Tuesday, August 28, 2007

garson, şarap, cummhur ve başı

türkiye de turizm denince ilk akla gelen yerlerden bodrum'da, denizin tam kıyısında, son derece müstesna bir konumda, bir spor kulübü tarafından işletilen bir mekânda, yabancı uyruklu bir müşteri ile baş garson arasında (türkçe) geçen konuşma (*):

- şarap ne var?
- kırmızı var beyaz var
- tamam anladık da yani kırmızı ne var, beyaz ne var?
- beyaz kavaklıdere var, yakut var
- kardeşim yakut kırmızıdır... ve kavaklıdere şarabıdır zaten...
- abi siz durun, ben bi bakıp geliiiim...
- tamam boş ver, anlaşıldı, sen bize bi yeni rakı getir bi zahmet.

kıssadan hisse:
eğitim eğer hayat ile bütünleşmemiş ise "şartlanma"dan öte gitmez. şartlanma da, maazallah, adamın üzerinde frak pantalonu üstüne giyilmiş al don gibi durur, vallahi.

şimdi çaktınız mı, 80 yıldır onca cumhuriyetçi "eğitim"e rağmen "aslına uygun" birimizi neden ve nasıl bugün cumhurumuza baş eylediğimizi?

ya da, en azından yirmi - yirmibeş (**) senedir, şaşmaz bir şekilde konserve kutusunda sardalya gibi kamyon kasalarına binerek, fındık, pamuk, hıyar vs. toplamaya giderken / gelirken telef olan yüzlerce vatandaşın, önümüzdeki çok sayıda yıl da değişmeyecek olan "kaderlerini" temsilen, henüz seçilen başın ister tesettürlü ister açık, bu cumhura pek münasip düştüğünü de?

eee, çelebi, böyle olur bizde üçbuçukuncu dünya dediğin...

---------
(*) benden gayri üç şahidi daha var inanmazsanız.
(**) trafik gibi, kazaları da sosyoolojik bir vakıadır. son 25 yılda trafikte değişen sadece kilometre yol başına araç sayısı değil, o araçları kullananların (yalnız sürenlerin değil, tüm yararlananların) profil çizgileri de yeniden oluştu. ama bu ayrı bir yazı konusu.

Tuesday, August 14, 2007

hoşgörsem de tanımam abi... (1)

NOT: BU POST’LARI YUKARIDAN AŞAĞI
NUMARA SIRASI İLE OKUYUNUZ LÜTFEN


bugün hürriyet gazetesinde vahim bir cehalet örneği vardı.

bizim, müftü ve imamlar öncülüğünde el kol sallayarak yağmur duasına çıkan mütedeyyin alaylarımızın, o kadar da ilkel bir iş yapmadıklarıını ima eder bir ifade ile ortodoks, katolik ve protestan hristiyanların da benzer biçimde rahmet için sokaklara dökülüp tanrıya yakarmaya gittikleri bildiriliyor ve “incilden” dualar okunduğu anlatılıyordu.

bu derece cahilane bir hatayı yeni şafak, milli gazete hatta zaman yapsa, doğrusu yüzümü buruşturur geçerdim de, “mainstream” çok satan bir gazetenin, gûya “enforme” edeceği kamunun bilgi boşluklarına bu derece düşüp, popüler cehaleti bu derece kurumsallaştırdığını görünce, üç kişi doğruyu öğrense yeter deyip yazmaya karar verdim.

öncelikle, türkçede “incil” dediğimiz kutsal kitap (ki, kafir lisanlarındaki “bible” formu, yunanca “kitap” anlamındaki olan “biblos” tan gelir, çünkü hristiyanite, esasen bir anadolu dinidir!), bir bütündür ve iki bölümden oluşur: eski ahit ve yeni ahit. ayrıca “apocrypha” diye adlandırılan bir tür “appendix” niteliğindeki yazılar da vardır ki, onlar ayrı bir konudur çünkü kutsal kitaba organik biçimde eklenmiş değildirler. ya gizli ya da güvenilir olmayan kaynaklardan yayıldıkları varsayılır. museviler için incil, eski ahitten ibarettir. iseviler ise, bizzat isa’nın sinagogda yahudi rahiplere ders verirken belrittiği gibi, “yazılı olana” (scriptures, yani yahudi dinî metinleri) bağlı oldukları gibi, “gospel” ya da “muştu” denilen ve isa ile havarilerinin eylemlerini anlatarak hristiyanitenin özünü sunan yeni ahite (*) de inanırlar. eski ahit türkçeye genel deyimlerle , tevrat-zebur; yeni ahit ise incil olarak girmiştir.

