , içeriği belirsiz bir kavramdır ki, ulu orta kullanılmamasında ciddî fayda mevcuttur.

mutlak olan şudur ki, her terörizm tanımı keyfîdir ve evrensellikten (2) alabildiğine uzaktır. ayrıca, her değişik tarif, kaleme alanın ihtiyaç ve menfaati doğrultusunda nüanslar ve hattâ karakter çizgileri ile bezenir. kısacası, bu kadar çok farklı kullanıma uygun gelebildiğine göre, terörizm anlamından boşanmış bir kelimeye indirgenmiştir.

ancak unutulmaması gereken şudur: bu anlamsızlık, terörist diye adlandırılan teşkilat ya da kişiye "meşruiyet marjı" diyebileceğimiz bir "haklılık" alanı da sağlar. hattâ öyle ki, iğrençlik ölçeğinde gaddarca olmayan, sözgelimi, "hasım" sayılan devletin yönetici, asker, polis, memur gibi temsilcilerini ve güçlerini hedef alan eylemler, bir ölçüde bu serbest atış alanı dahilinde imiş gibi addedilir. tabii ki bu "marj" salt fiilî bir kabul yansıtır. aslâ resmî bir ağız çıkıp da bir şiddet eylemini açıkça övmez. ama, hedef tarafın da bazı yanlışlar ya da suçlar işlediğini iddia veya imâ eden retorik, bol bol kullanılır.

bir de klişe vardır: "birinin terörist dediği, öteki için özgürlük savaşçısıdır".

gelelim pkk'ya... pkk par excellence bir tedhiş örgütüdür. câniyane ve zalim yöntemlere çekinmeden baş vurmuştur. şiddet, baskı, tehdit, pusu, çocuk ve kadın katliamı, masumların canına kıymışlık pkk'nın tarihini belirleyen modus operandi parçalarıdır. pkk, gelirinin tamamını illegal girişimlerden ve haraçtan toplayan gangster toplulukları tipi bir örgüt, bir gangdır. doğu yöresinin tarihinde de mevcut olan eşkiyâ geleneğinin ve kanundan kaçıp dağa çıkma adetinin bir uzantısıdır. pkk, tıpkı mafia gibi, yakuza gibi, mesleksiz serdengeçtilerin şiddeti iş edindikleri bir çeteden ibarettir. pkk o derece uyduruk bir siyasî pelerin giymektedir ki, aradan bunca yıl geçtikten sonra bile, bir tek yetkilisi çıkıp da "biz türkiye yi bölme peşindeyiz, bağımsız kürdistan kurma amacındayız" diye sebeb-i hikmetlerini açıklamaya dahi cesaret edememiştir.

ama pkk terör örgütü falan değildir. adî bir suç çetesidir. eylemlerinde siyasî gaye olduğu çok şüphelidir de, vardı ise bile, artık tamamen muğlak hale gelmiştir. tarifi zaten belirsiz olan "terörist" yaftası pkk'ya uygun görüldüğü takdirde, sırf içerimlerinin (implication) bulanıklığı yüzünden, bu bayağı suç makinesine siyasî bir meşruiyet marjı sağlayabilir.

dolayısıyla, amerika'nın, avrupa'nın desteğini sağlamak uğruna pkk'dan "terörist" diye söz etmek, türkiye için kendi ayağına doğru tetik çekmeye benzer. abd de, çoğunlukla avrupa da pkk'nın terör örgüğtü olduğunu zaten kabul etmektedir. ancak, bu pkk nın siyasi ehliyetinide itiraf etmek demektir. böylelikle pkk ile "kürt sorunu" ya da "insan haklarında iyileşme" gibi türkiye'nin esasen iç demokratizasyon dinamiklerine ilişkin sorunları arasında da zımnen, ilinti, hattâ illiyet (3) kurulmuş olmaktadır. ve teröre karşı işbirliği denen yardımlaşmalar, uluslar arasında bir alış - veriş pazarlığına dönmektedir. oysa, adî suçlar konusunda global adlî dayanışma çok daha etkin işler.

özetle, aşağılık bir çete, terörist sıfatını hak ettiği (!?) takdirde, siyasî temsil için yetkin bir silahlı özgürlük örgütü mertebesine de yükselme yolu açılmaktadır. ve de pkk, zaman zaman ortaya çıkıp "türk devleti tarafından tanınma" anlamına gelecek edepsizce talepler zırvalama cesaretini de, terörist diye tanınmanın sağladığı siyasî meşruiyet avansından bulabilmektedir.

terörist diye anmak, pkk gibi adî suçları rahatça işleyebilmek için siyasî kisveye sarınmaya çalışan bir çeteyi temsil ettiği çok kuşkulu bir "millet"in sesi imişçesine, mikrofonlara yaklaştırmaktadır. olur ya da olmaz ayrı mes'eledir ama, türkiye de dünya siyasetinin başat oyuncularını tersten kaşımaya koyulursa imkânsız da değildir; bunun son aşaması pkk ya asî statüsü (status of insurgency) ya da savaşçı statüsü (status of belligerency) tanınmasıdır. yâni, kat'î meşruiyet!..

