Thursday, December 6, 2007

trene bakma zamanı - I (bu post önce okuna!)

saray içinden çıkıp da, sur arasından süregiden, bir zamanlar orient express'in de yolcularından esen zarafet meltemleri ile ihya ettiği trakya/evropa demiryolunun kenarında oturmaya başladım ya, zaten de severim, arada sırada trenlere bakıyorum penceremden.

şimdi, tren seyrederken demiryolunun ve yıkık surların ötesinde gördüğüm manzaradan falan bahsedip de, kem nazarlıların şerrini kedyfim üstüne çekmeye gerek yok, lafı kısa keseyim: artık sirkeci garından da, gavur illerinde gezerken gördüğüm, hatta suyun öte yanında hemzemin geçitte yolu kestiğinde, arabadan inip muhtelif ihtiyaçlarımı ferah ferrah giderebildiğim bir süre içindede ancak geçişini tamamlayan katarları anımsatan sayıda vagon, bir lokomotifin kuyruğunda ve de yüklü olarak önümden sefer etmekte.

o trenler, tangır tungur ritmleri ile aziz yurdumun ya okumadan yazmış, ya da okumuş da anlamamış entelecentsiyasının senelerdir çiğneye çiğneye tavuk kakasına çevirdikleri o slogan sakızını da yutturmakta: "türkiye, gapitalizt emperyaaağlizimin baskısıynan 1950'den sonra demiryollarından vaz geçti, karayollarına yönelerek dışa bağımlı hale geldi..." (1)

hiç de öyle olmadı cici hanımlar, şaşkın beyler; hiç de öyle olmadı...

farkında mısınız ey ihvanlar, sânî (ikinci) cihan harbinin arefesinden bu yana, cânım memleketimizde ilk def'a ciddî anlamda bir demiryolu seferberliği - becerirler beceremezler ayrı olay da - tayyib efendi ve şürekâsı & gülsuyu devrinde yeniden hükûmet düzleminde konuşulmakta ve plan üzerine dökülmekte (2)?

aman tanrım ve dahî tüm tanrılar! demiryolu gomonist, karayolu gapidalist işi idi de mâdem, acap bu müseccel dinci tayyib efendi ve şürekâsı & gülsuyu, karpuz gibi dışı yeşil, içi kızıl kriptolar çetesi olmaya? (3)

en iyi kim biliyor, biliyor musunuz?

penceremin önünden tıngır mıngır gidip gelen, bir ucu koca mustafa paşa, diğer ucu neredeyse yenikapı istasyonuna uzanan, çuf çuf şimendifer ve banliyö treni boyutlarında şartlanmış kafaların ölçeklerini çatır çatır zorlayan ama hâlâ da çiş molası vermeye yetmeyecek sürede ufuklara karışıp görünmez olan katarlar.

aşağıdaki II numaralı postu okuyun, trenlerin bana anlattıklarını sizlerle "paylaşayım" - ama mızıkçılık yok haaa, benim payımı yemeyin! (4)

---------
(1) benim tûllâb işin doğrusunu bilir, senelerdir anlatıyorum. şimdi, âlemi de irşâd edeyim dedim. vatan hizmeti bâbında...
(2) tayyib efendi ve şürekâsı'nın tren konusunda bol telefâtlı vukuatı "hızlandırılmış tren" zırvalığından dolayı mevcut. ama bu bile - her ne kadar şarkî bir kurumsal cehalet faktörü ile dolu olsa da, bir niyet göstergesi sayılabilir.
(3) kripto yunanca gizli anlamına gelir. gomonizmanın kimine göre millî musibet, kimine göre de siyasî kudsîyet olduğu zamanlarda, çaktırmadan komünistlik yapanlara da kripto denirdi.
iyi de, nato üyeleri arasında komünist partinin yasaklandığı tek ülke biz olduğumuzdan, sonraları işkence altında itiraf ettirilen cümle komkomlar ve onların sempatizanları, kanun zoru ile ister istemez zâten kripto idiler.
(4) düşünme özürlü, dilini yiye yiye, kollektif beyni, giderek hidrosefali seviyesinde sulanan toplumlar, kelimeler arasındaki anlam nüanslarını zenginleştireceklerine, törpülerler. türkiye'de de, "anlatmak", "hikaye etmek" vs. bir sürü seçenek yerine, birbirine bir şey iletmeyi "paylaşmak" kelimesiyle ifade etmek moda oldu. bunun yaygınlaşmasına amerikan uslublarını yine düşüncesizce taklîd etmek uğruna, "kazakırım" gibi abuk ötesi bir lafı "teknolojik duyarlılık" ile türkçeyi zihnen itlaf kampanyasına ithal eden, toplumsal akıl kırıcısı medya önayak oldu, her türlü kültürel kötüyü mukaddes bilip benimseyen aziz halkım da ayak uydurdu...
ey ahâlî! "pay", her hangi bir bütünden, meselâ, çakalların buldukları leşten, beher ilgili ferde, meselâ her çakala, düşen ve eşitliği de şart olmayan kısım demektir. "paylaşmak", esâsen, bir bölmek, parçalamak eylemidir. parçalar ayırılır, herkes bütünden "pay"ına düşeni alır. türkçesi ile, "üleşir". yâni, hayatı paylaşamazsınız, çünkü parçalayamazsınız, bölemezsiniz; dolaysıyla, üleşemezsiniz. olsa olsa, bir tecrübeyi birlikte yaşarsınız. aynı şekilde, bilgiyi, gerçeği, lafı, sözü, v.s. de paylaşamazsınız. meselâ... düşünsenize, "türküm, doğruyum çalışkanım. yasam..." cümleciğini "pay"laştığınızı... kimin payına türklük, kime doğruluk çıkar acaba? hem çalışkan hem de "yasa sahibi" olmak hakkaniyete sığar mı ve saire ve saire...
aptallığa iyi gelen tek ilâç vardır: düşünmek. amma ve lâkin, dil yoksa, düşünmek de yooook!.. üleşmem de, haaa... bilmiş olun...

trene bakma zamanı - II

uzun katarların öyküsüne geçmeden önce, bir gözlem daha yapalım: siz farkında mısınız bilmem, ben yeni dikkat ettim: anadolu yönüne gidip gelen trenlerin vagon sayısı, avrupa'ya seyyahat edenlerden çok daha az.

şaşacak ne var? türkiye hâlâ ithal ikamesinin ancak bir adım önünde, ihracata dayalı gelişme modeli ile ekonomisini ayakta tutuyor da ondan. bir başka deyişle, dışarı giden her malın maliyet ve bedelinin bir kısmı, aynı malın yurtiçinde satılan muadil biriminden karşılanıyor.

bu "ticaretin"simsarlığını da, kendi halkından kazanç üzerinden değil alım/satım üzerinden vergi alan ve bunu gûyâ da kalkınmayı finanse etmekte harcayan devlet üstleniyor. bu tür bir ek destek olmasa, şimdilerde yeni "patlamalar" ile havaî fişek havasında giren ihracatımız, ıslak maytap gibi fos eder kalırdı; çünkü evrensel (global) rekâbet gücünü kendinde bulamazdı.


çünkü; türk ekonomisi, global mikyasta hâlâ da küçük ölçekli!..

oysa rekâbetin iki unsurundan (çoğu zaman da daha etkilisi olan) fiyatın olabildiğince düşük tutulması, bir yüksek ölçek üretime (economy of scale) bir de, taşıma, ulaştırma, reklam, paketleme v.s. yan masrafların minimal tutulmasına bağlı ki, özünde bu da ölçek meselesi.


avrupa'ya daha uzun katarlar gönderiyoruz, çünkü birim nakliye masrafını minimize edecek ölçekte mal satabiliyoruz. anadolu yollarını ise, kısa trenler ve "tır"lar (1) arşınlıyor çünkü nüfus çatlasa da, patlasa da, üretimde, ticarette, dolaşımda ölçek dar!


tamam, bu - yine de gerçekliğinden kaybetmeksizin - fazlaca basite indirgenmiş bir ekonomik gözlem. ama son günlerde hükûmetin, hafif de gurur edâsı ile, dillendirmeye başladığı, meselâ antalya demiryolunun iktisadî gerekliliğini açıklamaya yetmekte. ya da, giderek ülkenin temel ihraç ürünü haline gelen ama adetâ ahmakçasına, demiryolu geçmeyen bursa havalîsini merkez tutmuş olan (2) oto endüstrisi aşkına, yakında uludağ eteklerine ray döşenmesinin de kaçınılmaz olacağı, şebek poposu gibi ortada durmakta.


pek âlâ, pek iyi de, bizim tayyib efendi ve şürekâsı & gülsuyu pek mi atatürkçü, pek mi devletçi, pek mi sevmişler 10. yıl marşını da, anayurdu 65 sene sonra yeniden demirağlarla örmeye heves etmişler?


gelin, önce cumhuriyet o demiryolları seferberliğine nasıl soyunmuş, ona bakalım:


yıl 1923... memleket yeni savaştan çıkmış. avrupa yaralarını sarmakla meşgul. kalkınmak falan lâzım ama mâlum, üç asırdır yurda sermaye gelmiyor. sanayî öyle zavallı ki, bizzat falih rıfkı, çukurova'da ermeni ustalar gideli, pullukların tâmir bile edilemeden yattığını yazmakta...

ne yapacağız o zaman?


basit: hükümdarlıktan artakalma şarkî despotik alışkanlık ile, ziraî artı değere devlet olarak el konup, kazanç altyapı ve endüstri kurmakta değerlendirilecek. bir yandan da, devlet eli ile, devlete bağlı bir işadamı sınıfı yaratılacak.

ziraî ürünü satın alan (hemen hemen) yalnızca toprak mahsulleri ofisi olduğu için (3), tabîi ki, satıcı binlerce küçük üreticiye ulaşmakta da, en rasyonel nakliye yöntemi olan demiryolu kullanılacak. devlet milyonlarca ton mahsul aldığı ve ofis aracılığı ile depolayıp, ekonomik kotalar halinde limanlara sevkettiği için, "anayurdu demirağlarla örmek" akılcı bir ekonomik çözüm. tıpkı, amerikan orta batısında modern tarım yapılarak büyük ölçeklerde yetiştirilen meselâ mısırın, tüccar tarafından kamyon değil tren ile, meselâ chicago'ya iletilmesi gibi... yâni, cumhuriyetin ilk yıllarında demiryolu döşemek, kahramanlıkla, "orda bir köy var uzakta" hamasiyâtıyla vs. ile değil, kapitalist dış pazar için üretip kazanmak ile ilgili. yoksa, harb-i sanî sonunda devletimizin elinde o koccaaaa döviz rezervi, üstelik de altı yıldır alınan zecrî tedbirlere, yokluklara rağmen (!) nasıl birikirdi ki?

gelgelelim, malı pazara gitse de kârın hayrını göremeyen (çünkü devlete kaptıran) köylü, 1946 ruhuyla şahlanıp 1950, de iktidârı belirleyince, artık ziraî ürüne el koya koya dünya çapında tâcir gibi olan devletl^kapitalizmin aracı "ofis" sisteminin gücü, ortadan kalkıverdiii. meydan, iyi kötü uygulamaya konan kapitalist ilkeler doğrultusunda, ferdî çalışan ve kârını azamîleştirmeye uğraşan tüccara kaldı. eh, tüccardan hasan efendi de, topu topu bir kaç yüz toncuk, fransa'ya sattığı üzüm ile amerika'ya ihraç ettiği tütünü yollamak için koca tcdd vagonunun dolmasını bekleyip de topu atacak değildi ya! haydi bakalım karayoluna, gelsin kamyonlar!..

şimdi anlaşıldı mı, 2. cihan harbi ertesinde türkiye'de ciddî bir demiryolu atağı yapılmamış iken anayurdun dört baştan asfalt ağlar ve şimdilerde de duble yollar ile niye örülegeldiği? anlaşıldı mı, özünde, ulaşım politikasının da, bu acayip ülkede dahi, her zaman rastlanageldiği üzere, siyaset kaygıları ile değil, ekonomik mecburiyet ile belirlenmiş olduğu?

ve dahî, anlaşıldı mı tayyib efendi ve şürekâsı & gülsuyu'nun yeni demiryolu seferberliğini ilan ederken "ikinci atatürk" falan olmaya soyunmadıkları? bu olgunun da artık türkiye'nin dünya pazarı ile entegrasyon sürecinin ölçek büyütmeye ve yüksek teknoloji kullanmaya bağlı olması dolayısıyla, tıpkı tarımda öküzden traktöre geçildiği gibi, ulaşımda da kamyondan trene dönme gereğinin sonucu zuhur ettiği (4)?

yoksa garibim öküz, trene bakacak vakti nerede bulacaktı ofis aşkına tarla sürmekten?

-----------
(1) yüksek müsaadenizle vurgulayayım tır bir araç değil, umumiyet ile uluslararası sefer yaptığı için büyük boyutlu kamyonlara verilen bir belgedir. bu yazıda tecahül-ü arif yapılmıştır.
(2) yanlış hesabın bağdat'tan dönemediği epeydir ortada. ama kendine bir yola açmaya da hep çabalamakta. bursa, çeşitli nedenlerle ama aslen tüketim için düşünülen ithal ikamesi otomobil ve diğer araçlar için 1960 larda merkez olarak benimsendi. bunu yapan da devlete göbekten bağlı oyak'ın renault'su ile devlet eliyle kapitalizm yaratmanın m ükemmel örneği koç'tan başkası değildi. rekabet otomotiv piyasasını global düzlemde alt üst edince, bursa'nın, daha doğrusu, bursa'ya demiryolu döşenmemiş olmasının yanlışlığı anlaşıldı. nitekim, sabancı toyota, koç da ford için adapazarı'nı tercih ederken, global pazarda nakliye maliyetini muhtemelen hesaba kattı. sonuç: bursa'daki fabrikalar da kapatılamayacağına göre, büyüyen ölçeği karşılayacak demiryolu elzem!
(3) slogan hâlâ siloların üzerinde yazılı: "ofis çiftçinin kara gün dostudur". çiftçinin bu kara gün dostu, buğdaydan pancara ve tütüne, her ziraî piyasada "monopson" olarak ölçeğinin getirdiği güçle oynayabilmiş, kapitalist bir tarım tâciri gibi davranabilmiştir. fiyat belirler, stok yapabilir, dünya piyasasında güçlü satıcı olarak arz-ı endâm eder vs... ancaaak... 1950 sonrasında monopson, artı değerin bir kısmının ziraat kesimine siyasî rüşvet olarak geri dağıtılması mekanizmasının aracı haline gelen, aslen de teşvik-destek alımı niteliğindeki uygulaması gereken o taban fiyat denen tamamen ekonomi dışı uygulama dolayısıyla, genel verimsizliğin de baş aktörlerinden biri olmuştur. tabii ki, siyasî ellerin bürokratik kuklası olarak...
(4) meselâ, antalya serbest bölge limanı, türkiye'de en hızlı büyüyen ihracat kapıları arasında. ancak, maliyet, ürün tren yerine karayolu ile taşındığı için fazla yüksek. taaa 1970 lerden beri lafı edilip, fiile geçmeyen demiryolu, şimdi yeniden gündemde. dikkat! kapitalizmin emrine girmek üzere, gomonizmin değil! bursa'nın hâli ise, içler acısı! bursa-yalova-izmit-istanbul hattı birbirini tampon tampona izleyen 20-25 metre boyunda veya daha uzun treylerler ile otomobilleri demiryoluna taşıyan kamyonlar tarafından boğulmuş durumda! kamyonlar âmiyâne tâbir ile hayvanî ama, üstlerine bir vagonun aldığı aracın onda biri ancak sığıyor! oysa, tren imkânı olsa, bursa'nın, sînaî alanının hemen burnunun dibinde, mudanya'da hazır bir limanı da var! ermeni gemileri gelir apo'yu kaçırırlar diye seyr-i seferi siyâseten yasaklamaya kalkışmazsak, ekonominin ideal altyapısı bu işte: ölçek üretimi, ölçek hizmet ile bileştirmek!