incil” eski ve yeni ahitleri ile bir dua değil, özel ve özgün, ibret alınacak tecrübe ve dersler yanında öğütler de sunan bir“tarih” kitabıdır. yahudilikte de hristiyanitede de, her mezheb nasıl dua edileceğini, yani tanrı ile nasıl “communion” (birliktelik) içinde olunacağını “kanon” (evet, evet, bize de arapçadan geçen “kanun” ile aynı kökten) yayarak saptarlar (**). mesela protestan bir zenci kilisesi blues şarkılar ile ibadet edebilirken, methodist protestan kilise buna hiyanet gözüyle bakar. katolik kilise zaten kendisiini “tek” addettiği için, ötekileri toptan yanlış sayar. öyle ki, floransa’ da 1439’da toplanan (son) konseyde papa‘ya bağlılık anlaşması yapan, dolayısıyla vatikan için domus’unun parçası olan istanbul merkezli ortodoks kilise dahi, hâlâ uygulamada yanılmaktadır.

bu arada, ibadet ve dua prosedural olarak, mesela anglikan kilisede, katolisizm ile aynıdır. ama burada bizim için önemli olan, dua ve ibadet biçimlerinin incile dayanmakla birlikte ondan doğrudan kaynaklanmadığı, ruhban görevlilerce örgütlendiğidir. yani, hürriyet’in zırvaladığı gibi yağmur duasına çıkan hristiyanlar “incilden” dualar okumazlar.

bunun ne önemi mi var? sonraki bloga bir bakıverin lütfen.

----------
(*) yeni ahit, havari olarak isa‘nın yanında yürüyen 12 öğrencisinden (disciples) matta, “evanjelist” (muştucu) markus, hekim lukas ve “ilahiyatçıyahya (yohannus) tarafından oluşturulduğu benimsenen, isa'nın hayatını ve söylemini anlatan dört “gospel”; isa öldükten, yahuda (yudas) kendini astıktan sonra, "apostol", yani havariyun’un yaptıkları işleri anlatan ve kaynağının yine tarsuslu pavlus’un arkadaşı ve yoldaşı markus olduğu kabul edilen “eylemler”; pavlus’un mektupları (epistles); diğer havariyun tarafından yazılan mektuplar ile ilahiyatçı yahya’nın “prophetic” öngörülerini yazdığı ve kıyameti de anlattığı "revelations"dan oluşur. apocrypha dan bazı metinler de kanonik literatür içinde yer alır.
(**) elbet de, yeni ahitin kendi de bir “kanon”dur ve dua içermese de, dualara kaynak olur. ayrıca ayinlerde incilden pasajlar okunması da şarttır.

genelevin önünden geçtim, ne görüler gördüm (2)

hristiyan müminlerin doğrudan incilden değil de, din adamlarının oluşturduğu “kanon”lara göre dua ettiklerini bilip bilmemek çok mu önemli?

tabii ki hayır...

değil mi ki sizin ilgi alanınız gassaray'ın kasımda kimi transfer edeceği ile tuğba özay'ın hapiste ne cins paçalı don giydiği sorunsalları arasında, alabildiğine geniş bir evrensel yelpazeyi, kapsayarak, sarkaç gibi gidip gelmekte, size ne dert “esoterik” kültürlerin hangi düşünsel payandalar üzerinde yükseldiklerini bilmek - velev ki, o kültür ile taht-el şuurunuzda ezeli düşman olmayı borç bilseniz de?..

cep telefonuyla baldır-bacak resmi nasıl çekilir ve eşe dosta mail edilir, öğrendi iseniz, tek eksiğiniz çat-çut yapacak bir msn adresi. evelallah, o da zaten herkeste mevcut. bu dünyayı tüketene kadar,yedi kerre doğar onyedi kerre (*) ölürsünüz, yeter de artar bile...

bendeniz, çocukluğumdan beri, o hain ve islamiyet düşmanı yunanların (**) nasıl camilerimizi ahır, depo, meyhane olarak kullanmak sureti ile bizi tahkir ve tahrik ettiklerini okuyup dinleyerek ve de her hangi bir yere gittiğimde, sarıyer'den samandağ’a kadar tüm yurdumuzda yıkılmaya yüz tutmuş olsa da milli kültür mirasımızın birikimlerinden sayılması gereken kiliselerden, manastırlardan ayakta kalmayı başaranların çok daha beter amaçlara tahsis edildiğini anlamaya çalıştım. neden yanina'da (yanya) eski bir cami kültür merkezi yapılıp içinde alkollü kokteyl düzenlendi diye ayaklanan çoğu zaman da resmi zevatın, yurdumuzun her tarafında muhtelif imla biçimleri ile “şapel”, “ayazma”, “havra” gibi adlar ile açılarak pek de din ve ibadet çağrıştırmayan şeylerin yapılabildiği mekanlar olarak eğlence sektörümüz hizmetine sunulmasına neden hiç tepki göstermediğine akıl erdirmeye çalıştım. malum, en saçma “kanun”larımızdan biri de, cami, okul, resmi daire vs. ye 100 metre yarıçap mesafesinde içkili yer açmayı yasaklar da... başka dinler dinden sayılmıyor mu kanunen yoksa “hoşgörülü” (**) ülkemizde?