dolayısıyla, öncelikle türkler bu iğrenç çeteye terörist demekten vazgeçmelidirler. suç örgütünün yaptıkları ise "eylem" falan değil, doğrudan doğruya "katliam" ve cinayet"tir. gelir kaynağı da, büyük ölçüde kaçakçılığa dayanır.

türkiye, kendinden korkmayı bırakır, haklılığını ikiyüz yıldır aradığı londra ya da washington yerine kendi modern hukukunda bulma akılcılığına yönelir, pkk'nın cinaî ipliğini dünya pazarına çıkarırsa, önce çetenin gûyâ temsil iddiasında olduğu türkiye kürtleri arasındaki "manevî" illiyeti koparmakla işe başlamış olurz.

gerisi de, zaten gelir.

--------
(1) bilinen 200 kadar terörizm tarifi vardır. hiç bir örgüt, müessese ve devletin tanımı ötekini tutmaz. üstelik, "hukukî" açıdan bazı tanımlar kargaşa da yaratabilmektedir. meselâ, mehmet ali ağca'nın papa 2. johannus paulus'a suikastı, fbi'a göre terör eylemi sayılmamıştır çünkü bir teşkilat değil, şahıs tarafından işlenen bir suçtur.
(2) zaman ve yer gözetmeksizin geçerli olma hali.
(3) sebeb - sonuç ilişkisi

Wednesday, October 17, 2007

5000 polis her gün göreve!

muhterem cumhurbaşkanı bayramın son günü değerli yavrusunu everdi. giderek burjuva adet ve usullerini benimseme vetiresinde, daha çok mal, para, şık görünüm, servet ve klas sergileyerek "zenginleştiğini" göstermeye başlayan islamî kesimin ölçüleri ile, sâde bir nikâh şenliği yapmış, gazetelere göre.

eh, ne kadar olsa, - zaman zaman o havaya girseler bile - ne padişah, ne halife ne de acemistan sultanı olduklarına göre, etin dağ gibi yığıldığı, ayranın (şimdi bunlar şarap, rakı hattâ kımız bile içmez ya...) sel gibi aktığı 40 gün 40 gecelik efsane zamanları düğünleri düzecek halleri de yok.

merak ettiğim asıl nokta, trafik... istanbul'da değildim, kimse de oralardan geçmemiş. ama tam havaalanının burnunun dibinde, ve de devletin eeeeenn tepesindeki şahsın "masallara layık" "düğünü" devam ederken alınan "güvenlik" tedbirleri yüzünden belki yüz kişinin uçağını kaçırmış olması da muhtemel. tabii, haber toplayıcıların gözü şatafat ile kamaştığı için, medyada bu konuda habere rastlanmamakta. oysa, insanlar bir reis-i cumhur yüzünden uçağı kaçırsa, vatandaşlık kavramının geçerli olduğu medenî bir toplumda yer yerinden oynar. kaçırmamışlarsa da, bu bizim de medenî olmaya yanaştığımızı gösteren ve dolayısıyla haber değeri olan bir olaydır.

beni en çok etkileyen, düğün için 5000 polisin görevlendirilmiş olmasıydı. vay canınaaa... ilk def'a istanbul da bu kadar çok etkin güvenlik görevlisinin aynı anda faaliyette bulunabileceği isbat edilmiş oldu böylece.

yâni, trafiği, asayişi, düzeni her şeyi kargaşa içindeki istanbul'da, devletin yasalarını uygulayarak şehri yaşanabilir kılmakla mükellef ve kapasite yönünden bunu yapabilecek nitelikte bir kolluk kuvveti bulunduğu ama bu kuvvetin ancak devlet ulularından biri uğruna seferber edilip, vatandaşın "imdat" diye ulumasının ise, pek faydası olmayacağı ortaya çıktı.

anlaşıldı ki, kahraman türk polisi, yılmaz türk milletinin değil, kadim türk devletlûsunun polisidir, aslen ve esasen!

manyak gibi araba kullanan bir yabanînin çarpıp, bacağını kırdığı insanların; caddede yaralı yatarken, üzerinden bir başka aracın geçmesi sonucu ölebildiği kadar lâgar ve başıboş bir köy azmanında, şimdilerde ne sıfat taşırsa taşısın, aslen "vatandaş" olan ve bir gün yine sade suya "vatandaş" olarak aslına rücû edecek bir kişinin düğününe, koca bir tümen memur tahsis edilmesi, sonuçta sadece ve sadece bu toplumun daha medeniyyet kapısının önünde pineklediğinden başka neyin göstergesi olabilir?