Thursday, November 22, 2007

kalitenin bu kadar kalitesizi ancak burada bulunur

daha şimdi tv de bir reklam gördüm. ufo denilen ışıkla ısıtma cihazının reklamı idi: kötü kalite elektrikli (veya ışıklı, her neyse) sobalar satan ve müşterilerinin şikâyetleri rûyâlarına bile girmeye başlayan reklamın "kahramanı", döküntü kılıklı, pis sakallı bir satıcı, en son kâbusunu annesinin vampirimtrak bir görünümle zuhur eden ruhu mu, hayaleti mi her neyse, basıp, ona "artık adam olmasını" söyleyince; tövbe edip kaliteye dönmeye karar veriyor. ve işte tam da bu noktada ekrana bir ufo soba süzülüyor.

rakip üreticileri isim de belirtmeden, yâni, zımnen toptan kötülemek üzerine kurulu temelde etik özürlü bir reklamda "kalite" vurgusunun ancak ayrıntı kalması bir yana, reklamın pespâye "senaryo"sunun bir de iğrenç yanı var ki, evlerden ırak...

o döküntü herif, müşterilerin, gulyabanî kisvesinde karabasanlarına uçarak dalan anasının, sair esîrî varlıkların ve vicdanının hücumları üzerine, uykusundan uyanıyor; uyandığı gibi de, gûyâ üzerinde çöreklenmiş bulduğu bir iran kedisini (*) tuttuğu gibi öyle bir havaya fırlatıyor ki, o pespâye "reklam filmi" her hangi bir medenî ülkede yapılsa, hayvanlara eziyet suçundan ağır bir davâ açılır. üstelik, yalnız derbeder kılıklı o berbat süleyman sakallı herife değil, hem ufo'ya, hem reklam şirketine ve de taifesine...

bilmem kaç bin wattlık spotlardan zâten ürkmüş zavallı kedinin hayret ve dehşet içinde miyavlayarak havada uçması, her halde postmoş (**) reklamcı makûlesine komik falan gelmiş ki, rûhen ve zihnen kendileri kadar kalitesiz olduğunu varsaydıkları veya hesapladıkları tüketici ahâlînin de bu ilkelliğe güleceğini "düşünmüşler".

hayvanlara eziyet ederek reklam yapan bir firmanın "kalite" iddiasında bulunabilmesi gibi bir kalitesizlik de ancak üçbuçukuncu dünyada olabilir zaten.

yoksa neden canlılara eziyet dışındaki tek mesaj, rakiplerin kötülüğü olabilir ki reklamlarında?

--------
(*) kedi de adamın kendi kedisi imiş üstelik! eh, hâkimlerin hukûmet boyunduruğuna kanunla alınmasına sesi çıkmayan ahalî zavallı bir hayvan yüzünden reklam sanayiimizi protesto edecek değil ya. bu arada, adamın tıyneti bakımından da bir sorum var... aktör müsveddesi alenen kötü muamele ettiği cins bir iran kedisini acaba hayvan sevgisinden mi alır, marka düşkünlüğünden mi?
(**) postmodernist anlayış özürlü.

Sunday, November 11, 2007

hoş sadânın "bayrakdarian"ı

bbc-prime televizyonunda bizzat placido domingo'nun yönettiği bir şarkıcılar yarışmasında isabel bayrakdarian adlı bir soprano birinci seçildi. üstad domingo'nun söylediğine göre, artık isabel, onunla da oynayacağı bir çok gösteride rol alacak, dünyanın ünlüleri arasına katılacak.

yolu, tâlihi ve bahtı açık olsun isabel'in.

bayrakdarian soyadı size aşina geliyor mu? muhtemelen, pek de uzak olmayan mazide, isabel hanımın ataları, osmanlı devletinin sancağını taşıma onuru bahşedilecek kadar padişahın değer verdiği yurtdaşlarımız arasında idiler ki, "bayraktar" olarak anılıyorlardı.

yâni, bu gece, aslında, bizden bir soprano kazandı bbc'deki şarkıcılar yarışmasını.

bir an için, bir büyük devlet, bir büyük toplum olma iddiasındaki türkiye'nin, kimin haklı ya da haksız olduğu gibi -esasen bugünün dünyasında kıymet-i harbiyesi de kalmayan- bir zıtlaşmayı kenara koyup, ermeni mes'elesini evrensel ölçütlere göre yeterince tatminkâr ve âdil bir sonuca bağlayacak siyasî esnekliği ve kültürel inceliği göstermeyi başardığını hayâl etsenize... belki de bunu başarabilsek, isabel bayrakdarian bizim bayrağımızı gönüllerin gönderine çektirecekti bu gece, orada... merak etmeyin, dünyadakki sahiden "önemli" çevrelerde, bir isabel bayrakdarian bir futbol takımından fazla eder.

o taraklardaki bezlerimiz giderek kâğıt mendile dönmekte ama "kültür"ün tek kalıcı mal ve kudret olmaya başladığı bir dünyada, güzel bir sadâ, hoş bir renk, veciz bir söz bayrağı yüceltmekte düşmana sıkılan kurşundan daha az etkili değil artık. üstelik, san'atın yüceliği de, yüceltmesi de yalnız edebî değil, ebedîdir.

çoktgan unuttuk ama hatırlayalım: bâkî kalan, bu kubbede bir hoş sadâ imiş.

Friday, November 9, 2007

bir ebedî sevgiliye daha güle güle

ben mülkiye’liyim. mübeccel hoca bizde ders vermedi maalesef. yine de, üşenmez, odtü' ye gider, derslerine girerdim. hattâ, ben nasıl olsa gidip not da tutuyorum diye evde uyuyup kalan bazı aslî talebelerinden de daha devamlı sayılabilirdim.

mübeccel hoca düşünmeyi sevdirirdi. önümüze koyduğu bilgi ziyafetleri ile zihnî açlığımızı tahrik eder, daha fazla, daha kapsamlı öğrenmeye yöneltirdi – üstelik de, muhtelif “evrensel ve ebedî doğru” kalıplarının en dogmatik şekil ve içerikleri ile gûyâ kritik düşünmenin kâbe’si olması gereken üniversitede, zihinlerin üzerine arme beton gibi çökmeye koyulduğu bir dönemde…

mübeccel hoca, teori fukarası ilim alemimizde, evrensel literatüre teorik katkılarda bulunabilecek kadar aydınlık bir ışık kaynağı idi. türkiye’nin, ezelden ebede bitmeyeceğe benzeyen o “geçiş dönemi” hastalıklarına, kömür-demir kasabalarından bakıp, gelenekler endüstri ile davudcallûd muharebesine tutuştuklarında, cenderelerini kırmaya çalışan toplumsal örgülerin, nasıl tüm dokuyu da kıvranmalarının pençesine sardığını anlatarak teşhisler koyardı. onun sâyesinde, “şehir”lerdeki apartman dairelerinde neden “alaturka” ve “alafranga” helâların bir arada bulunduğunu kavrayacak kadar “tampon kurum ve mekanizma” tezini anlayanlar, bazı hatunların neden öz iradeleri ile oralarını buralarını örtüp de ancak öyle sokakları doldurabildiklerini de izahta pek zorlanmamaktalar, meselâ.

mübeccel hoca öldü. sevgili mübeccel hocamıza, sekiz gol yenen bir millî maçta tek kurtarışı yapan bir kaleci kadar bile, inceleye inceleye, hiçbir sırrını çözmeden bırakmadığı toplumu tarafından değer verilmeyecek. ne yazık ki, doğduğu şehir izmir de dahil (ki, mübeccel hocayı da, düşünmeyi de, düşünceyi de önemli saymadığı için artık fikir fakiri zavallı bir kasabadan ibaret); türkiye sokaklarına adı verilmeyecek. okul binalarının, kütüphanelerinin kapılarına (belki odtü hariç) mübeccel kıray yazılmayacak.

mübeccel hoca, ruhuna ayna tuttuğu bu toplumun hiçbir-yerden-hiçbir­-yere doğru ebedî geçişinde, bir dönem olarak, önce toprağa, sonra tarihe gömülecek. okumak zûl sayıldığından, bizler de ölünce, kim olduğu, ne dediği hepten unutulacak ama ışığı ile çoktaaan aydınlattığı sorunlar uğruna, ateşli, kanlı kavgalar hâlâ sürüyor olacak.

böyle sevgilerden, sevgililerden ayrılmak, o yüzden de giderek zorlaşmakta galiba…

Thursday, November 8, 2007

yerli hannibal lecter: sosyal şartlar ve devlet böyle yapmıştır onu...

dün, çocuklarının önünde analarını katleden bir sapıktan söz açtık. bugün gazetelerde beteri arz-ı endâm eyledi... diyarbakır'da ahmet kaptan adlı bir câni, en az kendisi kadar vahşî birilerinin dolduruşuna gelip, onların gözleri önünde, dört yaşındaki oğlunu döve döve öldürmüş, o arada 17 yerinden de ısırmış bebeyi.

sebep de (daha doğrusu, saik), beraber içtiği yaratıklardan birinin, sürekli çocuğa "piç" diye hitab etmesi ve kaptan'ı "niye besliyorsun bu piçi?" diye kışkırtması imiş...

haydi, dünkü gibi yapalım, sorularla irdeleyelim:

1. tamam, kabul, böylesine iğrenç bir câni, beraber yeyip içmek için kendisi gibilerini tercih edecektir; zaten de katliama rakıdaşlarının gazına gelerek başlamış. yâni, yanındaki insan kılıklılardan hayır beklemek baştan nafile.
eee?.. karısı eve erkek alsa, hattâ tüp değiştirmeye gelen çırağı kabul etse, dedikodudan yedi mahalleyi yerinden oynatmaya amâde onca komşu hiç mi duymamış oğlancıığın feryadlarını?
evde o sefil ayyaş taifesinden başka kimse mi yokmuş? nerede imiş çocuğun anası ki, yavrusunu terketmiş bir cellad sürüsüne? bebe "anam, anam" diye figân ettikçe, kulaklarını mı tıkamış? kendi canını korumak için öz çocuğunu mu feda etmiş?
bir diyarbakır ailesinin sadece tek çocuğu mu varmış yâni de, kardeşleri bağırıp, çağırıp, ortalığı velveleye vermemiş, verdilerse ahali duymamış?
onlar başka yerde idilerse, dört yaşındaki kurbanı neden kimse yanlarına götürüp de ayyaş câniden saklamamış?
yoksa "töre"mi girmiş yine işin içine de; şu meşhuuur mahalle baskısı bir bebenin hayatını kurtarmak için harekete geçmemiş? ancak cinayet işlemeye mi teşvik eder güzel insanların güzel ülkesinde "sosyal" etki; ya da baş bağlamaya?

2. ananın, can korkusu ile oğlandan vaz geçmiş olması imkânsız bir hipotez değil çünkü baba olacak câni, iki yıl önce de imam nikahıyla evlendiği anne türkân gezginci'nin burnunu kesmiş! gazetenin iddiasına göre de, ona esrar almadığı için kesmiş!
yâni bu herif, daha iki yıl önce bir türkiye cumhuriyeti vatandaşını silâh ile (*), kasten müessir fiil uygulayarak yaralamış! üstelik de ona bir suç işlemek konusunda yardım etmediği için...
eee? adam yaralama memlekette bu kadar vukuat-ı âdiyyeden bir suç mu olmuş ki, başkalarına da zarar verebilsin diye mi -ki, nitekim çocuğunu da öldürmüş sonunda!- tekrar sokaklara salmış zabıta kuvvetleri ve (müdâhil oldularsa) adlî makamlar bu yaratığı?

3. varsayalım ki, "sosyal şartlar" dolayısıyla burnundan olan kadın, davacı olmamış, kamu da res'en harekete geçmemiş... medenî dünyanın her yerinde, böyle bir yaralamadan sonra fiilen affedilen bir suç makinesine, eylemini tekrarlamaya yeltendiği takdirde başına hiç de hoş şeyler gelmeyeceği öyle güzel anlatılır ki, o beyinsizler bile korkudan hizaya girerler.
her halde ab uyum yasalarından olsa gerek, kolluk kuvvetlerimiz ,artık cinayet potansiyeli yüksek suçlu ve şüphelileri bir çay içirip, yollamaktalar.

4. anladık, sosyal şartlar, devletin ilgisizliği, aile başına 16 çocuğa katma bütçeden beleş bakmayı reddetmesi falan önce türkân'ın burnuna, sonra da oğlunun canına malolmuş da, niye bu tür insanın kanını donduran cinayetleri çoğunlukla doğudaki ya da doğudan gelen vatandaşlarımız işlemekte acaba? son "araştırmalara" göre kadınlara orada daha az şiddet uygulandığı (**) için olabilir mi acep?

5. medenî dünya, "cilve"yi cinayette hafifletici sebep saymak yerine, çocuklara, kadınlara, homolara; ermenilere, düşünenlere, yazarlara, sanatçılara, vs., özetle türkiye'de doğal kurban olarak katil ruhlulara hizmet eden kim varsa, onlara karşı işlenen suçları özel bir kategori (mesela hate crimes) olarak mütalâa edip, cezalarını ağırlaştırmakta.

biz de medenî olmayı düşünemez miyiz acaba?