iyi bir örnek ister misiniz dini duyarlılıklar konusunda hem seküler türkiye cumhuriyetindeki resmi, hem de laik (***) düzlemdeki müslümanların gayrimüslim önceliklerine karşı vurdumduymazlıklarına?

sizce karaköy’ de rum ortodoks kilisenin hemen bitişiğinde, az ilerdeki ermeni gregoryen kilisenin ise pek az uzağında, belediye ve ilgili diğer resmi kurumlar denetiminde halkımızın seçme erkek nüfusuna durmaksızın hizmet eden ve sittin senedir orada çalışan kerhane sizce nasıl bir “görü” nişanesi?

hâlâ mı size ne incil de dua olup olmadığından? bir sonraki blogu okuyunuz lütfen...

---------
(*) eh, üç kerre vatan, iki kerre fener ya da galatasaray, beş kerre mahalle kavgası, dört kerre namus, bir-iki kerre şu-gavurlara-haddini-bildirmek, kalanında da avrupa’ya "gelen türkler"in ayak seslerini duyurmak için... haa bu arada aritmetik şaşmış, salla gitsin, kime ne?
(**) bir yanlış laf daha... "yunan" kelimesi "iyonyalı" demek olan "ionnian"dan türemiştir. yunanlı demekle aslında yunanlılı demiş olmaktasınız nEtekim.
(***) bu hoşgörü lafı da pek hoştur doğrusu, da en önemli özelliği, sonuna kadar boştur. asla varolmamıştır. laik anlamda bir karşılıklı tahammül mevcuttur da, resmi düzeyde asla “müsamaha”dan dürüstçe sözetmek mümkün değildir; ta ki, tanzimat ile zorlanana kadar. sonra da, refah hareketi şahlanıp millet müslüman olduğunu veya olması gerektiğini zannettiğini farkedince, başka dinlere de ilgi muvacehesinde ivmelenmiştir “hoş-görü” görgüsüzlüğü.
(****) dini bir görevi bulunmayan; ruhban sınıfından değil, halktan anlamındaki “lay” (lai) kelimesinden türeyen şekli ile, “halka dair” anlamında;m yani “şahıs laik değildir devlet laik olur ancak” buyuranlara da accıcık “değdirme” ile.

allahtan medyaya güvenen yok... (3)

bir popüler, “çok satan” gazetenin, hakkında haber yaptığı, hele hele haberinde gizli bir ideolojik değinme de saptanabilen bir konuda cehalet sergilemesi, mesleki sorumsuzluğun ötesinde, aklın aynasına vuran sosyolojik bir çarpıklık işaretidir de...

hürriyet, bu kadar basit bir meseledeki vurdumduymazlığı ile türk halkının kendi basit, güncel, dar ölçekli ilgi alanlarına ne feci biçimde hapsolmuş, “parochial” bir az gelişmiş ülke toplumu özellikleri sergilediğini belgelemiştir.

tek taraflı hassasiyetler; “evrensel” sayılabilecek hiç bir ölçütle desteklenmese de, kendi haklılığına ve doğruluğuna fanatik, eleştirelden tamamen uzak ama bir yandan da azami güven yokluğunu imleyen bir mutlakiyet ile inanma çabası, zihni dışarıya kapatarak, evrenselden yansıyan ışıklara gözlerini yummak... ve en önemlisi, araştırmayı, bilgilenmeyi, öğrenmeyi (*) gereksiz ayrıntı sayıp, söylenti ve dedikodu düzeyinde kollektif gerçekler üretme çabasına girişmek...

bütün bunlar o haberin içinde söylenmemiş olanlardan bangır bangır bağırmakta değil mi sizce?

galiba, bu durumda, toplumun geleceği konusunda iyimser olmayı destekleyen yegane veri, şu meşhur “kurumlara güven” soruşturmalarında “medya”nın en az itimat telkin eden müesseseler arasında daima ilk üçte yer alması!..