şimdi, "cumhur"un reisi, "cumhur"un halinden anladığını isbat fırsatına sahiptir: yürütmenin başı sıfatı ile bizzat denetleyerek, o 5000 polisin azamî sayısının her gün istanbul'da asayiş ve düzeni sağlamak üzere, hiç değilse trafik üzerinde yoğunlaşmasını sağlamayı görev edinerek...

kârlı da olur haa... geçtim 5000den, 50 polisi bir ay salt cihangir havalisinde ters yönden trafiğe dalanları caydırmak ve de sıkışık tafikten fırtıp tramvay hattından kaçan uyanıkları avlamak için görevlendirseler, devlet carî açığı kapatır yahu... hele bu arada, imtiyazlı, torpilli, rutbeli kişileri de ayırd etmeksizin kurallara uymaya zorlayabilirlerse, "bir ilke imza atarak" türkiye'de hukuk devletini kâğıttan kurtarıp, hayata bile geçirirler!

cumhurun başı siyasî kariyerinin tepesindedir. daha öte beklentisi kalmamıştır. ayrıca, torpil, kayırmaca, rüşvet gibi asayişi sağlamakla yükümlü örgütleri kemiren illetlerden de konumu gereği nisbeten uzaktır. ülkeyi bir kargaşa ve zorbalık toplumundan hukuk devletine dönüştürmekte, bizzat devletin kolluk kuvvetlerini seferber ederek sonuç alan ilk medenî kişi diye tarihe geçmek, emin olabilir ki, pek sevdikleri fatih'e yakışır başlıbaşına bir "saltanat" olacaktır.

Tuesday, October 16, 2007

güm güm de güm güm... saltanat, hilafet mülgadır

tayyib efendi hazretlerine başvekil mevkii yetmedi galiba... bazan ciddi ciddi padişah ya da halife edalarıyla konuşmakta.

hatırlıyor musunuz, ampullü partisinin bayram öncesi yaptığı toplantıda kendini hayran hayran dinleyen, ne dese alkışlara boğan, böyle cilaladıkça da onu coşturan taraftarlarına nasıl nutuk atmakta idi: "biiiizz, yalnız müslümana değil, hıristiyana, museviye, hatta varsa budiste ve ateiste de hizmet ederiz... herkese hizmet ederiz, çünkü bu bizim tarihimizde var... bu bizim tarihimizden gelen adetimiz"...

önce şunu anımsatayım: osmanlı'dan bahsetmekte ise, atalarımızın gayri müslim ahaliye "hizmet" götürmesi tartışmalı bir konudur. kişisel ilişkiler tabii ki farklılık arzedebilir ama kurumsal düzlemde başka dinden olanlara yönelik olumlu uygulamalar, en iyi ihtimalle, "zorakî" diye nitelenebilir. şu çok meşhur "hoşgörü", yani müsamaha iddiası da, gerçeğin kendini beğenmiş, sevimli görünme çabasında bir tahrifatından ibarettir. tanzimata (1939) kadar kiliselerin çanları bile, tunçtan dökülmek yerine tahtadan oyulmuştur; dar-ül islamda çan sesi olmaz deyû. hatırlarsanız, o ataların torunlarının torunları da, on yıl kadar evvel çankaya'yı ezan-kaya yapmaya soyunmuşlardı da, heveslerinin üstünden tanklar geçmişti...

özetle, batı'nın tembih, telkin ve tehdidi ile tanzimat fermanı okunana kadar, tayyib efendinin tarihinde öyle başka dinden olana müsamaha, hele hele dinsize allahsıza tahammül, zırnık kadar belki yer tutmakta idi. velev kiiii... varsayalım, tayyib efendi haklı olsun, son 200 yılın tarihine bakıp da dinî çoğulculuk konusunda nisbeten esnekleşen tutumdan etkilensin ve referans alsın... yine de, laik-seküler mantığı benimseyen, iyi kötü bir tarih duyusu geliştirebilen, modern eğilimli bir dimağ için, ettiği laf, laf değildir. laf değildirden öte, türkiye cumhuriyeti hukukunu da pek kaale almamaktadır...

şöyle ki:

1. tayyib efendi, memleketin başvekili olarak, dinî, ırkî, mahallî vs. hiç bir ayırım gözetmeksizin ezcümle türk vatandaşlarına ve dahî, türkiye cumhuriyeti hükümranlık sınırları dahilindeki her hangi bir yerde ziyaretçi, görevli vs. sıfatla yasal olarak ve yasalarımızın şemsiyesi altında bulunan her yabancı ülke vatandaşına da hizmet etmeye mecburdur.
2. mecburdur, çünkü bunu, türkiye cumhuriyeti'nin anayasası, türk icra heyetinin yani hükümetin görevi olarak öngörmektedir.
3. öngörmektedir, çünkü çankaya'yı ezan-kaya yapmaya soyunanların tüm çabalarına rağmen, türkiye cumhuriyeti iyi-kötü bir anayasal hukuk devletidir. anayasası da, sonsuz eksiklerle dolu, ceberrut bir hukukî metin ise de, laik - seküler esaslara dayanır; yani, hiç bir dinî veya lâ-dinî aidiyete, etnik kökene, tarihe, adede, geleneğe, talim ve terbiye görmüşlüğe vs. imtiyaz tanımayan, herkesi zaten eşit sayan bir anayasadır.
4. tarihinden eşitlikçi dersler çıkaran tayyib efendi değil de, barbar ataları ile övünen, avamdan hiç hazzetmeyen, gayetle snob üstelik de din konusunda bayağı nobran ve müşkülpesent (*) bendeniz dahî başvekil makamında otursam, anayasa icabı bütün inançlar ve inananlar/inançsızlar arasındaki, hizmete esas teşkil eden o hukukî eşitliği gözeterek davranmak ile mükellefim demektir.