-------
(*) kadının burnunu ısırarak koparmadı ya bu yabanî? kaldı ki, hukukun hukuk, kanunun kanun olduğu her memlekette, bu şartlarda diş de, tırnak da "öldürücü silâh" sayılır. ama biz türk'üz, mahkemelerimizden karısını öldüren kocaya "kadın cilveli idi" gerekçesi ile ceza indirimi yapan kararlar çıkabilmekte... bu kararı veren mahkeme ve karar, 301'in koruması altında. demek ki, cilvesi her ne idi ise zavallı maktul kadının, yaşarken korunmayan hukuku, katlinde de cilve affına kurban gitti.
(**) bir saha araştırmasının, türkiye'de kadına uygulanan şiddetin batıda, doğudakinden çok olduğunu iddia eden sonuçları, bugünlerde haberlerde. çalışmanın teknik ve metodik ayrıntılarını tabii ki bilmiyorum ama sonuçlarını şüphe ile karşılamam için bana çelişki gibi görünen bir temel sosyolojik garabet açıklandı bile: doğulu kadınlar, daha az dayak yediklerini söylerken, dayağı da görece dah normal bulduklarını belirtmişler... ayrıca, bir nokta daha eksik kalmış olabilir: bölgesel özellikleri muhtemelen vurgulu bir kültürel patoloji inceleniyorsa, unutulmaması gereken, "doğuda yaşayan kadın" ile "doğulu kadın"ın kültürel tanımının, mekâna bağlı tanımıyla aynı olmayabileceğidir. türkiye'nin doğusu, epeydir batıda ve kültürleriyle yayılarak yaşayagelmektedir, mâlum.

Wednesday, November 7, 2007

eğitim şart da...

bir an için, her türlü halk dalkavukluğu, 80 öncesinden kalma komonizma artığı hümanizma, ez- cümle postmoş saplantı ve de sulugözlük eğilimlerinden arınarak bir cinayet haberini irdeleyelim mi?

olayın drama boyutu, geride kalanların bundan sonra çekecekleri ızdırab, yeni felâketlerin bugün atılan tohumları falan gibi sosyo-psikolojik uzantıları konumuz dışı. her ihtimale karşı baştan söyleyeyim, irdeleyeceğimiz vak'anın dramatik niteliğini tabii ki kabul ediyorum; hattâ kurbanın yaptığı evliliğin "sosyal kader" olduğunu bile teslim edebilirim. ama eğer oedipus, antigone veya iphigenia değil isek, itiraf edelim ki "kader" diye yutmaya pek meyyal olduğumuz cendere aşılabilir ise, bu "irade" ile mümkündür sadece... ve de "akıl", iradenin ön şartıdır. benim itirazım da türklerin hayatında "akıl"ın tuttuğu, oldum olası da ancak bir kedinin poposunu zor sığdırabileceği kadar yerin, giderek kedi yavrusuna bile dar gelir olmaya başlamasına!..

gelelim olaya: aslen diyarbakır taraflarından a.m. rumuzlu işsiz güçsüz bey, yedi yıldır evli olduğu, akrabası, maddî sorunlar ve geçim güçlüğü yanısıra "dövüldüğü ve işkence yapıldığı" nedeniyle de dört kerre kendisini boşamaya kalktığı anlaşılan eşi z.m. hanımı, beş ilâ yedi yaşlarındaki üç çocuğunun gözü önünde tabanca ile vurarak öldürmüş. karı kocanın yaşı, haberde belirtilmemiş ama resimlerden tahmin ile 30 ya var ya yok.

trajik değil mi? ama yine de insan "trajedi ötesinde ne var?" diye de sormadan edemiyor; çünkü insan doğuştan meraklı bir yaratık ve "beyin, bilgiyi arar":

soru 1: karı, koca ve üç bebe, dönüştürülmüş bir dükkânda ikamet etmektelermiş. yani, bayağı bayağı "fakir", belki de açlık sınırının altında yaşayan bir aile söz konusu. gelgelelim; sorun 1.a)- a.m. bey ve z.m. hanım, kaçınılmaz bir geçim sıkıntısı ufukta dişlerini bileyerek onları bekleyip durduğu halde, evlenmişler. yâni, bir anlamda "sefaletlerini bile bile birleştirmişler". sorun 2b)- bu da yetmemiş, ortak gayret ile -belki- hayatlarını daha iyileştirecek kaynaklar yaratabilecekken, o kaynakları kurutmanın, en azından ertelemenin en sağlam yolunu bulmuş, çocuk yapmışlar. yetmemiş, bir çocuk daha doğurmuşlar. yine yetmemiş; bir çocuk daha getirmişler dünyaya... tayyib efendi & co. & gülsuyu iktidarına rağmen, hâlâ askerî dönemden kalma nufus kontrol hizmetleri ülkede tıkır tıkır işlediğine ve bilhassa fukaradan başvurulara ücretsiz karşılık da verildiğine göre, bu çocukları ve onlarla gariban hayatlarına ilâve edecekleri sefaleti ya bile bile arzu etmişler, ya da bunu dahi öngöremeyecek, hesaplayamayacak kadar akıldan yoksun imişler!

işteee, tam da burasııı, kaderin iradeye dönüştüğü, dramatik boyutun banal ile sıvanmaya başladığı kritik noktadır...

2. a.m. efendi, düzerek, doğurtarak ve döverek erkekliğini isbat tahtasına çevirdiği hanımını, marazî kültürümüzde bir başka erkeklik simgesi olan tabancası ile vurarak öldürmüş... iyelik ekine dikkat lütfen: tabancaile... yani, benimkini, bacanağınınkini ya da mahalle bekçisininkini ödünç alıp da işlememiş cinayeti. a.m. efendi, zâtî malını kullanmış... tabii ki de ruhsatsız olarak.
ben, uzun zamandır cinaî piyasalar uzağım, şu aralar rayici bilmiyorum da, en son 6-7 yıl kadar önce duyduğumda, uyduruk bir silahın karaborsa değeri asgarî 800 dolar civarında idi...

yâni, çoluğu çocuğu sefalet içinde, aç, bî-ilaç yaşayan a.m. efendi, iş silah almaya gelince, şak diye çıkarıp trink diye ödeyecek $ 800 dolar bulabilecek durumda imiş!.. veyâ diyelim ki, silaha miras, hediye vs. beleşten kondu; onu karaborsada satıp evine ayâline baba gibi $800lık ek bütçe yaratacağına, hava olsun diye tabancayı kendine saklayacak kadar egoist veya ruh hastası imiş.

işte tam da burası, kader diye yutmaya pek meyyal olduğumuz ahmaklığın, düşüncesizliğin, cehaletperestînin (*) ve de insancıllık kisvesi altındaki kollektif akılsızlığın (**) toplu (ve de topluma) hakarete dönüştüğü nokta.

şimdi, şapkanızı masaya koyun da bir düşünün bakalım... doğru dürüst yaşamaya kaynak bulamayan, uçkuruna da sabır işletemeyen, üremeyi statü simgesi sanan, doyuramayacağı bebeyi sokağa salıp, onun bunun sırtına saran, yine de tabanca alacak parayı toparlayabilen, garibandan bir evlad-ı vatana ve hattâ onun zavallı kurbanına ve de benzer yeni dramalarda yaşadıkları travmanın da etkisi ile rôl almaları çok muhtemel ahfadına acır mısınız, ahmaklığına ve (dolayısıyla) vahşetine bahane mi uydurursunuz, yoksa kızar mısınız?

eğitim şart efendim, eğitim şart... ama önce "eğitimli"lere...

var mı itirazı olan?

-------
(*) cehâlet sevme, cehâletten memnun olma, cehâleti kurumsallaştırma ve hattâ öğretme ve ebedîleştirme hallerinin toplamı... bu ülkede bu kadar çok bilmişlikle elele, aptallık boyutunu çoktan aşan ölümüne bir câhil kalma, bildiğinden ve bilinenden başka bilginin ve bilinebilirliğin her türlüsünü reddetme üzerine dayalı bir oluş uslûbu nasıl gelişerek, serpilerek hüküm sürmekte sanırsınız?
(**) aptal, akılsız ve ahmak her toplum için temininde güçlük çekilmeyecek eleman sınıfındadır. hattâ, ileri medeniyetin hayatı kolaylaştırma etkisi bireysel düzeyde aptallığı teşvik eden ögeler ile de doludur. ama, oralarda toplumsal sözleşme öyle işler ki, kollektif zekâ düzeyinin yüksekliği, bireysel budalalıkları tolere ve kompanse ettiği gibi; "kamusal akıl"ı arttırmakta da bundan yararlanır. dolayısıyla, ferdî düzlemde uyanık ve kurnazın, hattâ belki cin fikirlinin daha bile bol olduğu (nisbeten) geri medeniyyetlerde, sırf kollektif zekâ geri olduğu için toplumsal sözleşme toplumsal yutturmacaya dönüşür durur. kollektif zekâ bulanıklaştıkça da, geri (zekalı) toplumlarda öldürücü sonuçlarına her an bolca rastlanan ahmaklıklar, medenî dünyada kolayca önlenebilir, önlenemediği pek çok durumda da, atlatılabilir.

Wednesday, October 31, 2007

yök'e hayırlı olsun

millet, okudunuz mu bilmem. akşam gazetesi doru haber verdi ise yök'ün başına eski gazi üniversitesi rektörü enver hasanoğlu geçecekmiş. hasanoğlu'nu ise yök'ün kurucusu, ilk başkanı, türk üniversite sisteminin yüksek ilkokul seviyesine düşmesinin başlıca sebebi, 12 eylül askerî rejiminin ve başı kenan evren'in yüksek öğrenim dışındz da pek çok konuda akıldânesi, türkiye'nin en zekî "öncü"lerinden, hacettepe üniversitesinin ve hastanesinin, bilkent'in fikir mimarı, totaliter, otoriter, faşizan demeden her durumdan vazife çıkaran politik yaklaşımından nefret etsem de, şahsen, enerji ve yapıcılığına, üstün zihnî yeteneğine hayran olmaktan kendimi alıkoyamadığım ihsan doğramacı, ya da yiğit lâkabıyla anılır, "hocabey" varmış...

gördünüz mü 12 eylül üniforması ile imam cübbesi ne güzel uyuşmakta? yırtınsanız da bu ülkede olumlu hiç bir değişiklik yapamazsınız çünkü iktidar öyle temerkûz etmiştir ki, elinin altında mevcud her kişiyi de kurumu da, ister askerî disiplin içinde örgütlensin, ister lâgarlık düzeyinde liberal olsun, devlet, kendi ceberrut emeline ve işleyişine alet etmeye tamamen muktedirdir.

peksimet moderne bakın, argüman orada; yutturulduğu gibi bilgi iktidar falan değildir. ilişki, bir iyelik ilişkisidir: bilgi iktidarındır... o yüzden türkiye'de bilgi üretilmez, ancak türetilir, o da çoğu zaman askerî kullanıma hizmet edecekse veya tıbbî bir yenilenme sağlıyorsa...

neden mi? çok basit; çünkü devlet denen aygıtta temerkûz eden iktidar, kendini yeni bilgiye göre yeniden donatacak esnekliğe - va aslında güce de - sahip olmadığından, sahip olduğu unsuru, yâni, bilgiyi kendi kalıbına uyacak şekilde daraltır. o zaman da, üniversite öğrencisi sigmund freud diye birinin adını duymasa da olur, dünya ve dünya politikası hakkındaki cümle fikriyâtını hırtlar vadisinden, tam müsellâh güney doğu dizilerinden veyâ millî maçlar amigosundan edinse de.

enver hasanoğlu'na gelince... gazi'de epeyce iyi işler yaptı diye hatırlıyorum. sanırım bunda
iibf'ne dekan atadığı rahmetli nejat tenker' (ağabeyim)in de hayli katkısı olmuştu. dışarıdan bir gözlemci olarak, bana ters gelen tarafı ise, kahve salonundan sosyal tesise kadar her yeni yapıya "enver hasanoğlu .... binası" diye tabela astırması idi (*).

yök'ün başına hocabey destekli enver hoca'nın geçmesi belki teknik bazı konularda, ne bileyim, yök tesislerine elektronik kayıtla girilmesi, üniversitelere hırsız alarmı konulması gibi işlerde her halde ilerleme sağlayacaktır. mutlaka hükûmet ile ilişkilerinde de erdoğan teziç dönemine kıyasla rahatlama olacaktır.

ama üniversitenin müessese olarak sahiden üniversite olabilmesi için, yök'e uyumlu veyâ uyumsuz başkan seçilmesi / atanması değil, yök'ün ilga edileceği, aklın siyasetten boşanacağı, o kaf dağının ardında bekleyen meçhûl günün gelmesi beklenecektir.

o güne kadar üniforma üstü sarık ve türban ile idare ediverin gayri...

------------
(*) burası türkiye, tabela asma işini bazı yağdanlıklar da yaptırmış olabilir de, enver hoca hiç değilse karşı çıkabilirdi. hasanoğlu, yerini rıza ayhan a kaptırdı; bence de esas değeri ondan sonra anlaşıldı ama tekrar ediyorum, ben dışarıdan gözlemci idim. mümtaz'er türköne'ye sorun, o rıza'nın adamı idi ama içerdeydi.

Tuesday, October 30, 2007

buraya da bekleriz haa

arada yine buraya, türkiş garfucius'a da bakın... ben de galeyâna gelip siyasî muzarafat saçabilirim.

en azından, geçenlerde akşam'da devletin "yeniden" gladio, susurluk çetesi vb. örgütler kurarak pkk "terörü" ile başa çıkmasını öneren serdar turgut kadar abuk yazmam. ya da arada sırada kendini dinlemek yerine aklına ilk gelen "çare"nin ipine sarılıp, meselâ "ara rejim hükûmeti kurulsun" diye tutturan serdar'ın, adetâ oedipal dalaşının paternal figürü yerine koyduğu ertuğrul özkök'ün "köşesine çekilirken", cümle müdahale karşıtlarını hezeyân ve hiddet seline hedef göstermesi gibi garip tutumlar içine girmem.

hele hele, normalde her zaman zekîce bulmasam bile, sağduyulu, metodik, iyi niyetli, analitik değeri yüksek yazılarını zevkle olmasa da, inceleyerek okuduğum cüneyt ülsever'in "milletin canı pek sıkkın, burnundan soluyor, bi operasyoncuk yapıverelim de içeride türk-kürt çatlağı oluşmasın" yollu (bugünkü) zırvası gibi fikirleri garfucius'tan hiç duymazsınız.

polemik (*) marifet değil, beceri fikir çerçevelerini aşabilmekte ne olsa...