---------
(*) hürriyet'te, aynı nüshada kıbrıs mahreçli bir haberde de yunan başpsikopos hrisostomos'un "akp hükümeti ve askeriye beni türkiye'de istemedi o yüzden patrik'i ziyaret edemedim" dediği iddia edilmekte idi. medeni dünyada, en kötü taşra gazetesi bile bu derece önemli bir uydurmacayı dışişlerinden bir "comment" alarak "check" (?!) ve tey'id/red ettirir, haberini habere benzetirdi. hürriyet' in muhabir ve editorial ekibi, anlaşılan, dört başı mâmur haber yapmayı "çok fazla gazetecilik" saymaktalar. bu arada, başpiskoposun tavrı da, yukarıda anlatılan "az gelişmişlik" kalıbına bir başka örnek...







Monday, August 13, 2007

anomik zırıltılar diyarı türkiye

seçimden sonra yazdığım gibi, türkiye'nin geleceği, tayyib efendi & şürekâsının kazandıkları kat'i meşruiyeti "artık bir arada yaşamayı beceremeyecek kadar başıbozuk hale gelip, bu anomi durumunu birey/lik/sellik/cilik sanacak kadar da felsefesiz ve de toplumsal yaşamın fiziki ve psişik alanı "medeniyet"i kavrayıp kullanmakta hem vahim cahil hem de ısrarlı olan türk 'halkı' arasında yeni bir sosyal kontrat oluşturmak" yönünde değerlendirerek, gerçek iktidara dönüştürebilmelerine büyük ölçüde bağlı.

türkiye, temelinde kurallar-üstü olmaya dayanan "imtiyaz"ların cazibesi peşinde, birlikte yaşamanın "üste tırmanma" olarak anlayan aptalların engellenmeden at koşturduğu bir deliler damına dönmüş durumda. üstelik deliler genelde akıllı da olduklarından sebeb oldukları zararın kendilerine yine ziyan olarak döneceğini bildiklerinden, sopalarını saklamayı da becerirler. aptallardan ise böyle bir pırıltı değil, muhtelif zırıltı çıkar.

üşenmeyin bizim veysel'in (batmaz) bloguna bir göz atın. tedavi önerilerine katılmasam da "anomi" ile ilgili teşhisleri gayet doğru:

http://www.medyapolitenblog.blogspot.com/

aslında ingilizce bloga uzun bir yorum yazdım ama, kusura bakmayın şimdi bir daha uğraşmaya üşeniyorum.

Sunday, August 12, 2007

ismet berkan yapmıştır

hadi, "çıktığından beri" demeyeyim ama ismet berkan yönetimine geçtiğinden beri, radikal adlı ceride ilk def'a yazarları nuray mert ile perihan mağden arasında kopan kalem dalaşı sayesinde enteresan olmayı başarabilmişti.

yalan olmasın, ben her iki mümtaz muharrireyi de açıp okumadım ama refiklerindeki meslekdaşlarının aktarımlarından kavgayı takib de ettim. pek gerekli sayamadığım konularda, söylenmese de olur lafları eveleyip durdukları için okumaktan hazzetmeyi başaramadığım mert ve mağden de, radikal gibi, nihayet, ilgi odağımın içine böyle düştüler.

ve ne oldu? polemik ankara'nın suyuna döndü... bugün (pazar) "kültürazzi" hürriyet'te hafiften kavganın ortada bir yerde kaldığında değdirmiş ama taraflardan tıssss bile yok kaç zamandır.

muhtemelen ismet berkan "aile içinde dalaş, polemik olmaz, tantanayı kesin" gibilerden bir talimat ile gazeteyi standard sıkıcılığına iade etmiştir.

"müdür" ya...

yorum vaa mı?

tuba özay vak'ası konusundaki yorumlarınızı bekliyorum. siz yazmazsanız ben bir yorum döşenicem haaa!!

Friday, August 10, 2007

garfucius'tan bir inci

bilgi ve yeti edinmemişler için "kolay" diye bir şeyin olduğuna inanan ahmaklara nasıl olsa anlamasalar da, insaniyetlik namına bir mecaz:

"kolay yoldan", eğim aşağı akıp, damlayıp, kuyuda biriken suyun durgunluktan kurtulması ancak çıkrıklı kovaya dolmak veya buharlaşmak ile mümkündür.

o yüzden için tembellik san'at ile; uyuşukluk ise, durağanlık, tutuculuk(*), tutunuculuk, zekâ fıkdanı ile içiçe geçmiş kurnazlık ile özdeş ortamlarda varolurlar.

---------
(*) kök ile yaprak arasındaki ilişkinin "kalıcılığı" ile değil "daimi" olması ile ilgili bir kavram olan "muhafazakâr"lık, asla tutuculuk değildir.

Saturday, August 4, 2007

yağmur duası ederken çarpılırsınız maazallah!