sonuçta da; tayyib efendi o eşitlikçi anayasayı koruyacağına şerefi üzerine yemin de etmiştir.

eee? o zaman, başvekil tayyib efendi, attığı nutukta ayırım yapmaksızın, her dine yatkın ve de dinsiz ve dahî allahsız bil-umum vatan evladına hizmet edeceğini beyan eylerken, neden acaba kendisine zaten o görevi yükleyen anayasaya, türkiye'nin hukuk devleti olma özelliğine, vatandaşın hukukuna ve bahusus eşit hizmet alma hakkına değil de, açık açık değilse bile, ima yoluyla islamî geleneğe atıfta bulunan "tarih" kavramına dayandırır ki "argüman"ını?

üstelik, dedim ya, hiç bir orijinal yanı da yok gizli dinî referanslar ile süslediği bu "hoşgörü"nün (**). biraz özendiği anlaşılan devr-i saadette, gülhane hat-tı hümayunu okundukta, "büyük" lakablı mustafa reşit paşa sokak aralarına dellal salmış... davul çalıp haykırsınlar da müslüman ahali olan bitenden haber alsın deyû: "ey ahaliiiii... güm güm de güm güm..." diye haykırırmış dellâllar. "duyduk duymadık demaaaaaannn... güm güm de güm güm... bundan böyleeeee... güm güm güm de güm güm... gâvura gavur demek yasaktıııır... güm güm de güm güm..."

aaah ah... çankaya'yı ezan-kaya yapmaya soyunanların pek hoşuna gitmeyecek bu hatırlatmam amma... güm güm de güm güm... heyhat!.. güm güm güm de güm güm... cumhuriyet bir asırlık ömrü idrak etmek üzerediiiiirrr.... memlekette saltanat ve hilafet mülgadır (***)... güm güm de güm güm, güm güm de güm güm!

---------
(*) ve de bil-umum dünyevi ve uhrevî kudretlere şükür, asla taht hırsı taşımadığı için, kel başı rahat...
(**) "hoşgörü" uydurukçamızdaki en uyduruk ve en sevimsiz laflardan biri. öncelikle, gûyâ "öztürkçe" olsun diye zorlana zorlana biraraya getirilen değişik dillerden kelime ve kelime parçaları kullanılarak inşa edilmiş. "hoş", farsça. "görü" de hiç bir dilde yok ama anlaşılan türkçe "görmek" fiilinden/kökünden sündürülerek iğdiş edilmiş, hareme konmuş. bu şekilde uysa da uymasa da uydurulmuş olmaktan öte, "hoşgörü" anlam olarak da kötü. eşitlik düşmanı; bakıp da "hoş" gören tarafı üstün varsayan bir tatava. ne yani? ben aslında hoş moş olmayacağım da, sen bana bakıp da hoşmuşum gibi göreceksin haa? hele bak hoşafa!
(***) ilga edilmiş, kaldırılmış, hukukî varlığına son verilmiş

Friday, October 12, 2007

ermeni mes'elesini kaybettik

ermeni mes'elesi denen garabe tarih probleminde türk tezinin zaafiyetini, yusuf hikmet bayur'un güneş - dil teorisi uyarınca ortaya attığı "ermeniler aslen türktür. asıllarına karşı da isyan etmişşlerdir" iddiasını okuduğumda farketmiş idim. sonra, konu, tipik devlet kültürel despotizmi çerçevesinde, ermeni varlığının reddi, ermenilerin urartu oldukları gibi abuk ama karşı çıkılması halinde copun, falakanın hazır beklediği savlara uzanan bir zekâ regresyonu da gösterdi. en uc noktada da, ermenilerin türklere katliam / jenosid uyguladıkları hezeyanına kadar uzandı.

tarihin, hele de "milliyet" denen akıl zorlaması siyasî kaldıracın icadından beri, üstelik çoğu kerre de çift (hattâ çok) taraflı uygulanan kollektif cinayetler, baskılar, hak gaspları üzerine kurulu pis maceraların bir silsilesi olduğuna karar verdiğimden bu yana, türk, ermeni, rum, tutu ya da kızılderili "dava"larını son haklılık noktasına kadar kovalamanın, tüm imkan dışılığına rağmen, yüzde yüz haklı çıkılsa bile, hiç bir çözüm getirmediğine inanmaktayım. hattâ, bir zamanlar, "terörizm" denen tarifi alabildiğine keyfî olgunun ayırıcı özelliğinin de, dayanılmaz bir "mutlak haklılık retoriki" olduğuna karar vermiştim.