---------
(*) polemik, yunanca harb demek olan polemos kelimesinden gelir. ne tesadüüüüfff...

garfucius tebdil-i blog yapıyor: http://sadcolors.blogspot.com/

bir süre için - ki, bu süre kan dökme çılgınlığının ya fizikî zirveye vurması ya da sukûnet ve mâkul düşüncenin hiç değilse türk standardları dolayında dönüşüne kadar sürebilir - garfucius türkiş siteden seslenmeyi kesecek. türkiş garfucius hayli "politize" olmaya başladı, bu da hoş değil.

garfucius, dahîyâne herzelerini bu arada http://sadcolors.blogspot.com/ adresinden ulaşabildiğiniz peksimet modernde yumurtlamaya devam edecek. üçbuçukuncu dünyada her yerde olduğu gibi peksimet modernde de politika kaçınılmaz ama hiç değilse garfucius misafir yazar ve / veya editör olarak, meselâ, bodrum'da beyin denen uzvun nasıl bir "askesuvar"dan ibaret olduğu falan üzerine klavye tıklatabilecek.

meselâ, "kötü okunan ezanlar" gibi aslında hayat kalitesi bakımından son derece ciddî ve estetik bir konuda, "kritik akıl" yolu ile inanç ve şekilcilik mes'elelerini sorgulayacak. "laik" belediye başkanlarının neden ya mont blanc kadar yüksek kaldırımlar yaptırmaya meraklı olduklarını ya da kaldırımları nasıl oolup da tamamen unuttuklarını soracak.

münafık takılıp, muzarafat (*) saçacak!

hadi, garfucius http://sadcolors.blogspot.com/ da bekliyor

--------
(*) garfucius alışıktır bu işe... milliyet'te çiçeği burnunda bir gazeteci iken de yapar, sevgili ustası, çok iyi muhabir, ilginç ve özgün öykücü, seyyahat yazılarının lokma dökücüsü orhan duru'dan da hemen tepki gelirdi: "muzarafat saçma ulan!". muzarafat, tahmin edebileceğiniz gibi muzır, yani zararlı düşünceler demek oluyor.

Saturday, October 27, 2007

halt fırkası ne halt edecek bakalım...

yavuz (tanyeli) yaklaşık bir ay kadar önce cumhuriyet halt fırkasının silkelenip de az çok bir siyasî örgüt kılığına girebilmesi için, deniz baykal'ın ayrılması gerektiğini söyleyip, benim de çorbaya tuz kabîlinden baykal'ı küçük düşürecek bir şeyler yazmamı istedi.

her ne kadar deniz baykal o işi sırf siyasî mevcudiyeti ile dahi benden çok daha iyi yapsa; ayrıca halt fırkası tamiri, doğrultması imkânsız bir hurdadan başka bir şey olmasa da, yavuz isterse yazmamak ayıptır diyerek, fırsat kolladım. ve ancak buldum... daha doğrusu, uydurdum.

hatırlatayım, bu arada, dünya siyasî tarihinin en abuk referandum oylaması ile 11i 12ye karıştırıp bir aritmetik cinayeti de işledik; fırka içinde kazan kaldıranlar da oldu falan, filan... ama gel gör ki, bazı can çekişme emareleri dışında cumhuriyet halt fırkasının ülkede fiilî mevcudiyetine işaret eden hiç bir şeye rastlayamadım.

şimdi, referandumun anayasaya aykırı yapıldığı, sonucunun da bâtıl olduğu iddiası ile davâ açacaklarmış.

çelebi, aklınız nerede idi yâ hûûû?.. anayasaya aykırı bir metni niye oylattınız millete? boykota çağırmak yemedi di miii?.. "gitmeyin de asıl oy oranları anlaşılsın" hımbıllığından öte politika üretemediğinize göre, hiç değilse ergun özbudun hocaya falan sorup, "aykırılık" tezini de mi işleyemediniz?

dikkat edin, "referanduma gidenlerin de oralarına buralarına boya sürmüşler, siz ne halt partisisiniz de halka alenen ve de üstelik resmen böyle hakâret edilmesinde bir insan hakkı ihlâli görüp tepki göstermezsiniz" türünden bir siyasî kültür, demokratik felsefe, medenî yaklaşım gerektiren quasi-entellektüel sorulardan özellikle kaçınıyorum. bunlar ancak sandık hesabından anlarlar, onu da yine yanlış yaptılar.

yavuz kusura bakma be... bunlar hakarete bile değmez.

gözdağı / göz bağı

dün ntv radyo ile bir telefon görüşmesi yaptım. ırak politikamızı sonucu belirsiz (1) bir savaş kartı üzerine oynamak yerine, "ortak menfaat kaynakları" aramak sureti ile, pkk musibetini de elemine edilmesi gereken ortak bir belâya dönüştürmek gereğine inandığımı söyledim.

ayrıca, kuzey ırak'taki kampları dağıtmanın muhtemelen sorunu çözmeyeceğini, pkk denen eşkiyâ çetesinin kökünün türkiye'den sürdüğünü vurguladım. ırak'tan kovulsa bile, türkiye içinde farklı tarz, meselâ el kaide tipi hücrelere dayanan bir örgütlenme içine girebileceğini anlatmaya çalıştım.

ayrıca, amerika'nın kuvvet küçültse bile asla kolay kolay ırak'tan çık(a)mayacağını söyledim. "bizim ülkesine dalmayı hesapladığımız komşu ne ırak'tır, ne kuzey ırak'tır, ne kürdistan'dır... bizim komşumuz abd'dir ve siyasî anlamda, sınırı aştığımızda abd toprağına giriyoruz demektir," dedim. abd ile savaşa girmenin de (2) hezeyân halinde değil çok ince düşünülerek yapılması gereken bir meydan okuma olduğunu söylemeye uğraştım (3). askerî operasyonun ancak oradaki illeti kökten kazımaya yaradığı takdirde rasyonel olacağını savundum.

adını doğru dürüst işitemediğim için maalesef bilmediğim moderatör bana ne sordu biliyor musunuz? "yani siz bizim oraya pkk'yı yoketmek için mi gireceğimizi sanıyorsunuz? biz ırak'a gözdağı vermek için gireceğiz..."

vay canına... ölen başkası oldukça kahramanlık ne kolaymış beee!.. hele cehâlet erdeme dönüşünce.

--------
(1) bu sözle türk silahlı kuvvetlerini kötülediğimi sanacak ahmakların veya iddia edecek habislerin hayli bol olduğu bir toplulukta yaşadığımdan (bir kerresinde cahilin biri de, "eroinin dekriminalize edilmesi terör örgütlerinin finans kaynağını kurutacak bir önlemdir" sözümü "eroin serbest bırakılmalı" diye manşete çıkarmış, mehmmet ağar da röportajı ookumadan "olur mu öyle saçma şey!" diye infial etmişti... binaenalyh, öyle saçma şey olmaz ama saçma çoook şey olur bu köyde) izninizle açıklık getireyim: kuvvetler dengesi ne olursa olsun savaşlar, en azından muharebeleri, doğaları gereği kolay kestirilebilir girişimler değildir. hem can, hem kaynak maliyetleri beklenenden yüksek olabilir. tamam, vatanseverlik bazan bu maliyete katlanmayı gerektirebilir ayrı ammma, akıl da o maliyeti "sıfır"a indirmenin yolu yok mmu diye sormayı emreder. dahası, bazan da savaşlar ortadan kaldırdıkları belâdan daha farklı ve daha beterlerini başa bulaştırabilirler. örnek mi? işte ırak... bush amca bağdatlı haramî saddam'ı yoketti de ne buldu?? en sııkı müttefiklerinden biri ile bile çatışma eşiğinde değil mi?
(2) tüfek icad edilip mertlik bozulalı çok oldu da, tüfek devri ile gelen cengâver mertliği dönemi de çoktan kapandı. artık savaşları er meydanında kurşun sıkarak kazanmaya çalışmak çok demode - bunu neo-conlar bile kavradılar. şimdi harp, finans, kapital, politika, iş, iletişim, kültür, bilim, san'at masalarının başında (dubya bush gibi bir düz viteslinin dahi anlayabileceği şekilde) "akıllara ve gönülere nüfuz etmek" için yapılmakta. ab'nin tüm iç çalkantılarına rağmen, giderek dünyada politik güvenin merkezi haline gelmesi sizce çok güçlü orduları bulunduğundan mı?
(3) temininde güçlük zammı ödemeden mebzulen rastlanabilecek bazı geri zekâlılar için özel not: hayır, bu amerika'ya teslimiyetçilik değildir... daha doğrusu, teslimiyetçilik bu değildir!.. neredeyse yüz yıldır, dünya entegrasyona doğru hızla giderken, karşılıklı bağımlılıklar örgüsüne sadece ve sadece "türkiye'nin jeopolitik konumu" kozu ile katılmaya kalkar, "stratejik emlâk kralı" pozunda bîl-umum ekonomik, kültürel, felsefî, bilimsel, sanata yönelik treni de poponuzu dönüp kaçırırsanız, teslimiyetin esas o akıl tembelliğini benimseyip, gerçek dünyanın parçası olmayı (şimdilerde savaş çığırtkanlığı ile de bezenen) hamasî edebiyat parçalaya parçalaya reddederseniz, teslimiyet işte odur.

Thursday, October 25, 2007

vatan "hayat" bekler

okuyun dedim de, aklıma geldi; okumayan, beslenmeyen, düşünmeyen zihinlerin sanattan, bilimden, denizden kopuk âlemlerinde savaş, yâni, örgütlü ölüm ne kadar öncelikli!..

çoğu işsiz, mesleksiz; okuyup, diplomayı kapmış olsa da okumayan; tefekkür edemediği için tepkileri galeyân ve hezeyân arasında sarkaç gibi gidip gelen, cühela kitlelerin "vatan" deyince akıllarına ancak ve sadece "ölerek yararlı olmak" geldiğini gözlerimiz önünde takib etmekteyiz. kaz kafalılar kaz dağını kazar, kazdırırken; otel yapılsın diye tahsis edilen ormanların alanı, yanan ormanları geçmişken; denizler lağım çukuruna, şehir kıılıklı kasab a bozuntuları hava kirliliğinden gaz odasına dönmüşken; ülke, yolsuzluk liginde açık ara dünya şampiyonluğunu kaptırmazken, ağızlarını bile açmayan yığınlar, iş kendi dillerinden konuşan ölümsever câniler ile çatışmaya dayanınca, bir galeyân orjisi içinde, can alıp, can vermeye hazır olduklarını sokaklar dolusu haykırmakta ve bundan dolayı da kutlanmakta ve kutsanmaktalar.

eğer bir asırdır, birileri, hiç değilse tevfik fikret'i bâri doğru dürüst okusalar, okutsalardı; vatan sevmenin illâ da kurşun atıp şarapnel yemek ile alâkası bulunmadığını, iyi bir mimarî eserin müellifi, bir nobel sahibi, hattâ nev-i şahsına münhasır ama hiç de şöhret sayılmayan bir "birey" olmanın da aynı derece iyi yurtdaşlığın gereği olduğunu belki kavrayabilirlerdi:

"vatan senden hayat bekler
sen yaşarsan o canlanır
vatan için ölmek de var
fakat borcun yaşamaktır" (*)

----------
(*) duayen muharrir hasan pulur'un da milliyet'te yakın mantık çizgisinde ve fikret'in aynı şiirine atıfta bulunan bir yazısının yayınlandığını şimdi öğrendim. benim açımdan bir ilham alma söz konusu değildir. şahsen, tevfik fikret'i sevmekle birlikte, bu en favori şiirim de sayılmaz.

üstümüze kusacaklar utanmasalar

okuyun millet, okuyun! benim tûllâba tâlimat verdiğim gibi, "diş macunu kutusunun kapağındaki yazıyı bile okuyun"...

okuyun, çünkü zırva sapan bir şeyler okuyarak bile başlasanız / birilerini başlatsanız, yeni bilgilerin aranmasına yol açacak bir merakın nüvesi olacaktır, yeter ki okuyanda marifetli bir sirk hayvanınınki kadar bâri bir beyin olsun.

okuyun ey ahali, neden derseniz, "beyin bilgiyi arar"! nasıl elleriniz daha ilk kullanılır hale geldiği andan itibaren bir şeyler kavramaya çalışır, karnınız doğar doğmaz acıkır, gözleriniz fıldır fıldır etrafı tarayarak dikkatini teksif edecek hedefler kovalar; beyin de bilgiyi doğası gereği arar. tâ ki, kollektif cehaletin kurumsallaşma ile kazandığı iktidara toslyana kadar!

"bilgi toplumu" denen olgu öyle computer, i-pod, walkman, gameboy, lovegirl vs. elektronik, plastik ve pilli gizmo bolluğu ve fetişizmi ile değil, hayatın örgütlenme ve değerlendirilmesinde bilginin payı ile ölçülür.

bilginin olmadığı yerde hayat sıkışır kalır. hayatın bağırsak gazı gibi sıkıştığı yerde, ölümün hükümranlığı başlar. insan hayatın değil, ölümün erdemlerini yüceltirken, zihnin besini ve yakıtı olan zihnin bilgi ile aşkına da kurşun sıkar. çünkü çalışan, bilgi ile beslenen zihin, hayat ile büyük harfle konuşmaya başladığı için, ondan yanadır; ölüme, kaçınılmazlığına rağmen karşı koymaya koyulur.

onun için okuyun, hanımlar beyler. merak etmeyin, beyin doğada, çalıştıkça aşınmayan, yorulmayan, zayıflamayan aksine, güçlenen yegâne nesnedir. okudukça beyin iyi çallşır, zihin iyi işler, daha iyi ve daha çözümcü düşünürsünüz. düşüncelerinizi akıcı biçimde aktarmayı da becerirsiniz.

o zaman da, meselâ milyonların seyrettiği televizyon ekranlarında, sanki üzerimize kusmak üzereymiş gibi sesli harfleri "eeee, öööö, iiii, ebüvveeee, bööööğğ" diye ses çııkarmayı konuşmak zanneden anchorlara da tahammül etmeniz gerekmez; "di"lisiyle, "miş"lisiyle, koca bir "geçmiş zaman kipi"ni yokedip, isa'nın çarmıha gerilişini şimdiki zaman kipinde, "via dolores'ten tırmanırken sırtındaki haçı düşürüyor, barabbas ona yardım ediyor" diye anlatan kurumsal cühelâ tayfasına da.

okuyun da, giderek seyirci azaldıkça, "ekvador"un (ecuador) bir ülke "ekvator"un (equator) ise dünyayı enine böldüğü varsayılan hayali çizgi olduğundan bîhaber şabalakların çalıışabildikleri medya da, cehaletin erdemine sığınıp, üstümüze kusa kusa kendi çapsızlığını yenilemekten kurtulsun.

ey ihvanlar! daha iyisi, okuyun da, hiç değilse siz de bu şapşallıklar aleminden kurtulup, bilginin sonsuzluğuna yelken, kürek; palamar çözün... en azından rakı masasında sohbetleriniz zenginleşir.