şu günlerde milletin ne seçim derdi kaldı ne geçim, ne de tatil başladı -bitti problemi. varsa yoksa, ay pardon, tabii ki yok ki sorun var; suuuuuu...

sanki gökten aniden inme bir dertmiş gibi!

türkiye'nin su zengini falan olmadığı unutularak bütün kaynaklar heba edildikten sonra,

altın yumurtlayan tavuk kesilmiş. zavalllı tavuğun ne ızgarasına ne de tavasına diş geçirmenin mümkün olduğu anlaşılmış! iş işten geçmiş, hoşgeldiiiin ezeli dost, panik.

ve bulunan çareye kitakse! devlet himayesinde yağmur duası!

önde bir müftü. müftüye de üstelik diyanet'ten cevaz verilmiş. arkada mazbut bir kalabalık. dua edenler, garip ve tuhaf şekilde ellerini kollarını sallayıp anlaşılan yağmur bulutları ile flört edenler. yaptıkları hareketlerin islamiyet ile ilişkisi bulunmadığı gibi dinen mekruh pagan ritüel artıkları olduğunu dahi bilmeden ellerini, parmaklarını ispazmoza tutlmuş ya da horon teper gibi gtitretip, "yukarıya" işaretle derdini anlatmaya kalkanlar. ve de bil-umum diğer türlerden softa cahiller.

ve bunların önüne devletin resmi görevlisi sıfatı ile geçen, tekrar edelim, sizin benim vergilerimizden maaşını alan bir müftü! hadi ben müslüman değilim de, devletimizin en zengin birimlerinden diyanete ödediğiniz vergiler ile dininizin putperest tapınma adetlerine alet edilmesi karşısında sizin fikriniz ve tepkiniz ne aziz yurtdaşlar?

benimkini mi sordunuz? bi dakka, bi dakka... bakalım arşiv ne söyliiicek... hmmm, 13 sene önce yazmış garfucius su babında. o zamanlar, kuraklık değil, seller dert imiş. her ikisinin de aynı sebepten nasıl başımıza geldiğini okumak isterseniz, buyurun:

güldür güldür kültür

su, tarımın vazgeçilmez unsurudur. suya egemen olmak, bozkırı da ekip biçebilmek demektir. toprağın efendisi olmak, ihtiyaçların karşılıklarını yetiştirebilmek demektir. sözlük anlamıyla, "kültür" demektir...

suya egemenlik, toprağın ürününü, tüketime taşıyabilmek demektir. üreten ile tüketenin, üretileni tüketime hazırlayanın fonksiyonlarının ayrışması demektir. topraktaki kültürün, yaşam biçimlerinin farklılaşmasında da yeşermesi demektir. teknikleri ve icadları ihtiyaçlarla ilişkilendirip, teknolojiyi bir ihtiyaca dönüştürmek demektir. tanrı ve tarla arasında sıkışmış zihinlerin yaşam ve keşif ufuklarına keyif ile açılımı demektir.

köylü toplulukların ortak evrensel özellikleri, suyu kullanamamak, suya tâbî olmak gerçeğinde somutlaşır. köylüye özgü, bilinenden şaşmayan "tek yol, tek çözüm" yobazlığından sıyrılmayı sağlayan, suyu yaşamanın yardımcısına dönüştürebilme becerisi ile gelişen düşünme biçimleridir. zihinlerin uçsuz bucaksız tarlalarındaki “ekin”in hasadıdır. şehrin çiçeği kültür, kurulan her pazarda, her panayırın coşkusunda, limandan limana yelken basan her geminin yükünde, bir kentten diğerine şehirliliğin ana değerlerini taşıyarak yayılmıştır.

etimolojisi "bitki yetiştirmek " eyleminden kaynaklanan "kültür", kent söyleminde, "düşünme biçimi" anlamını giyinmiştir. şehir, artı değerlerin çeşitlilik içinde yaratıldığı mekandır. boyu posu, iktisadi varlığı ne olursa olsun, her şehir kendi çeşitliliğini bir kültüre yoğururken, hemşehrilerini hem köylülerden, hem de diğer kentlilerden ayırdeden, kendine özgü bir yaşama ve bilinç tarzı da geliştirir. şehir, farklılığını bilincinin baş ölçütü yaparken, bir yandan da, giderek evrenselleşen bir değerler ve davranışlar sisteminin ağı içinde yeralmaktadır.