özetle, benim için ermeni ya da türk tarafının haklı olmasının onları "haklı" çıkaracak hiç bir tarafı yok. dolayısıyla, kongre'nin ne karar vereceği de fazla anlam taşımıyor benim için. tayyib efendi intizar ederken, ermeni lobisi ya da rober koçaryan sonuçtan memnun olabilir ya da hayal kırıklığına düşebilirler ama karar, fiilî olarak hiç bir somut kazanç sağlamayacak.

mes'ele sokaktaki adamı pek de ırgalamadığı halde, ceramiyeyi yine de o çekecek. türkiye - ermenistan arasında yaşama geçmeye dokuz aylık bir ceninden daha hazır ticarî ilişkiler donup kalacak, türkiye'de "kaçak" çalışmaya gelen ermenistanlılar ankara'nın tepkilerine kurban verilecek ve saire, ve saire... iki taraf da kaybedecek! bir takım siyasîler uyuzlarını kaşıdıkları ile kalacak.

her hal-ü kârda, beynelmilel planda türkiye kaybedecek. anlamsız "barbarlık" hikâyeleri yeniden ısınacak; "ermeni katliamı" gündemdeki kürt mes'elesi ile bağdaştırılacak; türkiye'nin kıbrıs'taki kilitlenmeden nasıl kârlı çıktığı ile ilintilendirilecek; bu kadar çok sorunu olan bir ülkenin avrupa birliği içinde yeri olamayacağı tezi güçlenecek ve bu da türkiye'yi sembolik anlamda dahi kalsa, "medeniyyet" hedefinden, o postmoş (*) "medeniyetler" zırvasına, kısaca üçbuçukuncu dünyadan daha da beterine doğru sürükleyecek.

ve bütün bunların, tek ama tek sebebi, türkiye'nin taa benim çocukluğumdan bu güne, hem de arada iki sağlam iki de sulandırılmış askerî darbe atlatacak kadar demokrasi ve bilim konusunda (**) geri kalmışlığı. "ermenilerin türk oldukları" gibi gerçeği tül kalınlığında örtmekten bile aciz iddialara dayanarak, evrensel rasyonalite düzeyinde entellektüel haklılık aramaya kalkışması.

siyaseti erdem bellediğimiz o basit kültürel yaklaşımımıza sarılarak geldiğimiz noktada ulaştığımız "haklılık" derecesine bakar mısınız? "kaybetme"nin bundan kesin bir belirtisi olabilir mi?.. türkiye'yi ermeni mes'elesinde dünyanın en nefret edilen adamlar listesinde başa güreşen george walker bush (***) savunmakta (****)!
----------
(*) postmodernist
(**) biri olmadan ötekinin olabileceğini hâlâ mı savunmaktasınız? buyurun, sovyet tarihine bir bakın hele... onca palavra arasında belki çorap söküğünün izlerini bulursunuz...
(***) hem de nasıl savunmakta! izleyen posta bakınız...
(****) bu ahlakî falan değil, çok daha pratik bir siyasî problem. psikolojideki "bilişsel denge" (cognitive balance) teorileri, olumsuz bir kaynağın verdiği olumlu referansın dinleyicide olumsuz bir etki yarattığını anlatmaktalar...

avukatı bush olan ile klavuzu karga olan...

a.b.d. temsilciler meclisi komisyonunun ermeni jenosidi karar tasarısını görüşmesi öncesinde türkiye'yi savunmak george walker bush ile cumhuriyetçi partiden meb'uslara düştü. ve ne yazık ki, bilhassa temsilci sıfatlı avukatlarımızın lehimizde söyleyebileceği yegâne şey, şu sıralarda amerika'nın pek işine yaradığımız idi. yâni, tarihî bir haklılık ya da ahlakî bir gerekçe, veya sosyolojik anlamda belgelenmiş bir doğruluk dolayısıyla değil; müttefiklerimiz, "köprüyü geçene kadar dayı diyelim, suyu bulandırmayalım" mantığı ile bizi savunmakta idiler.

kırk yıl boyunca bilime, evrensel ve modern insanî değerlere saygı gösteren, belgelere dayalı bir savunma tezi geliştireceğine, toprağının elâlem için stratejik ehemmiyetine güvenerek politika yürüten türkiye'nin düştüğü bu duruma kızma, bozulma hakkı var mı sizce?

ya dubya lakablı başkan bush'un türkiye' yi savunması? ben sıcağı sıcağına yerli ve yabancı yayınlardan da takib ettim: en azından ilk yarım saatlik sürede türkiye'deki "ciddi" tv'lerin hiç biri tam tercümeyi vermedi: ermeni mes'elesinin politik münakaşa konusu olduğu son 40 yıl içinde, türkiye hiç bu kadar açıkça ve bu derece dangalakçasına suçlu çıkarıldı mı bir amerikan başkanı tarafından? nedense türk tv'leri, dubya'nın demecini ikinci cümleden itibaren çevirmeye başladılar ama, sayın bush konuşmasına ermeni milletinin 1915'te başına gelen felaketten herkesin üzüntü (regret) duyduğunu söyleyerek başladıktan sonra bizi savunmasına nasııl devam etti biliyor musunuz?