Tuesday, October 23, 2007

pkk "terörist" örgüt değildir!

azıcık üzerinde çalışmışlığım vardır; hattâ alıntılara bakılırsa, teoriye az buçuk katkım olduğunu da iddia edebilirim: şu "terörizm" denen zımbırtı her ne ise, o kadar tarifi meşguk (1) , içeriği belirsiz bir kavramdır ki, ulu orta kullanılmamasında ciddî fayda mevcuttur.

mutlak olan şudur ki, her terörizm tanımı keyfîdir ve evrensellikten (2) alabildiğine uzaktır. ayrıca, her değişik tarif, kaleme alanın ihtiyaç ve menfaati doğrultusunda nüanslar ve hattâ karakter çizgileri ile bezenir. kısacası, bu kadar çok farklı kullanıma uygun gelebildiğine göre, terörizm anlamından boşanmış bir kelimeye indirgenmiştir.

ancak unutulmaması gereken şudur: bu anlamsızlık, terörist diye adlandırılan teşkilat ya da kişiye "meşruiyet marjı" diyebileceğimiz bir "haklılık" alanı da sağlar. hattâ öyle ki, iğrençlik ölçeğinde gaddarca olmayan, sözgelimi, "hasım" sayılan devletin yönetici, asker, polis, memur gibi temsilcilerini ve güçlerini hedef alan eylemler, bir ölçüde bu serbest atış alanı dahilinde imiş gibi addedilir. tabii ki bu "marj" salt fiilî bir kabul yansıtır. aslâ resmî bir ağız çıkıp da bir şiddet eylemini açıkça övmez. ama, hedef tarafın da bazı yanlışlar ya da suçlar işlediğini iddia veya imâ eden retorik, bol bol kullanılır.

bir de klişe vardır: "birinin terörist dediği, öteki için özgürlük savaşçısıdır".

gelelim pkk'ya... pkk par excellence bir tedhiş örgütüdür. câniyane ve zalim yöntemlere çekinmeden baş vurmuştur. şiddet, baskı, tehdit, pusu, çocuk ve kadın katliamı, masumların canına kıymışlık pkk'nın tarihini belirleyen modus operandi parçalarıdır. pkk, gelirinin tamamını illegal girişimlerden ve haraçtan toplayan gangster toplulukları tipi bir örgüt, bir gangdır. doğu yöresinin tarihinde de mevcut olan eşkiyâ geleneğinin ve kanundan kaçıp dağa çıkma adetinin bir uzantısıdır. pkk, tıpkı mafia gibi, yakuza gibi, mesleksiz serdengeçtilerin şiddeti iş edindikleri bir çeteden ibarettir. pkk o derece uyduruk bir siyasî pelerin giymektedir ki, aradan bunca yıl geçtikten sonra bile, bir tek yetkilisi çıkıp da "biz türkiye yi bölme peşindeyiz, bağımsız kürdistan kurma amacındayız" diye sebeb-i hikmetlerini açıklamaya dahi cesaret edememiştir.

ama pkk terör örgütü falan değildir. adî bir suç çetesidir. eylemlerinde siyasî gaye olduğu çok şüphelidir de, vardı ise bile, artık tamamen muğlak hale gelmiştir. tarifi zaten belirsiz olan "terörist" yaftası pkk'ya uygun görüldüğü takdirde, sırf içerimlerinin (implication) bulanıklığı yüzünden, bu bayağı suç makinesine siyasî bir meşruiyet marjı sağlayabilir.

dolayısıyla, amerika'nın, avrupa'nın desteğini sağlamak uğruna pkk'dan "terörist" diye söz etmek, türkiye için kendi ayağına doğru tetik çekmeye benzer. abd de, çoğunlukla avrupa da pkk'nın terör örgüğtü olduğunu zaten kabul etmektedir. ancak, bu pkk nın siyasi ehliyetinide itiraf etmek demektir. böylelikle pkk ile "kürt sorunu" ya da "insan haklarında iyileşme" gibi türkiye'nin esasen iç demokratizasyon dinamiklerine ilişkin sorunları arasında da zımnen, ilinti, hattâ illiyet (3) kurulmuş olmaktadır. ve teröre karşı işbirliği denen yardımlaşmalar, uluslar arasında bir alış - veriş pazarlığına dönmektedir. oysa, adî suçlar konusunda global adlî dayanışma çok daha etkin işler.

özetle, aşağılık bir çete, terörist sıfatını hak ettiği (!?) takdirde, siyasî temsil için yetkin bir silahlı özgürlük örgütü mertebesine de yükselme yolu açılmaktadır. ve de pkk, zaman zaman ortaya çıkıp "türk devleti tarafından tanınma" anlamına gelecek edepsizce talepler zırvalama cesaretini de, terörist diye tanınmanın sağladığı siyasî meşruiyet avansından bulabilmektedir.

terörist diye anmak, pkk gibi adî suçları rahatça işleyebilmek için siyasî kisveye sarınmaya çalışan bir çeteyi temsil ettiği çok kuşkulu bir "millet"in sesi imişçesine, mikrofonlara yaklaştırmaktadır. olur ya da olmaz ayrı mes'eledir ama, türkiye de dünya siyasetinin başat oyuncularını tersten kaşımaya koyulursa imkânsız da değildir; bunun son aşaması pkk ya asî statüsü (status of insurgency) ya da savaşçı statüsü (status of belligerency) tanınmasıdır. yâni, kat'î meşruiyet!..

dolayısıyla, öncelikle türkler bu iğrenç çeteye terörist demekten vazgeçmelidirler. suç örgütünün yaptıkları ise "eylem" falan değil, doğrudan doğruya "katliam" ve cinayet"tir. gelir kaynağı da, büyük ölçüde kaçakçılığa dayanır.

türkiye, kendinden korkmayı bırakır, haklılığını ikiyüz yıldır aradığı londra ya da washington yerine kendi modern hukukunda bulma akılcılığına yönelir, pkk'nın cinaî ipliğini dünya pazarına çıkarırsa, önce çetenin gûyâ temsil iddiasında olduğu türkiye kürtleri arasındaki "manevî" illiyeti koparmakla işe başlamış olurz.

gerisi de, zaten gelir.

--------
(1) bilinen 200 kadar terörizm tarifi vardır. hiç bir örgüt, müessese ve devletin tanımı ötekini tutmaz. üstelik, "hukukî" açıdan bazı tanımlar kargaşa da yaratabilmektedir. meselâ, mehmet ali ağca'nın papa 2. johannus paulus'a suikastı, fbi'a göre terör eylemi sayılmamıştır çünkü bir teşkilat değil, şahıs tarafından işlenen bir suçtur.
(2) zaman ve yer gözetmeksizin geçerli olma hali.
(3) sebeb - sonuç ilişkisi

Wednesday, October 17, 2007

5000 polis her gün göreve!

muhterem cumhurbaşkanı bayramın son günü değerli yavrusunu everdi. giderek burjuva adet ve usullerini benimseme vetiresinde, daha çok mal, para, şık görünüm, servet ve klas sergileyerek "zenginleştiğini" göstermeye başlayan islamî kesimin ölçüleri ile, sâde bir nikâh şenliği yapmış, gazetelere göre.

eh, ne kadar olsa, - zaman zaman o havaya girseler bile - ne padişah, ne halife ne de acemistan sultanı olduklarına göre, etin dağ gibi yığıldığı, ayranın (şimdi bunlar şarap, rakı hattâ kımız bile içmez ya...) sel gibi aktığı 40 gün 40 gecelik efsane zamanları düğünleri düzecek halleri de yok.

merak ettiğim asıl nokta, trafik... istanbul'da değildim, kimse de oralardan geçmemiş. ama tam havaalanının burnunun dibinde, ve de devletin eeeeenn tepesindeki şahsın "masallara layık" "düğünü" devam ederken alınan "güvenlik" tedbirleri yüzünden belki yüz kişinin uçağını kaçırmış olması da muhtemel. tabii, haber toplayıcıların gözü şatafat ile kamaştığı için, medyada bu konuda habere rastlanmamakta. oysa, insanlar bir reis-i cumhur yüzünden uçağı kaçırsa, vatandaşlık kavramının geçerli olduğu medenî bir toplumda yer yerinden oynar. kaçırmamışlarsa da, bu bizim de medenî olmaya yanaştığımızı gösteren ve dolayısıyla haber değeri olan bir olaydır.

beni en çok etkileyen, düğün için 5000 polisin görevlendirilmiş olmasıydı. vay canınaaa... ilk def'a istanbul da bu kadar çok etkin güvenlik görevlisinin aynı anda faaliyette bulunabileceği isbat edilmiş oldu böylece.

yâni, trafiği, asayişi, düzeni her şeyi kargaşa içindeki istanbul'da, devletin yasalarını uygulayarak şehri yaşanabilir kılmakla mükellef ve kapasite yönünden bunu yapabilecek nitelikte bir kolluk kuvveti bulunduğu ama bu kuvvetin ancak devlet ulularından biri uğruna seferber edilip, vatandaşın "imdat" diye ulumasının ise, pek faydası olmayacağı ortaya çıktı.

anlaşıldı ki, kahraman türk polisi, yılmaz türk milletinin değil, kadim türk devletlûsunun polisidir, aslen ve esasen!

manyak gibi araba kullanan bir yabanînin çarpıp, bacağını kırdığı insanların; caddede yaralı yatarken, üzerinden bir başka aracın geçmesi sonucu ölebildiği kadar lâgar ve başıboş bir köy azmanında, şimdilerde ne sıfat taşırsa taşısın, aslen "vatandaş" olan ve bir gün yine sade suya "vatandaş" olarak aslına rücû edecek bir kişinin düğününe, koca bir tümen memur tahsis edilmesi, sonuçta sadece ve sadece bu toplumun daha medeniyyet kapısının önünde pineklediğinden başka neyin göstergesi olabilir?

şimdi, "cumhur"un reisi, "cumhur"un halinden anladığını isbat fırsatına sahiptir: yürütmenin başı sıfatı ile bizzat denetleyerek, o 5000 polisin azamî sayısının her gün istanbul'da asayiş ve düzeni sağlamak üzere, hiç değilse trafik üzerinde yoğunlaşmasını sağlamayı görev edinerek...

kârlı da olur haa... geçtim 5000den, 50 polisi bir ay salt cihangir havalisinde ters yönden trafiğe dalanları caydırmak ve de sıkışık tafikten fırtıp tramvay hattından kaçan uyanıkları avlamak için görevlendirseler, devlet carî açığı kapatır yahu... hele bu arada, imtiyazlı, torpilli, rutbeli kişileri de ayırd etmeksizin kurallara uymaya zorlayabilirlerse, "bir ilke imza atarak" türkiye'de hukuk devletini kâğıttan kurtarıp, hayata bile geçirirler!

cumhurun başı siyasî kariyerinin tepesindedir. daha öte beklentisi kalmamıştır. ayrıca, torpil, kayırmaca, rüşvet gibi asayişi sağlamakla yükümlü örgütleri kemiren illetlerden de konumu gereği nisbeten uzaktır. ülkeyi bir kargaşa ve zorbalık toplumundan hukuk devletine dönüştürmekte, bizzat devletin kolluk kuvvetlerini seferber ederek sonuç alan ilk medenî kişi diye tarihe geçmek, emin olabilir ki, pek sevdikleri fatih'e yakışır başlıbaşına bir "saltanat" olacaktır.

Tuesday, October 16, 2007

güm güm de güm güm... saltanat, hilafet mülgadır

tayyib efendi hazretlerine başvekil mevkii yetmedi galiba... bazan ciddi ciddi padişah ya da halife edalarıyla konuşmakta.

hatırlıyor musunuz, ampullü partisinin bayram öncesi yaptığı toplantıda kendini hayran hayran dinleyen, ne dese alkışlara boğan, böyle cilaladıkça da onu coşturan taraftarlarına nasıl nutuk atmakta idi: "biiiizz, yalnız müslümana değil, hıristiyana, museviye, hatta varsa budiste ve ateiste de hizmet ederiz... herkese hizmet ederiz, çünkü bu bizim tarihimizde var... bu bizim tarihimizden gelen adetimiz"...

önce şunu anımsatayım: osmanlı'dan bahsetmekte ise, atalarımızın gayri müslim ahaliye "hizmet" götürmesi tartışmalı bir konudur. kişisel ilişkiler tabii ki farklılık arzedebilir ama kurumsal düzlemde başka dinden olanlara yönelik olumlu uygulamalar, en iyi ihtimalle, "zorakî" diye nitelenebilir. şu çok meşhur "hoşgörü", yani müsamaha iddiası da, gerçeğin kendini beğenmiş, sevimli görünme çabasında bir tahrifatından ibarettir. tanzimata (1939) kadar kiliselerin çanları bile, tunçtan dökülmek yerine tahtadan oyulmuştur; dar-ül islamda çan sesi olmaz deyû. hatırlarsanız, o ataların torunlarının torunları da, on yıl kadar evvel çankaya'yı ezan-kaya yapmaya soyunmuşlardı da, heveslerinin üstünden tanklar geçmişti...

özetle, batı'nın tembih, telkin ve tehdidi ile tanzimat fermanı okunana kadar, tayyib efendinin tarihinde öyle başka dinden olana müsamaha, hele hele dinsize allahsıza tahammül, zırnık kadar belki yer tutmakta idi. velev kiiii... varsayalım, tayyib efendi haklı olsun, son 200 yılın tarihine bakıp da dinî çoğulculuk konusunda nisbeten esnekleşen tutumdan etkilensin ve referans alsın... yine de, laik-seküler mantığı benimseyen, iyi kötü bir tarih duyusu geliştirebilen, modern eğilimli bir dimağ için, ettiği laf, laf değildir. laf değildirden öte, türkiye cumhuriyeti hukukunu da pek kaale almamaktadır...