köylü topluluklar ise suya egemen olmayı bilemezler. köylülerin yığıldığı, istiab haddinin üstünde nüfus yoğunluğuna tahammül edebildiği için, hasbelkader "kent" diye adlandırılan şehirimtrak mekanlar, ya suyun doğa ve topoğrafya gereği uslanıp, munisleştiği coğrafyalarda kurulmuş, ya da suyu kullanmayı bilen önceki kültürlerden gaspedilmiştir. bir üçüncü şıkta da, su kullanmayı beceren koloniyalist milletler, sömürgeleştirdikleri köylülerin kenti andıran mekanlarına kendi şehir adab ve erkanlarından birkaç tutam serpmişlerdir.

suyu kullanmakla başlayan teknoloji üretiminde yaya kalan köylüler, teknolojinin bireye kazandırdığı zamanın değerlendirilmesi konusunda da merkepten düşmüşlerdir. düşünceleri ucuca ekleyip, bir düşünme sistemi, yani, kültür yaratamamışlardır. köylü yığınlar, teknolojinin ürünlerini kullanmayı öğrenmiş, hatta ihtiyaç haline dönüştürmüş ama teknolojiyi bir ihtiyaç olarak hissedememişlerdir. tıpkı sellerin coşmadığı, kuraklığın dereleri kavurmadığı zamanlarda egemeni olamadıkları suyun ihsanıyla harmana erdiklerindeki gibi, paralarının yettiği kadarıyla çağdaş mekanik nimetlerden yararlanmakla yetinmişlerdir. "mega köylere" yığılmayı medenileşme sanan; başıbozukluğu özgürlük, kargaşayı medeniyet ile karıştıran köylüler, bilim, sanat, felsefe ve düşüncenin yerine, modaları sevmişlerdir. köylü aleminin kültürü, iletişim araçlarının yığınlara tükettirdikleri komprime davranış kalıplarından öteye gidemez. kırsal yoksunluklarla beslenen görgüsüz doymazlık, yeniyi de, estetik ve fonksiyonundan bağımsız olarak, salt yeniliği için erdemleştirmiştir. yeni, başlıbaşına bir değer olunca, şehirliliğin esas kıstaslarının başında gelen köklülük ve süreklilik, ya da tarih duygusu ve bilinci, kullanılamayan sularla birlikte akıp, gitmiştir.

tarlanın bereketi su, kültürü şehirlerde yeşertmiştir. su ufuklarını selamlayan limanlar, yelkenlerinde medeniyet rüzgarıyla meçhulü bilince katan gemileri uğurlamışlardır. köylüler için ise, su, ilahi bir himmet olarak kalmıştır. yağmur ile ekin sulanmış, sel ile felaket yaşanmıştır. uzak liman mapalarına palamar bağlamak, köylülerin düşlerine inebilecek en büyük kabuslardandır... sular akmış, köylüler ürkerek bakmıştır. yalnız tarlalar değil, zihinler de çorak kalmıştır.

suyu abrayamayan köylü yığınların kültür hasadı da cılız olmuştur. kültür, yaşamlar tasarlayacak düşünceler üretmenin sanatıdır. köylü kalmak, fantazmalar düşleyebilme yeteneğinden uzak durmanın cezasıdır. o fantazmalar ki, çoğul ve çoğulcu yaşam biçimlerinin taslaklarıdırlar. nasıl, suyu tanımakla bitki kültürü bilinmeyen çeşitlere doğru genişledi ise, şehir kültürü de, yaşanabilecek olanın yaşanagelen ile sınırlamayan fantazmalardan, varolanı zenginleştirecek tasarımlar geliştirerek yeni evrensel ufuklara açılmıştır.

köylüler ise, duyuları ile sınırlı dünyalarında kâh tv’ den öğrendikleri hayatları yarım yamalak taklid ederek, kah evrenselin küçücük dünyalarını sele kapılmış gibi süpürüp götüreceği paniği içinde, kapanma dürtüsünü siyasete dönüştürme çabalarıyla zaman tüketirler. ve bir bakarsınız ki, yedinci severus’ un 17 asırdır commagena’ ya hizmet eden köprüsü, tamir edilirken yıkılmaktan dönmüştür, ya da bodrum kalesinin şapeline minare dikilmiştir. çünkü köylü değerler, asla bataklık kokularının yayıldığı durgun birikintilerden coşup da güldür güldür çağlayan ve kültürleri sınırlar ötesine taşıyan argın sulara taşamazlar... hüda’ dan ceza taşkınların önünde sürüklenir, giderler.

Friday, August 3, 2007

öten ve tüten türkler

son günlerde esef ile motosiklet kazalarındaki artışı ve giderek artan sayıda kazanın ölümle sonuçlandığını takip etmekteyim.