"osmanlı türkleri"nin o tarihe ermenilere karşı bir jenosid değil "toplu katliam" (mass killing) uyguladıklarını söyleyerek.

klavuz diye kargaya güvenmek mi acep daha ehven dersiniz, avukat diye bush'tan meded ummak mı (*)?

---------
(*) bush, daha sonra da türkiye'nin ırak ve "teröre karşı global savaş"ta iyi bir müttefik olduğunu sözlerine ekleyerek, bize "ayı-köprü-dayı" teslisinde (üçleme) destek attı. buralarını cümle medyamız aynen yansıttı.

Tuesday, October 9, 2007

tepe tepe çalıştırmak

halen mecliste seçilerek başladığı görevde olan 11. cumhurbaşkanını yerine "postmodern" (*) 11. cumhurbaşkanını cumhurun seçmesi için yapılacak ama aslında da el'an yapılmakta olan referandum, bir-iki hafta sonra yapılacak.

olay karmakarışık olunca, anlatması da bu kadar vâzıh olabiliyor, ben bu kadar anlayabildim veyahut da... üstelik, kimine göre "halk", neyi oylayacağını dahi bilmemekte. bazıları reis-i cumhur seçilecek sanıyor, ötekiler belediye başkanı, belki de fener'e yeni kaleci...

hukuki garabenin mümin mimarları tayyib efendi & gülsuyu & şürekâ ise, muhalefetin boşluğunu bir kerre daha yakaladıkları için, ha babam karaciğere ve mideye çalışıyorlar. o arada, geleneksel şark işi şike yapmaktan da geri durmayıp, referandum oylaması çoktan(gümrüklerde) başlayan teklif anayasa maddesinin metninde değişiklik yapma sevdası da sürüyorlar.

başarırlarsa, amerikan gâvurunun lafı ile "gayta, vantilatöre çarpacak". anayasa mahkemesi, oylamayı da, değişikliği de aynen 367 oylamasındaki cevvaliyeti ile - ama bu sefer meşru da olarak - iptal edecek. o hal-ü kârda da, mevcut statüko aynen korunacak, çankaya köşkü, gülsuyu kokmaya devam edecek, ibtidaî leydimiz de, kitsch küçük şehirli ve islamî zevklerin karışımı tercihleri ile köşkü donatmayı sürdürecek. neticede her şey iktidarın istediği üzere gelişecek.

muhalefet ne yapacak? kurtçuklar, pkk uğruna ırak, abd hattâ ingiltere ile savaşa cesaret etmediği için kızdıkları tayyib efendi & gülsuyu & şürekâya oylanacak maddeyi değiştirmekte yardım edip de ekmeğine bal sürecek mi? ellerine sağlık...

ebedî koma halindeki (cumhuriyetçi) haltçılar ise referandumdan hiç değişiklik yapılmaksızın evet çıkmasını sağlayıp, tayyib efendi & gülsuyu & şürekâyı şapa oturtmaya çalışacakları yerde bula bula buldukları "oylamaya gitmeyin akepe'nin oy oranı meydana çıksın" çaresizliğini politika diye yutturma çabasındalar. allah çabuk tarafından birkaç kurultay ihsan eylesin, şunlar birbirine girsin ve dağılıp bölünsünler de, bize daha fazla çektirmesinler, âââmiiiiinnnnn.

hanımlar, beyler... gittiniz kahramanca oy verdiniz bunlara... hiç düşünmediniz mi ki siyaset de her kültürel nesne gibi bir "tüketim malı"dır? "arka tarafım açıkta kaldı, üşüyorum" deyip de yorgan niyetine mendil örtünmeye kalkışmadınız mı, eh, sizin gibi tüketicilere de bu kadar mal...

tepe tepe hayrını görün. gerçi, hayır görmeye görmezsiniz nas'olsa da, türk işi ya, teptikçe - şu eski radyolar, tv'ler gibi - belki biraz çalışır...

Thursday, October 4, 2007

yuh artık bee... tövbe edin ulan önce!

geçen gün trt'de iftar saati sularında, bazı müzikal klipler gösterildi. suratına bir huşû ifadesi iliştirmeye çalışan ama bana kalırsa ancak mey'us görünmeyi başarabilen üçüncü dünyalılar, ingilizce olmasına rağmen, içinde bol bol arapça övgüler ile dolu allah, muhammed sözleri geçen, ağdalı bir propaganda içermesine rağmen, - hadi başka bir sıfat kullanmayalım, ayıp olmasın - naif bir lirisizm içinde, islami kurallara tam uyan (*) şarkılar söylemekte idiler. gûyâ laik ve seküler bir ülkenin, benim vergilerimi soymak sureti ile yayın yapan devlete ait televizyonunun, velev ki halkın yüzde 99unu fiilen ilgilendirdiği varsayılan ramazan döneminde olunsa bile, bu derece koyu müslümanlık içeren programları şu geride kalan yüzde 1'e kakalama hakkını nereden bulduğunu doğrusu merak etmedim - çünkü türkiye bariz bir şekilde bir islam ülkesi olarak paketlenmekte artık...