şöyle ki:

1. tayyib efendi, memleketin başvekili olarak, dinî, ırkî, mahallî vs. hiç bir ayırım gözetmeksizin ezcümle türk vatandaşlarına ve dahî, türkiye cumhuriyeti hükümranlık sınırları dahilindeki her hangi bir yerde ziyaretçi, görevli vs. sıfatla yasal olarak ve yasalarımızın şemsiyesi altında bulunan her yabancı ülke vatandaşına da hizmet etmeye mecburdur.
2. mecburdur, çünkü bunu, türkiye cumhuriyeti'nin anayasası, türk icra heyetinin yani hükümetin görevi olarak öngörmektedir.
3. öngörmektedir, çünkü çankaya'yı ezan-kaya yapmaya soyunanların tüm çabalarına rağmen, türkiye cumhuriyeti iyi-kötü bir anayasal hukuk devletidir. anayasası da, sonsuz eksiklerle dolu, ceberrut bir hukukî metin ise de, laik - seküler esaslara dayanır; yani, hiç bir dinî veya lâ-dinî aidiyete, etnik kökene, tarihe, adede, geleneğe, talim ve terbiye görmüşlüğe vs. imtiyaz tanımayan, herkesi zaten eşit sayan bir anayasadır.
4. tarihinden eşitlikçi dersler çıkaran tayyib efendi değil de, barbar ataları ile övünen, avamdan hiç hazzetmeyen, gayetle snob üstelik de din konusunda bayağı nobran ve müşkülpesent (*) bendeniz dahî başvekil makamında otursam, anayasa icabı bütün inançlar ve inananlar/inançsızlar arasındaki, hizmete esas teşkil eden o hukukî eşitliği gözeterek davranmak ile mükellefim demektir.

sonuçta da; tayyib efendi o eşitlikçi anayasayı koruyacağına şerefi üzerine yemin de etmiştir.

eee? o zaman, başvekil tayyib efendi, attığı nutukta ayırım yapmaksızın, her dine yatkın ve de dinsiz ve dahî allahsız bil-umum vatan evladına hizmet edeceğini beyan eylerken, neden acaba kendisine zaten o görevi yükleyen anayasaya, türkiye'nin hukuk devleti olma özelliğine, vatandaşın hukukuna ve bahusus eşit hizmet alma hakkına değil de, açık açık değilse bile, ima yoluyla islamî geleneğe atıfta bulunan "tarih" kavramına dayandırır ki "argüman"ını?

üstelik, dedim ya, hiç bir orijinal yanı da yok gizli dinî referanslar ile süslediği bu "hoşgörü"nün (**). biraz özendiği anlaşılan devr-i saadette, gülhane hat-tı hümayunu okundukta, "büyük" lakablı mustafa reşit paşa sokak aralarına dellal salmış... davul çalıp haykırsınlar da müslüman ahali olan bitenden haber alsın deyû: "ey ahaliiiii... güm güm de güm güm..." diye haykırırmış dellâllar. "duyduk duymadık demaaaaaannn... güm güm de güm güm... bundan böyleeeee... güm güm güm de güm güm... gâvura gavur demek yasaktıııır... güm güm de güm güm..."

aaah ah... çankaya'yı ezan-kaya yapmaya soyunanların pek hoşuna gitmeyecek bu hatırlatmam amma... güm güm de güm güm... heyhat!.. güm güm güm de güm güm... cumhuriyet bir asırlık ömrü idrak etmek üzerediiiiirrr.... memlekette saltanat ve hilafet mülgadır (***)... güm güm de güm güm, güm güm de güm güm!

---------
(*) ve de bil-umum dünyevi ve uhrevî kudretlere şükür, asla taht hırsı taşımadığı için, kel başı rahat...
(**) "hoşgörü" uydurukçamızdaki en uyduruk ve en sevimsiz laflardan biri. öncelikle, gûyâ "öztürkçe" olsun diye zorlana zorlana biraraya getirilen değişik dillerden kelime ve kelime parçaları kullanılarak inşa edilmiş. "hoş", farsça. "görü" de hiç bir dilde yok ama anlaşılan türkçe "görmek" fiilinden/kökünden sündürülerek iğdiş edilmiş, hareme konmuş. bu şekilde uysa da uymasa da uydurulmuş olmaktan öte, "hoşgörü" anlam olarak da kötü. eşitlik düşmanı; bakıp da "hoş" gören tarafı üstün varsayan bir tatava. ne yani? ben aslında hoş moş olmayacağım da, sen bana bakıp da hoşmuşum gibi göreceksin haa? hele bak hoşafa!
(***) ilga edilmiş, kaldırılmış, hukukî varlığına son verilmiş

Friday, October 12, 2007

ermeni mes'elesini kaybettik

ermeni mes'elesi denen garabe tarih probleminde türk tezinin zaafiyetini, yusuf hikmet bayur'un güneş - dil teorisi uyarınca ortaya attığı "ermeniler aslen türktür. asıllarına karşı da isyan etmişşlerdir" iddiasını okuduğumda farketmiş idim. sonra, konu, tipik devlet kültürel despotizmi çerçevesinde, ermeni varlığının reddi, ermenilerin urartu oldukları gibi abuk ama karşı çıkılması halinde copun, falakanın hazır beklediği savlara uzanan bir zekâ regresyonu da gösterdi. en uc noktada da, ermenilerin türklere katliam / jenosid uyguladıkları hezeyanına kadar uzandı.

tarihin, hele de "milliyet" denen akıl zorlaması siyasî kaldıracın icadından beri, üstelik çoğu kerre de çift (hattâ çok) taraflı uygulanan kollektif cinayetler, baskılar, hak gaspları üzerine kurulu pis maceraların bir silsilesi olduğuna karar verdiğimden bu yana, türk, ermeni, rum, tutu ya da kızılderili "dava"larını son haklılık noktasına kadar kovalamanın, tüm imkan dışılığına rağmen, yüzde yüz haklı çıkılsa bile, hiç bir çözüm getirmediğine inanmaktayım. hattâ, bir zamanlar, "terörizm" denen tarifi alabildiğine keyfî olgunun ayırıcı özelliğinin de, dayanılmaz bir "mutlak haklılık retoriki" olduğuna karar vermiştim.

özetle, benim için ermeni ya da türk tarafının haklı olmasının onları "haklı" çıkaracak hiç bir tarafı yok. dolayısıyla, kongre'nin ne karar vereceği de fazla anlam taşımıyor benim için. tayyib efendi intizar ederken, ermeni lobisi ya da rober koçaryan sonuçtan memnun olabilir ya da hayal kırıklığına düşebilirler ama karar, fiilî olarak hiç bir somut kazanç sağlamayacak.

mes'ele sokaktaki adamı pek de ırgalamadığı halde, ceramiyeyi yine de o çekecek. türkiye - ermenistan arasında yaşama geçmeye dokuz aylık bir ceninden daha hazır ticarî ilişkiler donup kalacak, türkiye'de "kaçak" çalışmaya gelen ermenistanlılar ankara'nın tepkilerine kurban verilecek ve saire, ve saire... iki taraf da kaybedecek! bir takım siyasîler uyuzlarını kaşıdıkları ile kalacak.

her hal-ü kârda, beynelmilel planda türkiye kaybedecek. anlamsız "barbarlık" hikâyeleri yeniden ısınacak; "ermeni katliamı" gündemdeki kürt mes'elesi ile bağdaştırılacak; türkiye'nin kıbrıs'taki kilitlenmeden nasıl kârlı çıktığı ile ilintilendirilecek; bu kadar çok sorunu olan bir ülkenin avrupa birliği içinde yeri olamayacağı tezi güçlenecek ve bu da türkiye'yi sembolik anlamda dahi kalsa, "medeniyyet" hedefinden, o postmoş (*) "medeniyetler" zırvasına, kısaca üçbuçukuncu dünyadan daha da beterine doğru sürükleyecek.

ve bütün bunların, tek ama tek sebebi, türkiye'nin taa benim çocukluğumdan bu güne, hem de arada iki sağlam iki de sulandırılmış askerî darbe atlatacak kadar demokrasi ve bilim konusunda (**) geri kalmışlığı. "ermenilerin türk oldukları" gibi gerçeği tül kalınlığında örtmekten bile aciz iddialara dayanarak, evrensel rasyonalite düzeyinde entellektüel haklılık aramaya kalkışması.

siyaseti erdem bellediğimiz o basit kültürel yaklaşımımıza sarılarak geldiğimiz noktada ulaştığımız "haklılık" derecesine bakar mısınız? "kaybetme"nin bundan kesin bir belirtisi olabilir mi?.. türkiye'yi ermeni mes'elesinde dünyanın en nefret edilen adamlar listesinde başa güreşen george walker bush (***) savunmakta (****)!
----------
(*) postmodernist
(**) biri olmadan ötekinin olabileceğini hâlâ mı savunmaktasınız? buyurun, sovyet tarihine bir bakın hele... onca palavra arasında belki çorap söküğünün izlerini bulursunuz...
(***) hem de nasıl savunmakta! izleyen posta bakınız...
(****) bu ahlakî falan değil, çok daha pratik bir siyasî problem. psikolojideki "bilişsel denge" (cognitive balance) teorileri, olumsuz bir kaynağın verdiği olumlu referansın dinleyicide olumsuz bir etki yarattığını anlatmaktalar...

avukatı bush olan ile klavuzu karga olan...

a.b.d. temsilciler meclisi komisyonunun ermeni jenosidi karar tasarısını görüşmesi öncesinde türkiye'yi savunmak george walker bush ile cumhuriyetçi partiden meb'uslara düştü. ve ne yazık ki, bilhassa temsilci sıfatlı avukatlarımızın lehimizde söyleyebileceği yegâne şey, şu sıralarda amerika'nın pek işine yaradığımız idi. yâni, tarihî bir haklılık ya da ahlakî bir gerekçe, veya sosyolojik anlamda belgelenmiş bir doğruluk dolayısıyla değil; müttefiklerimiz, "köprüyü geçene kadar dayı diyelim, suyu bulandırmayalım" mantığı ile bizi savunmakta idiler.

kırk yıl boyunca bilime, evrensel ve modern insanî değerlere saygı gösteren, belgelere dayalı bir savunma tezi geliştireceğine, toprağının elâlem için stratejik ehemmiyetine güvenerek politika yürüten türkiye'nin düştüğü bu duruma kızma, bozulma hakkı var mı sizce?

ya dubya lakablı başkan bush'un türkiye' yi savunması? ben sıcağı sıcağına yerli ve yabancı yayınlardan da takib ettim: en azından ilk yarım saatlik sürede türkiye'deki "ciddi" tv'lerin hiç biri tam tercümeyi vermedi: ermeni mes'elesinin politik münakaşa konusu olduğu son 40 yıl içinde, türkiye hiç bu kadar açıkça ve bu derece dangalakçasına suçlu çıkarıldı mı bir amerikan başkanı tarafından? nedense türk tv'leri, dubya'nın demecini ikinci cümleden itibaren çevirmeye başladılar ama, sayın bush konuşmasına ermeni milletinin 1915'te başına gelen felaketten herkesin üzüntü (regret) duyduğunu söyleyerek başladıktan sonra bizi savunmasına nasııl devam etti biliyor musunuz?

"osmanlı türkleri"nin o tarihe ermenilere karşı bir jenosid değil "toplu katliam" (mass killing) uyguladıklarını söyleyerek.

klavuz diye kargaya güvenmek mi acep daha ehven dersiniz, avukat diye bush'tan meded ummak mı (*)?

---------
(*) bush, daha sonra da türkiye'nin ırak ve "teröre karşı global savaş"ta iyi bir müttefik olduğunu sözlerine ekleyerek, bize "ayı-köprü-dayı" teslisinde (üçleme) destek attı. buralarını cümle medyamız aynen yansıttı.

Tuesday, October 9, 2007

tepe tepe çalıştırmak

halen mecliste seçilerek başladığı görevde olan 11. cumhurbaşkanını yerine "postmodern" (*) 11. cumhurbaşkanını cumhurun seçmesi için yapılacak ama aslında da el'an yapılmakta olan referandum, bir-iki hafta sonra yapılacak.

olay karmakarışık olunca, anlatması da bu kadar vâzıh olabiliyor, ben bu kadar anlayabildim veyahut da... üstelik, kimine göre "halk", neyi oylayacağını dahi bilmemekte. bazıları reis-i cumhur seçilecek sanıyor, ötekiler belediye başkanı, belki de fener'e yeni kaleci...

hukuki garabenin mümin mimarları tayyib efendi & gülsuyu & şürekâ ise, muhalefetin boşluğunu bir kerre daha yakaladıkları için, ha babam karaciğere ve mideye çalışıyorlar. o arada, geleneksel şark işi şike yapmaktan da geri durmayıp, referandum oylaması çoktan(gümrüklerde) başlayan teklif anayasa maddesinin metninde değişiklik yapma sevdası da sürüyorlar.

başarırlarsa, amerikan gâvurunun lafı ile "gayta, vantilatöre çarpacak". anayasa mahkemesi, oylamayı da, değişikliği de aynen 367 oylamasındaki cevvaliyeti ile - ama bu sefer meşru da olarak - iptal edecek. o hal-ü kârda da, mevcut statüko aynen korunacak, çankaya köşkü, gülsuyu kokmaya devam edecek, ibtidaî leydimiz de, kitsch küçük şehirli ve islamî zevklerin karışımı tercihleri ile köşkü donatmayı sürdürecek. neticede her şey iktidarın istediği üzere gelişecek.

muhalefet ne yapacak? kurtçuklar, pkk uğruna ırak, abd hattâ ingiltere ile savaşa cesaret etmediği için kızdıkları tayyib efendi & gülsuyu & şürekâya oylanacak maddeyi değiştirmekte yardım edip de ekmeğine bal sürecek mi? ellerine sağlık...

ebedî koma halindeki (cumhuriyetçi) haltçılar ise referandumdan hiç değişiklik yapılmaksızın evet çıkmasını sağlayıp, tayyib efendi & gülsuyu & şürekâyı şapa oturtmaya çalışacakları yerde bula bula buldukları "oylamaya gitmeyin akepe'nin oy oranı meydana çıksın" çaresizliğini politika diye yutturma çabasındalar. allah çabuk tarafından birkaç kurultay ihsan eylesin, şunlar birbirine girsin ve dağılıp bölünsünler de, bize daha fazla çektirmesinler, âââmiiiiinnnnn.

hanımlar, beyler... gittiniz kahramanca oy verdiniz bunlara... hiç düşünmediniz mi ki siyaset de her kültürel nesne gibi bir "tüketim malı"dır? "arka tarafım açıkta kaldı, üşüyorum" deyip de yorgan niyetine mendil örtünmeye kalkışmadınız mı, eh, sizin gibi tüketicilere de bu kadar mal...

tepe tepe hayrını görün. gerçi, hayır görmeye görmezsiniz nas'olsa da, türk işi ya, teptikçe - şu eski radyolar, tv'ler gibi - belki biraz çalışır...