"beyin" denen uzvun giderek bir aksesuvara dönüştüğü, akıl ve iz'anın vakit kaybı sayıldığı bir toplumsal ortamda bu kazalara şaşırmanın fazla alemi de yok. iki tekerlek üstünde gidiyorsanız, canınız ve sağlığınızdan daima ve her durumda siz sorumlusunuzdur. yandan gelen "ticari taxi"nin kırmızı ışıkta durmayıp da yüzde yüz hatalı olarak size çarpması, ne kemiklerinizin kırılmasını önler, ne de acılarınızı hafifletir. hal böyle iken, medya tarafından yansıtılan kazaların çoğunda kavşağa 120 km ile dalan, yerdeki su birikintisinden hızla geçmeye kalkışan, üstüne üstüne gelen otomobilden kaçıp yol vermeyi erkekliğine yediremeyen motorcu kurbanlar hikaye edilmekte hep. buna eksik donanımla, kabak lastiklerle, görünmeyen ve göstermeyen ışıklar ve karanlık giysiler ile yola çıkan ve "farkedillemeyen"leri de eklemek mümkün.

hele, önce kask olmak üzere, koruyucu ekipman kullanmayanlar, daha doğrusu kadere meydan okuyup delikanlılık ederek kullanmayı reddedenler? her halde biyolojinin hava ısındıkça kafası kalınlaşan özel bir dalına ait olsalar gerekir!

ama onları da geride bırakan bir sınıf var ki, aziz milletimin adını tüm ces'ur halkların en üstüne yazdırmayı başarmakta... ayakta tokyo terlik, baş açık motor üstünde bir yandan cigara tellendirip bir yandan da cep telefonunda konuşan o mümtaz kitle!

ey kahraman ırkımın öten ve tüten örnekleri!

"kader" sandığınız ve sizin dışınızda kuvvetler tarafından üstünüze salındığını varsaydığınız o felaketler örgüsünün aslında akıl, mantık, hatta sağduyu gibi insanoğlunu özel bir tür yapan nitelikler çerçevesinde değerlendirildiğinde, sadece ve sadece "ihtimaller"e indirgendiğini kafanıza sokmak için illa ki kafatasınızda delik açmanız mı lazım?

"türk gibi tütmek" ya da pek övündüğümüz "türk gibi kuvvetli" yakıştırmaları yerine "türk gibi akıllı" nitelemesini asla duymadan ölecek daha kaç türk nesli olacak?

ispirto power! siyasetin geleceği rakıda!

türk'ün fizikle ezeli mücadelesi çerçevesinde, tayyib efendi & co.'nin seçim zaferi de olduk- olmadık siyasi, iktisadi, içtimai ve saire gerekçeler ile açıklanmakta.

yahu! adamlar üç sene ab'nin rotasında siyaset yaptılar, her şey güllük gülistanlık oldu; son yıl kendilerine bir döndüler, neredeyse iç harp çıktı: hâlâ, bugün bile, "ihtilal" lafı ile geviş getirenler mevcud!

iktisadiyat desek, imf'nin ipine sarılmaktan ne zaman caysalar, yıldırımlar tepemize yağdı. eh, imf de iktisadiyata kısmen de olsa geri karıştığı ve devleti bir ısırık da olsa küçülttüğü için, öyle kayırma, sıyırma işlerine de ciddi sed çekmedi, sen sağ, umum selamet, vaziyeti idare ettik.

bu arada tabii, pek de dünyada zaire, zambia ve bir iki daha bile anlamsız ülke dışında, hiç kimsenin iktisadiyatının kötü seyretmediği, tayyib efendi & co.'nin "başarı"sının ise dünya ekonomi treninden düşmemekten ibaret olduğu ve aslında ancak bagaj vagonunda seyahat ettiğimiz gibi konular, fazla ırgalanmadı.

siyaset ve iktisattaki bu çağ atlama görünümleri ötesinde, içtimaiyattaki "baş örtüsüne göre bölünmüş millet" tablosu da, her halde, "taçlandıran" bir utku olarak a-ke-pe hanesine işlendi.

her şeye rağmen, tayyib efendi & co., bileğinin hakkkı ile oyları silip süpürdü, helalinden kasasına koydu ama kanıtlanmış başarısından değil, rekabetin kanıtlanmaktan da öte kesinleşmiş beceriksizliklerinden ötürü. yani fizik kurallarına göre ifade edersek, hiç bir direnç ile karşılaşmadan yokuş aşağı akan su gibi kazandı seçimi. önüne çıkıp da kendilerini baraj zanneden iki kayayı da paldır küldür sürükleyerek...