dikkat edin, "islam ülkesi oldu" demiyorum; "islam ülkesi olarak paketlenmekte" diyorum. (aradaki farkın üzerinde dururuz bilahare). her neyse, gûyâ islam aleminin tek ciddiye alınabilir demokrasisi olan türkiye'nin, devlet olarak da, insanlar olarak da demokrasiyi çoğunluk diktasından ayırd edebilecek zihnî ve entellektüel donanıma sahip olmadığı o kadar kesin ki, sayısal çoğunluğa güvenen şark (müslüman) işi tahakküm yerine, orantı ve dengeyi ahengin şartı gören, azınlığın ve farklılığın öncelikle korunmasını farz sayan çoğulculuk uygulamaları beklemek de, benim şahsi abesle iştigâlim olur ancak... zaten benim de asıl itirazım esmer tenli, güzel ama ebleh yüzlü; muhtemelen pakistanlı ama belki de afgan; benim kitabıma göre yobaz değilse de vahim sofu tabii ki de erkek bazı şarkıcıların seslendirdiği, sözü, özü basit müzik parçalarına değil.

ne olursa olsun, islamiyet propagandası da, diğer dinlerin övgüleri de elbet de bir demokraside serbestçe yapılmak durumundadır, trt'nin iftar saatindeki müzikal seçimini bu açıdan kınama hakkım olamaz. gelgeleliiiiimm... kanunen değil ise de fiilen, hıristiyanite veya be bileyim, şamanizm propagandası, ülkemizde dayak veya katl ile cezalandırılacak suçlardan sayılırken, islamiyet propagandasını devlet tv'sinden alenen yaymak ne derece hakkaniyete uygun ve adildir sorusunu sormaya ve trt'nin tek boyutlu tarafgirliğini kınamaya ise sonsuz hakkım vardır. vardır amma, ne yazık ki, toplumumuzun "azınlığa eşit serbestî" öngören her hangi bir konuyu sağlıklı münazara edebilecek siyasî, fikrî ve kültürel olgunluğa eriştiğine de bir o kadar şüphem vardır... onun için fikrimi açıkça belirteyim ki, islamı övmek şeriatçılık değildir ama diğer inançlar aleyhine olduğu sürece, şeriata doğru kesin bir adımdır.

trt'nin şarklı şarkıcıların sesinden arapça dualı ingilizce islamî içerikli klipler yayınlamasına itirazım, şarkıcının rahim ve rahman olan allah'ın yağdırdığı rahmete şükran duyduğunu ifade etmesine değil tabii ki. beni infiale sürükleyen, şarklı şarkıcının yağveleri sürerken fondaki ormanda yağan (?) yağmur damlaları altında, ağaçların arasında gezen, altı-yedi yaşlarında, şirin mi şirin, pespembe giyinmiş ama tamamen tesettüre sokulmuş ve başı bağlanmış kız çocuğunun sergilendiği görüntülere...


yuh beee... nasıl bir sapıklıktır ki neredeyse bebeklikten yeni çıkmış altı-yedi yaşında bir kız çocuğunu cinsiyet nesnesi olarak görüp, erkeklerin kem gözünden saklayacağız diye başörtülerine, çarşaflara sarmalamak? nasıl bir erkekliktir ki, afgan mı, pâki mi, malay mı bu
gûyâ müminlerin yaşadıkları toplumdaki, bacak kadar sübyan görünce heriflerin aklı kulak arasından bacak arasına kaçar? nasıl bir insanlıktır ki dillerinde allah terennüm eden ruh hastalarının sübyancılığını ayıklayıp tedavî ve terbiye edeceğine, altı yaşındaki çocuğu tesettüre boğar?

ve de modern türkiye'de nasıl bir laik, seküler devlet televizyonu yönetimidir ki bu, pervasızca, başka bulamamış gibi, afgan ya da paki ya da kötü şarkın her neresindenlerse, sapık, patetik meczublara figüran eylenen parmak kadar kız çocuğunun tesettürlü klibini yayınlamayı mübarek günlerinde türkiye'deki medenî müslümanlara bir hakaret saymayacak kadar şîrâzesinden çıkabilir?


yuh ulan yuh! allah'ın sizin duanıza da, ibadetinize de, hattâ imanınıza da ihtiyacı yok! tövbe edin, ruhunuzu o sapıklıktan temizleyin, sübyan bebelere de, kocaman olgun kadınlara da, değil başları, sırtları da açıkken bile kötü gözle bakmamayı becerecek kadar kendinizden de, inancınızın saffetinden de emin olun da, o mukaddes kelimeyi öyle ağzınıza alın.


siz de trt'nin islamiyeti övmeye diye yola çıkıp, üç beş şarklının yobazlığına kurban eden pek muhterem müdürleri... bizim müslümanlar hakikaten dünyanın en seçkinleridir, onlara üçüncü dünya softalarının şarkıları ile ingilizce islam propagandası yapmaya illâ da hevesli iseniz, bâri radyoyu tercih edin. bizim millet öyle çoluk çocuğa yan bakanı pek sevmez mâlum, sapık sahneler sergileyip de afganlarla pâkilerle araplarla aramızı açmayın.

yüce allah da, sizi bildiği gibi yapsın da, bizi sizden beterinden esirgesin.