Thursday, October 4, 2007

yuh artık bee... tövbe edin ulan önce!

geçen gün trt'de iftar saati sularında, bazı müzikal klipler gösterildi. suratına bir huşû ifadesi iliştirmeye çalışan ama bana kalırsa ancak mey'us görünmeyi başarabilen üçüncü dünyalılar, ingilizce olmasına rağmen, içinde bol bol arapça övgüler ile dolu allah, muhammed sözleri geçen, ağdalı bir propaganda içermesine rağmen, - hadi başka bir sıfat kullanmayalım, ayıp olmasın - naif bir lirisizm içinde, islami kurallara tam uyan (*) şarkılar söylemekte idiler. gûyâ laik ve seküler bir ülkenin, benim vergilerimi soymak sureti ile yayın yapan devlete ait televizyonunun, velev ki halkın yüzde 99unu fiilen ilgilendirdiği varsayılan ramazan döneminde olunsa bile, bu derece koyu müslümanlık içeren programları şu geride kalan yüzde 1'e kakalama hakkını nereden bulduğunu doğrusu merak etmedim - çünkü türkiye bariz bir şekilde bir islam ülkesi olarak paketlenmekte artık...


dikkat edin, "islam ülkesi oldu" demiyorum; "islam ülkesi olarak paketlenmekte" diyorum. (aradaki farkın üzerinde dururuz bilahare). her neyse, gûyâ islam aleminin tek ciddiye alınabilir demokrasisi olan türkiye'nin, devlet olarak da, insanlar olarak da demokrasiyi çoğunluk diktasından ayırd edebilecek zihnî ve entellektüel donanıma sahip olmadığı o kadar kesin ki, sayısal çoğunluğa güvenen şark (müslüman) işi tahakküm yerine, orantı ve dengeyi ahengin şartı gören, azınlığın ve farklılığın öncelikle korunmasını farz sayan çoğulculuk uygulamaları beklemek de, benim şahsi abesle iştigâlim olur ancak... zaten benim de asıl itirazım esmer tenli, güzel ama ebleh yüzlü; muhtemelen pakistanlı ama belki de afgan; benim kitabıma göre yobaz değilse de vahim sofu tabii ki de erkek bazı şarkıcıların seslendirdiği, sözü, özü basit müzik parçalarına değil.

ne olursa olsun, islamiyet propagandası da, diğer dinlerin övgüleri de elbet de bir demokraside serbestçe yapılmak durumundadır, trt'nin iftar saatindeki müzikal seçimini bu açıdan kınama hakkım olamaz. gelgeleliiiiimm... kanunen değil ise de fiilen, hıristiyanite veya be bileyim, şamanizm propagandası, ülkemizde dayak veya katl ile cezalandırılacak suçlardan sayılırken, islamiyet propagandasını devlet tv'sinden alenen yaymak ne derece hakkaniyete uygun ve adildir sorusunu sormaya ve trt'nin tek boyutlu tarafgirliğini kınamaya ise sonsuz hakkım vardır. vardır amma, ne yazık ki, toplumumuzun "azınlığa eşit serbestî" öngören her hangi bir konuyu sağlıklı münazara edebilecek siyasî, fikrî ve kültürel olgunluğa eriştiğine de bir o kadar şüphem vardır... onun için fikrimi açıkça belirteyim ki, islamı övmek şeriatçılık değildir ama diğer inançlar aleyhine olduğu sürece, şeriata doğru kesin bir adımdır.

trt'nin şarklı şarkıcıların sesinden arapça dualı ingilizce islamî içerikli klipler yayınlamasına itirazım, şarkıcının rahim ve rahman olan allah'ın yağdırdığı rahmete şükran duyduğunu ifade etmesine değil tabii ki. beni infiale sürükleyen, şarklı şarkıcının yağveleri sürerken fondaki ormanda yağan (?) yağmur damlaları altında, ağaçların arasında gezen, altı-yedi yaşlarında, şirin mi şirin, pespembe giyinmiş ama tamamen tesettüre sokulmuş ve başı bağlanmış kız çocuğunun sergilendiği görüntülere...


yuh beee... nasıl bir sapıklıktır ki neredeyse bebeklikten yeni çıkmış altı-yedi yaşında bir kız çocuğunu cinsiyet nesnesi olarak görüp, erkeklerin kem gözünden saklayacağız diye başörtülerine, çarşaflara sarmalamak? nasıl bir erkekliktir ki, afgan mı, pâki mi, malay mı bu
gûyâ müminlerin yaşadıkları toplumdaki, bacak kadar sübyan görünce heriflerin aklı kulak arasından bacak arasına kaçar? nasıl bir insanlıktır ki dillerinde allah terennüm eden ruh hastalarının sübyancılığını ayıklayıp tedavî ve terbiye edeceğine, altı yaşındaki çocuğu tesettüre boğar?

ve de modern türkiye'de nasıl bir laik, seküler devlet televizyonu yönetimidir ki bu, pervasızca, başka bulamamış gibi, afgan ya da paki ya da kötü şarkın her neresindenlerse, sapık, patetik meczublara figüran eylenen parmak kadar kız çocuğunun tesettürlü klibini yayınlamayı mübarek günlerinde türkiye'deki medenî müslümanlara bir hakaret saymayacak kadar şîrâzesinden çıkabilir?


yuh ulan yuh! allah'ın sizin duanıza da, ibadetinize de, hattâ imanınıza da ihtiyacı yok! tövbe edin, ruhunuzu o sapıklıktan temizleyin, sübyan bebelere de, kocaman olgun kadınlara da, değil başları, sırtları da açıkken bile kötü gözle bakmamayı becerecek kadar kendinizden de, inancınızın saffetinden de emin olun da, o mukaddes kelimeyi öyle ağzınıza alın.


siz de trt'nin islamiyeti övmeye diye yola çıkıp, üç beş şarklının yobazlığına kurban eden pek muhterem müdürleri... bizim müslümanlar hakikaten dünyanın en seçkinleridir, onlara üçüncü dünya softalarının şarkıları ile ingilizce islam propagandası yapmaya illâ da hevesli iseniz, bâri radyoyu tercih edin. bizim millet öyle çoluk çocuğa yan bakanı pek sevmez mâlum, sapık sahneler sergileyip de afganlarla pâkilerle araplarla aramızı açmayın.

yüce allah da, sizi bildiği gibi yapsın da, bizi sizden beterinden esirgesin.


----------

(*) başka çalgı olmaksızın insan sesi ve def ile tutulan ritm

salak, temininde güçlük çekilen eleman değildir

kafalar modern olmayınca, müesseselerin modern hayattaki düzenleyici rolünü anlamak da imkansızlaşır. o zaman da, kendini akıllı zanneden ama kurnazlıktan önünü göremeyecek kadar da zihnen mahcur oportünistler, işlerine geldiği gibi kuralları evirip kıvırmakta mahzur ve beis görmezler - şaaaap diye popoüstü oturana kadar (*)!

onun için, modernite mevcud ise, onun olmazsa olmazı olan demokrasi, "kuralların nasıl değiştirilebileceğine dair bir mutabakattan" çok, "kuralların değiştirilmesine dair kuralların" nasıl değiştirilebilecekleri konusunda mutabakat sağlayan bir toplumsal sözleşme,bir kollektif anlaşma varsa işleyen bir kamu düzenidir.

moderniteyi kavrayamayan zihinlerin demokrasiyi anlamaları da zor olduğundan, üçbuçukuncu dünyada anayasalar da, sair temel kurallar da yaz-boz oyununa benzer. her aklıevvel, her sıkıştığında toplumun kaidesini mıncıklayıverir.

üçbuçukuncu dünyada, bir de bakarsınız ki cumhurun 11. reisi olmayı becerememiş bir adamın siyasî intikamı alınacak diye, 11. cumhurbaşkanının nasıl seçileceğine dair bir "esas teşkilat" değişikliği yapılmış. sonra bir daha bakarsınız ve ne görürsünüz? 11. reis-i cumhur olabilememiş adam, bu sefer seçimi kazanınca 11. devlet başkanı olmuş ama onu cumhurun 11. başı olarak cumhura seçtirmek için çıkarılan yasa da, çengele asılı iki saat önce tutulmuş kalkan balığı kadar dipdiri...

ondan sonra çevir kazı yanmasın... hazreti, seçer gibi yapıp milletin boğazından aşağı dayatırken semtine uğramadığın o muhalefet müsveddesi partiler ile pazarlık et dur. işte tam da bu noktada, gerçekten hakiki bir üçbuçukuncu dünya enstantanesi size!

muhalefet de her halde, cumhurbaşkanlığı bunalımı falan doğar da, tekrar seçime gidilir, maazallah bu sandalyeleri de kazanamaz hepten madara oluruz korkusundan, kayığı sallamamak için, kriz önleyici uyumlu bir sorumluluk imajına sarılmış durumda... iyi de, haltçılara uyumluluk, bana mini eteğin yakışacağı kadar bile yakışmıyor haa...

aslında, seçim korkağı, gizli ve şirret statükocu haltçılar ve de bir kaza olursa meclisten atılmaktan ödü kopan, apocu mu, türkiyeci mi oldukları meşguk dtp yerine doğru dürüst, cevval bir muhalefet olsa, yürütülecek kampanya belli idi:

referandum için gidin, olumlu oy verin, değişiklik aynen çıksın, abdullah gül'ün, hafif de güven bunalımı dumanları ile kaplı cumhurbaşkanlığı sorgulanır hale gelsin... hatta anayasa mahkemesinde iptal edilsin - çünkü, anayasaya girdikten sonra kesinleşecek "11. cumhurbaşkanını halk seçer" hükmü, gül'ü de kapsayacak (**).

tayyib efendi & şürekâsı & gülsuyu'na daha güzel nasıl (siyasî) kazık atabilirsiniz?

pekiyi, bizim cumhurun, cumhuriyet halt fırkası davuluna halay çeken cumhuriyetçi kesimi ne yapmakta? ona buna e-mail atıp, "referanduma gitmeyin a-ke-pe nin gerçek oy oranı ortaya çıksın" diye cinâne zırvalar yumurtlamakta (***)...

size gül yetmez hakikaten dikeni de lazım be...

------
(*) insan zaten poposunun üstüne oturan bir hayvandır. burada kastedilen, gayri-iradî oturma diye tabir edebileceğimiz düşmeler elbet de...
(**) cumhura reis gül olmuş, olmamış umurumda değil... o şekilde makama gelişinden hoşlanmadım. seçimi legal idi tabii, ama siyaseten ve içtimai açıdan meşruiyeti halel görmese de zedelendi. onun için gidip genel oyla seçilip gelmesini şahsen tercih ederim.
(***) burada ilan ediyorum, bu zırvayı kim ciddiye alıp da işlerse nezdimde salak sınıfında yer alacaktır. ne yazık ki salak, temininde güçlük çekilen eleman kategorisinde değildir.

Sunday, September 30, 2007

dikkat! asıl post aşağıda...

benim acemiliğim... blogger.com'u doğru dürüst kullanamayınca, sıralama karıştı.

bugünün "post"u birkaç sayfa aşağıda; 'yetti lan bu "mahalle" ağızları' başlıklı yazı. lûtfen onu okuyunuz...

Thursday, September 27, 2007

efendi gibi eleştirmek

hani, her hangi bir uyarı, duyuru, okuma ya da tecrübeden ders mers almaları mümkün değil (*) de, cumhuriyet halt fırkası yetkilileri, ankara hukuk fakültesi dekanı metin feyzioğlu'nun, sakin ve sağduyulu görünümü ile tayyib efendi & co. & gülsuyu organizasyon içinde bir sabite (constant) işlevi yapan dengir mir mehmet fırat ile yaptığı fikir teatisi (**) sonunda ortaya çıkan somut ve yararlı görüşleri takip etseler, doğru izi de bulup, neyin münazara edileceğini kavrarlardı belki... ama ne niyet var ne kaabiliyet.

feyzioğlu hoca, taslaktaki "genel adap" zırvalığının açacağı sorunlar ile, yüksek yargıyı siyasetten uzak tutma gereğini vurgulamış. fırat ise, "siz de bir teklif hazırlayın, onu da kaale alalım" demiş. kimse de "kaç paraya satın aldınız lan?.." edasında tophane ağzıyla anyasa taslak kumpanyasına çatmamış...

bu arada, ciddi olarak, anayasada değil hukukun her hangi bir bağlayıcı metninde bile "genel ahlak, adab-ı umumî " gibi abuk subuk, tarifi imkânsız ve herkesin her istediği yere çekebileceği muğlak, içi boş kavramlar arkasına saklanıp, başörtüsü, sarık ve/veya malezyalaşmayı aradan kaynattırarak legalize etme numaralarını da kimse yemez haa... anayasa ile öyle laba luba, laga luga ile oynarsanız, er geç 21 ekimde yaşayacağınız "seçeceğimiz 11. cumhurbaşkanı hangi 11. cumhurbaşkanı olacak?" gibi abuş durumlara da alışkanlık kesbeder, kuyruğunu yutmuş yılan gibi debelenir durursunuz, yaaa... benden uyarması.