sırf ciddi bir "mukavemet" olmadığı, olan da çoktan "işba" (doygunluk) noktasını aşıp, kristalize olma aşamasına geldiği için, yerel seçimler de tayyib efendi & co. için çantada keklik, o günleri cümleten sağ salim ve kendimize özgü, bir acaip de olsa demokrasimiz dahilinde idrak edebilirsek, (normalde) 2012' de yapılacak seçimler de.

muhalefet babında, tayyib efendi & co.'nin karşısına sahiden dikilebilecek, a-ke-pe'nin kasasında emaneten saklanan en az yüzde 25 oyunu geri alabilecek bir kudret varsa o, damarlarınızdaki asil kanla birlikte vücudunuzda dolaşan rakı ispirtosu!

ne sandınız a dostlar, a-ke-pe' ye teveccüh gösteren her iki vatandaştan birinin oluşturduğu kitlenin her üç vatandaşından biri de anasonlu üzüm şurubunu hiç mekruh bulmayan kesimden - ya da seçim tahminleri gibi, alkol tüketimi rakkamları da nanay memlekette.

şimdi, tayyib efendi & co., a-ke-pe'yi bu ispirto-perest kesime göre de ince ayardan geçirecek ki, hem cumhur nezdinde siyasi merkezdeki mümtaz yerini sağlama alsın, hem de cumhur'a başkanlığı sorunsuz üstlenebilsin. tam toplum terazisinin ibresi a-ke-pe'ye doğru kaymışken, iyi saatte ve sıhhatte olasıca kimseyi fazla ırgalamanın alemi de olmadığından, bu uğurda direnen güller koklansa da olur, koparılsa da... nas'olsa "dinci sermayeyi" memnun ettikçe, sair cümle mütedeyyin ahali de a-ke-pe vagonunda yol almaktan mes'ud olmakta. ortada bir çelişki yok, keyifler de kekâ...

marifet, kendine "muhalefet" diyen ve rakıcı seçmenin oyunun esas sahibi olan kitlenin bir politik hareket oluşturup da, rakı powera sahip çıkabilmesi. nâmeler, nağmeler ve yâveler üreteceğine, kendine laik ve demokrat diyen ama asıl medeni kökenden gelen muhaliflerin, ispirto-perest eylemde gizli olan "medeni" ruhu (*) kütlesine katıp da siyasi bir momentum yakalayabilmesi.

rakı, şarap sembol tabii... işin "sosyolojik" özünde, yavaş da olsa, medeniyet kesbeden her cemiyyet gibi, türkiya'da da siyaset, devlet ve iktidar oyunlarından içtimaiyat alanına, umumun yaşama biçimlerine entegre olan haz miktar ve kaynaklarına odaklanmaya başlamak zorunda.

sağlığınıza ve şerefinize de, bunu da mı tayyib efendi & co. yapacak yahu?

ce-halt-pe üzerine son söz

cumhuriyet halt fırkası % 47 oy aldığı bodrum'un orasına burasına ilanlar asmış, "tehlikeyi gördükleri" ve onlara oy verdikleri için ahaliye teşekkür ediyorlar. yani, harbe devam...

"bahriyeli" diye anılan deniz baykal tapınganları da hâlâ, bırakın salt ce-halt-pe' lileri, umumu da ahmak yerine koyup, amerika'nın, ab'nin, fetullah hoca'nın oyunu, oportünist halkın oyu ile seçim kaybettiklerine dair kuramlar üretip, popolarının altındaki kıymetli koltuklardan kalkmamak için name ve nağme yazıyorlar.

üç gün sonra da, "hadi kurultaya gidiyoruz" tatavasıyla parti içi demokrasiyi "hayata geçirecek"lerdir, görürsünüz. delegenin de tamama yakını bahriyeli olduğundan nas'olsa koltuk yine sağlamda...

haa delege coşup, imkansızı yapıp "muhalif" ekibi iş başına getirse, vaziyet hepten ayva. alternatif mustafa sarıgül ise, ce-halt-pe'nin başına gelecek en güzel şey kendini feshedip milliyetçi hareket'e iltihak etmek olabilir. son umudu çoban sülü olan siyasi sürüye yakışır da.

bu benim fırka hakkında söyleyeceğim son söz. siz yine gidin oylarınızı altı oka atın; nas'olsa artık zararlı olabileceği alan iyice daraldığından ucu bana batmaz.

hakkkında ancak bunlar konuşulabilir hale düşmüş her örgütün mevcudiyeti, fiilen hitama ermiş demektir ey millet...

ve de bu yokoluşa rağmen hâlâ ortada bir cesamet görülüyorsa, fizikman, onun adı ancak "kara delik" olabilir. allahtan bizimkinin uzayı öyle sığ ki, halisane nedenlerle içine düşenlerin en çok feraset ve aklı yitebiliyor, kendileri değil.