----------

(*) başka çalgı olmaksızın insan sesi ve def ile tutulan ritm

salak, temininde güçlük çekilen eleman değildir

kafalar modern olmayınca, müesseselerin modern hayattaki düzenleyici rolünü anlamak da imkansızlaşır. o zaman da, kendini akıllı zanneden ama kurnazlıktan önünü göremeyecek kadar da zihnen mahcur oportünistler, işlerine geldiği gibi kuralları evirip kıvırmakta mahzur ve beis görmezler - şaaaap diye popoüstü oturana kadar (*)!

onun için, modernite mevcud ise, onun olmazsa olmazı olan demokrasi, "kuralların nasıl değiştirilebileceğine dair bir mutabakattan" çok, "kuralların değiştirilmesine dair kuralların" nasıl değiştirilebilecekleri konusunda mutabakat sağlayan bir toplumsal sözleşme,bir kollektif anlaşma varsa işleyen bir kamu düzenidir.

moderniteyi kavrayamayan zihinlerin demokrasiyi anlamaları da zor olduğundan, üçbuçukuncu dünyada anayasalar da, sair temel kurallar da yaz-boz oyununa benzer. her aklıevvel, her sıkıştığında toplumun kaidesini mıncıklayıverir.

üçbuçukuncu dünyada, bir de bakarsınız ki cumhurun 11. reisi olmayı becerememiş bir adamın siyasî intikamı alınacak diye, 11. cumhurbaşkanının nasıl seçileceğine dair bir "esas teşkilat" değişikliği yapılmış. sonra bir daha bakarsınız ve ne görürsünüz? 11. reis-i cumhur olabilememiş adam, bu sefer seçimi kazanınca 11. devlet başkanı olmuş ama onu cumhurun 11. başı olarak cumhura seçtirmek için çıkarılan yasa da, çengele asılı iki saat önce tutulmuş kalkan balığı kadar dipdiri...

ondan sonra çevir kazı yanmasın... hazreti, seçer gibi yapıp milletin boğazından aşağı dayatırken semtine uğramadığın o muhalefet müsveddesi partiler ile pazarlık et dur. işte tam da bu noktada, gerçekten hakiki bir üçbuçukuncu dünya enstantanesi size!

muhalefet de her halde, cumhurbaşkanlığı bunalımı falan doğar da, tekrar seçime gidilir, maazallah bu sandalyeleri de kazanamaz hepten madara oluruz korkusundan, kayığı sallamamak için, kriz önleyici uyumlu bir sorumluluk imajına sarılmış durumda... iyi de, haltçılara uyumluluk, bana mini eteğin yakışacağı kadar bile yakışmıyor haa...

aslında, seçim korkağı, gizli ve şirret statükocu haltçılar ve de bir kaza olursa meclisten atılmaktan ödü kopan, apocu mu, türkiyeci mi oldukları meşguk dtp yerine doğru dürüst, cevval bir muhalefet olsa, yürütülecek kampanya belli idi:

referandum için gidin, olumlu oy verin, değişiklik aynen çıksın, abdullah gül'ün, hafif de güven bunalımı dumanları ile kaplı cumhurbaşkanlığı sorgulanır hale gelsin... hatta anayasa mahkemesinde iptal edilsin - çünkü, anayasaya girdikten sonra kesinleşecek "11. cumhurbaşkanını halk seçer" hükmü, gül'ü de kapsayacak (**).

tayyib efendi & şürekâsı & gülsuyu'na daha güzel nasıl (siyasî) kazık atabilirsiniz?

pekiyi, bizim cumhurun, cumhuriyet halt fırkası davuluna halay çeken cumhuriyetçi kesimi ne yapmakta? ona buna e-mail atıp, "referanduma gitmeyin a-ke-pe nin gerçek oy oranı ortaya çıksın" diye cinâne zırvalar yumurtlamakta (***)...

size gül yetmez hakikaten dikeni de lazım be...

------
(*) insan zaten poposunun üstüne oturan bir hayvandır. burada kastedilen, gayri-iradî oturma diye tabir edebileceğimiz düşmeler elbet de...
(**) cumhura reis gül olmuş, olmamış umurumda değil... o şekilde makama gelişinden hoşlanmadım. seçimi legal idi tabii, ama siyaseten ve içtimai açıdan meşruiyeti halel görmese de zedelendi. onun için gidip genel oyla seçilip gelmesini şahsen tercih ederim.
(***) burada ilan ediyorum, bu zırvayı kim ciddiye alıp da işlerse nezdimde salak sınıfında yer alacaktır. ne yazık ki salak, temininde güçlük çekilen eleman kategorisinde değildir.