---------
(*) mümkün olsaydı, baykal yerine, ondan da beter bir şirretlik edası içinde, siyaseti her şeye ve herkese çemkirmek sanmakta şampiyon haluk koç'un adı lider adayı diye geçer miydi?
(**) alış-veriş... hangisi daha lafa benziyor?

angarya

muhterem cumhuriyet halt fırkası sever halkım... gerçi örgütünüz de, lideriniz de hakkında laf etmeye değmez siyasi unsur arasında da, artık adam sade siz sadık üyelere/taraftara eziyet etmeyi bıraktı, "kamu zararlısı" halini aldı.

en son, daha bütünü hatta nüvesi ortaya çıkmayan, hakkında dedikodu ötesinde bir şey bilmediği ama her fırsatta gübre attığı taslak metni hazırlayan ergun özbudun & sivil anayasa kumpanyasına çatmaya başladı. ne imiş, adamlar (ve bizim serap yazıcı hanım) korkunç bir şey yapmışlar... ne yapmışlar? onlara anayasa siparişi veren iktidar partisinden, çalışmalarına mukabil, para almışlar! ne ayıp! ne hiyanet! ne dalalet! ne cinayet!

halbuki, siyasi bir müşteriye, akademik nitelikte bir iş yapıyorsan, bundan para alamazsın. cumhuriyet halt fırkası başkanı, doç. dr. deniz baykal'ın vakt-i zamanında yaptığı üzere, bir rapor hazırlar, parti büyüklerine arzeder ve şansın da yâver giderse, ikbal basamaklarını tırmanmaya başlarsın. nitekim, deniz bey aynen öyle yapmış, ismet (inönü) paşa, bülent ecevit aracılığı ile eline geçen rapor hoşuna gidince, baykal'a partide güneş doğmuştur.

baykal siyasi hayatı boyunca hiç bir işe yaramadığı gibi, hiç bir "" de yapmadığı için (*), her ne kadar gûyâ emekten yana bir partinin başında da olsa, insanların harcadıkları zaman ve gayret karşılığında ödül olarak ikbal vaadi yerine, çok daha objektif bir değer olan "para" aldıkları modern çağın da hayli gerisine kaymakta anlaşılan.

deniz bey açsın da, 12 eylül faşizan dikta döneminde yapılan yürürlükteki anayasamıza bir baksın. alternatif taslaklara bu kadar bozulduğuna, kendileri de bir yenisini sunmadıklarına göre anlaşılan pek memnun olduğu o otoriter hatta totaliter mantık ile yazılmış metinde dahi, "angarya", yani millete bedava iş yaptırmak, yasaktır.

baykal farkında olmayabilir ama, anayasa taslağı yazmak, bir ""tir. üstelik, bayağı da zihni ve bedenî çalışma gerektirir. ve sosyalist enternasyonal üyesi siyaset esnafı, sahiden emekten yana ise, çalışanlar "para aldılar" diye yaygara yapacağına, "para verdiniz mi?" diye çalıştıranı sigaya çekme durumundadır.

tabii, cumhuriyet halt fırkası için "beyin" vücudun bir aksesuvarı, zihnî çaba da "efkâr" sınıfında hoş bir boşluk ve "emek" 19. yüzyıl modeli beygir gücü harcamaya dayalı enerji tüketiminden ibaret ise, o başka...

neticede, başta söylenen, sonda bir daha doğrulanmakta, cumhuriyet halt fırkası da lideri de lafını etmeye değmez siyasi unsur arasında! siyasi mevta fırka "at eşşek yönetmek" kökünden gelen siyaseti bâri doğru dürüst yapacak kaabiliyet olsa, insanların emek karşılığı ödüllendirilmelerine parlayacağına, harcadıkları emeğin ürünü, yani, özbudun taslağının içeriği ile uğraşır.

-----------
(*) 12 eylül zoraki tatili zamanında iş yapar gibi yaptı ise de, muhtemelen. temelde yine eski siyasi bağlantılar ile devran dönmekte idi.

Wednesday, September 26, 2007

yetti lan bu "mahalle" ağızları

benim talebe hatırlamıyor, onlara söyletilmemiş... bizim çocukluğumuzda bir marş vardı:


türk çocukları, türk çocukları
gözler ileri, başlar yukarı
yarınki hayat yurt ufukları...


diye giden, faşizan tek parti anlayışının "her türk asker doğar" mantığı ile bileşkesinden türeme, zihinlere üniforma giydirmeye yönelik bir şartlama - endoktrinasyon geleneğinin ürünü, adı da zaten "marş" olan ruh fukarası bestenin güftesi de bir yerinde şöyle sürmekte idi:


çocuklar aziz vatan malıdır
yardım görmeli bakılmalıdır.


hani, mala, davara, eşşeğe, bineğe yemini, arpasını, suyunu verirsin de bakarsın ya... aynen öyle, "mal"a bakacaksın ki okusun büyüsün... ezberini öğensin, vatana millete hayırlı evlad olsun. ama kendine hayrı dokunan bir birey olması şart da değil. öyle kendi başına, aklına gelen her şeyi falan da düşünmesin. yurt ufuklarına "büyüklerini sayıp, küçüklerini severek", mevcutlu ve denetimli şekilde açılsın ki "varlığı türk varlıüına armağan olsun"...


cumhuriyetin pedagojik mantığı, "teb'â devleti içindir" düsturunu ilkokul seviyesindeki, artık "kul" olmaktan kurtulan ancak da "mal"lığa terfi eden küçük "uyruk"lara böyle aşılamakta idi...


şimdi de, entelecentsiyamız "mahalle baskısı" dolayısıyla aziz halkımızın bir bölümünün başörtüsü bağlamaya zımnen zorlanacağı, diğer bölümü de, modernist kesimlerin gizli kınaması sonucu vatan evladının dinden, imandan, ibadetten mahrum kalıp soğuyacakları korkusunu gütmekteler...


garfucius (ingilizce) yazdı: 19. yy bilgelerinden (1) alman sosyolog ferdinand tönnies'in saptadığı üzere, mahalle baskısı gibi insanı sosyal olarak üniform-ist yörüngelere yönlendiren belirleyici mekanizmalar, yüzyüze, tanışıklık boyutu yüksek ilişkilerin fazla da karmaşıklık arzetmediği, bireyi kontrol eden süreçlerin gayet sıkı işlediği, küçük ve kapalı "cemaat" (gemeinschaft) türü topluluklarda yaşanır. daha karmaşık, kalabalık ve kapsamlı cemiyetlerde (gesselschaft) ise, yüzyüze ilişkiler çok daha sınırlı, kişilerden/kişiliklerden bağımsız, kurumsallaşmış, genelgeçer bazı kurallara bağlanmış anonim ilişkiler egemendir. insanlar, dar köylü mekânlarda adam adama markajı andıran bir sosyal denetim yerine, daha çok, karmaşık bir örüntü içinde birlikte yaşamayı düzenleyebilecek kadar geniş kapsamlı, menfaate rasyonel düşünme yöntemi ile ulaşmayı öngören, medenî", (yani şehirli, asla da "kentli" değil) ve şehir ruhu dolayısıyla içselleştirilen normlar (kurallar) çerçevesinde hareket ederler. normların uygulanmasında umum (2) menfaati adına devlet gibi bir otoriter unsurun münhasıran (exclusively) kullandığı yaptırım gücü, çevreden gelen kınama-onaylama zincirinin yerini alır.


özetle, birey nasıl davranacağına geleneğe, dine, duyguya, metafiziğe göre değil, normların bilinci ile, kendi mantığına dayanarak karar vermek durumundadır. mantık, illiyet (3) atfetme bağlamında, hemen hemen her yaratıkta mecburen bulunan bir özelliktir. gesselschaft, karmaşık bir yapıyı simgeler. ilişkiler ne denli karmaşıklaşsa da, uslamlama (akıl yürütme) yöntemi, matematik ölçütlere uyarlanarak "rasyonalite" boyutuna erişmiş olmayan kişiler de toplumun bir parçası olarak o karışım içinde mevcutturlar. dolayısıyla, karar vetiresinde yine din, gelenek, adet, töre gibi düşünce ve davranışı kollektivize ve uniforme etmeye yarayan müesseselere atıfta bulunan kişiler de tabii ki etrafta var olabilirler. ancak, değişmeyen şudur ki, ne yapacağına ilişkin nihaî kararda belirleyici, insanı çevreleyen topluluğun tercihleri değil, bizzat kendi bilgisi ve ona dayanan iradesidir.


ayrıca, ilişkiler ne kadar cemiyete özgü anonimite çerçevesi içinde yürüse bile, elbet de insanın daha dar anlamda cemaat oluşturduğu, aile, dostluklar v.s., bir kaç yakın ilişki örüntüsü de daima vardır. her grup, kuralları ile birlikte varolduğu için, onlar da kişi üzerinde hem sınırlayıcı, hem yönlendirici etkiler yaparlar. burada önemli unsur da, insanın o dar çerçeve içindeki varlığının ne ölçekte mecburî, ne ölçekte gönüllü, ihtiyarî ve iradî olduğudur. bariz şekilde ortadadır ki, gemeinschaft türkçede kırsal diye pası kalaylanan köylülüğe özgü bir sistematik, gesselschaft ise şehirli, medenî bir örgütlenme ürünüdür.


eğer, toplum denen insan yığını, medenî hayatın bağlayıcı harcı demek olan özgün bir kültür geliştiremeden şehir adı verilen mekânlara doluşmuşlar, yanlarında da cemaat tarzı örgütlenmelerini getirip, şehre aynen yamamışlar ve en korkuncu, orada daha önce varolan kültür örüntülerine egemen kılacak biçimde ikâme etmişler ise, çoğu zaman sınıf ilişkilerini dahî aşan bir cemaatleşme şehir mekânı içinde de kendini gösterir. kültür, bir "zihin biçimi"dir. köylülük, o zihin yöntemini, özgürleştirici değil, kısıtlayıcı hükümleri ile tüketmeye başlar, çünkü şehir, sırf mekân olarak bile serbestî çağrıştırır. dar kalıpların alışkanlıklarını zorlar. şehri işgal eden gemeinschaft içinde daralan kafalar, kontrol edemedikleri serbestlikten korkar, muhtelif yasaklamalara girişerek, bir yandan zenginliğini ve diğer nimetlerini sömürdükleri o kültürel mekânı, tanıdık, bildik normlarla dönenbir gemeinschaft çevresine indirgemeye çalışırlar. taşra bu şekilde varoşa evrilir. insanlar, gruplar halinde markalaşır, tekdüzeleşir, özellik ve özgünlükleri tesviye (4) edilir; böylelikle aynılıktan doğan sun'î bir güven hissi yaratılır. şehir, medenî dinamiğini kaybeder, kentleşir.


ancak bu arada şehir de etkisini sürdürmektedir. sırf fizikî zorlamaları ile bile, mesela, kadınları gecekondu mahallesinden çıkartır, nişantaşı'na, çankaya'ya, kordon'a çalışmaya gönderir. o adaptasyon süresi ve de süreci, sosyal bilimler alemimizin evrensel gurur kaynaklarından mübeccel kıray hocamızın sosyoloji bilimine armağan ettiği "tampon kurum ve mekanizmalar" aracılığı ile geçiştirilmeye çalışılır.


bütün bu anlattıklarımda eksik olan tek unsur ise, "birey"dir. birey, bizzat modernitedir. birey, kişiliği, imkanları oranında özgürce gelişebilen insandır. birey, gemeinschaft darallarında gelişmesi çok güç olan bir medenî üründür. bir şehire ait olduğu ölçüde de, kosmopolit, yani her şehrin de hemşehrisi, dünyevîdir. hayatına yön veren kurallar en duygusal oldukları zaman bile rasyonalite terazisinde tartılabilir, gemeinschaft'a özgü metafizik ölçütlerle değil.

demek ki neymiş? mahallenin, köyün vs. baskısından mı çekinmektesiniz? inançlarınızdan başlayarak tüm "bilgi"lerinizi kabullenmeden önce gözden geçirebilir misiniz - çünkü bilgi zaten inançtır, bütün mes'ele, inanmak için yeğlenen ikna yöntemindedir -? kutsal saydıklarınızı ne bahasına da olsa da, seküler bir rasyonalite ile baştan tartabilir misiniz? kendinizi bu "eleştiri"nin merkez odağına yerleştirebilir misiniz? yetersiz bulduğunuz yerde ve takdirde, kendi kişiliğiniz ile de güreş tutabilir, sırtını yere vurabilir misiniz? düşünce, tutum, davranış kalıplarının kolaycı güvenliğini terkedip, düşünme yönteminize sorgulamacılığın kirpi oklarını yerleştirebilir misiniz?

kolay mı sandınız? son 40 yılda bunu sadece hippieler bir ölçüde becerebildi. onlardan önce de pek az filozof çoğunluğun ana kucağından kopup da existentialistler gibi, kendi karanlıklarınnı zihinleri ile ışığa boğmaya cesaret edebildi. medeniyyet, onlardan ışığı kullanmayı öğrendi. şehri medenî kılan zihin yöntemi, post-moş (5) konformizmler ile değil, reddiye (negation) ile umumun içinde özgün yerini bulmayı birey için mümkün kıldı. medenî olmak ile birey olmayı birbirine yakın tecrübeler haline getirdi.

yoksa, o mahalle baskısı dediğiniz olgu, her zaman, her yerde var ve hep olacak. insanlar, hepimiz, her birimiz, kişiliklerimizin direnmeyi başaramadığı noktada ona bir türlü boyun eğeceğiz. bu boyun eğmenin derecesini de, aklımızın sağladığı imkânları ne ölçüde özgürleşme arzumuzun emrine verebildiğimiz belirleyecek. paradigma özgürlük değilse, kimimiz başını zorla örtecek, kimimiz imaj uğruna bilmem ne kafeden çıkmayacak, bilmem ne mağazası dışında bir yerden giyinmeyecek; illa da bilmem ne marka cip kullanmazsa, en önce kendisi kendini adam yerine koymayacak...

eh çıkıyor ortaya değil mi, neden öncelikle türban takma, çarşaf giyme, cübbe-sarık ile dolaşma hakkını değil de kıçını, başını, göbeğini açma hakkını korumak gerektiğini?

--------

(1) az önce tv'de hasan bülent kahraman, tarihî perspektif sana-geldiği eskiye bakış katıklı geleneksel laf kalabalığı içinde "mahalle baskısı" kavramını şerif mardin hocaya mahsus bir kurgu gibi sunmakta idi. mardin hoca elbet de olguya pek de hoş bir ad taktı ise de, tönnies ile sınırlı olmayarak çevrenin birey üzerindeki şekillendirici baskısı ilm-i içtimaiyede (sosyoloji) hayli eski bir illgi alanıdır. ruhiyat-ı içtimaiyede de (sosyal psikoloji) "peer presure" veya grup baskısı gibi başlıklarla, bıktırasıya incelenmiş, kurcalanmıştır. sosyal bilimi medya tatavası sananlara duyurulur. isterlerse veysel batmaz ile yazdığımız "ben ve toplum" adlı kitaptan bir kopya satın alıp, oradan bazı "basic" bilgileri öğrenebilirler.

(2) amme, kamu ama kamunun düşüncesi, "efkâr-ı umumiyye" diye de anılan kamunun "oyu" değil...
(3) aetiology, sebeb-sonuç ilişkileri
(4) aynı seviyeye getirmek
(5) postmodern-ist...