Wednesday, February 3, 2010

democracy? who wants to be a homo?

at least one theory of politics (1) maintains that over half a century of cold war which allegedly divided the world between the u.s.a. and the soviets, was sort of a mutually beneficial arrangement that consolidated the hegemony of each side within its camp, and of the relative preponderance of the u.s. between the two. when the “arrangement” outlived its usefulness, the system collapsed and the wall fell.

that sense of “mutual in domicile beneficiarism” washed over me as i was browsing through the paper this morning. in hurriyet, ahmet hakan coskun, who transferred (according to some, converted) to the mainstream from “militant” islamism, commented that premier tayyip erdogan’s wife emine hanım was discouraged from visiting a patient lying in a military hospital because of ther turban she wears. coskun complained, if the spouse of turkey’s head of government can be banished from an official institution under her husband’s command, it is moot to speak of any threats from “civilian fascism” (2) in that country.

in another, adjacent comment, coskun also wrote that being as closely affiliated with erdogan’s akp as possible “serves one to come forth in government contracts, coveted appointments, to rise to positions, to get on to the (prime minister’s) airplane (3), to be included in the nouveaux riche class and to become elected for offices”.

knowingly or unwittingly, the ex (or crypto?) islamist columnist painted identical triangles with the cold war and the civil cold war in turkey; between two separate and discreet domains where, seemingly. “the twain ne’er meet”.

to the civilized western mind. conditioned in organized, cartesian parameters, the unending chaotic, repetitive and grossly counterproductive struggle between turkey’s military and political élites may seem too complex. i do recall reading dispatches of foreign correspondents that still naively depicted the akp as a veteran of democracy and freedoms – even claudia roth thought so at one time, though she seems to have wisened up now.

it’s garfucius’s duty to clarify: in the third and a half world, where ordinary people and their government officials are unable to manage even traffic, the simplest social organization of the homo sapiens, democracy can not elevate to the status of a consumer good in high demand (4).

hence, the seemingly democratic or secularist skirmish is nothing more than an ice cold game of grab-their-power-do-not-relinquish-yours.

naturally, it is a lose-lose game… tayyib efendi,rosy and co. wish for an army at full abeyance to them and mainly, if not only them. the generals and their cohorts would love a government that upholds a 1920’s style étatisme, under military auspices, where the state controls everything, including the decisions of who will “come forth in government contracts, get appointed to favored posts, rise to positions, get on to the (prime minister’s) airplane, be included in the nouveaux riche class and be elected for office”.

even the “religious approach” the sides adopt is similar – only, tayyib efendi,rosy and co. favor a fervent pro-islamic parlance whereas the militarist – étatist clan affects a decorous, epic, kemalist-nationalist discourse.

and a real, working democracy, a true rule-by-law that actually will do away with the paranoid fears and anxieties as well as the vested privileges of both sides in our civil cold war, is still as far as a rainbow to walk under.

also, as unreachable as it is undesirable – in turkish folk lore, your sex will change if you walk under the rainbow. in case accidents occur – and in the third and a half world, they are prone to, it is safer to stick to whomever and wherever you are… after all, who wants to be a homo?

-------
(1) chief proponent, robert cox; criticized – not so justly – for failing to explain why and how then, the wall fell; actually explained before 1989 by immanuel wallerstein with the global spread of the capitalist modern world system and the inability of the socialist bloc to keep up with its economic and (geo)cultural appeal.
(2) basically though, fascism is civilian in origin – both mussolini and hitler created their own loyalist armies. even franco’s falangistas can essentially be considered civilian militias. İt is more after the sprout of post-colonial states in the third world that the distinction between fascist militia and utterly militarist military juntas faded; with each and every bandung member going through or still suffering from authoritarian regimes. actually, i think the term, which apparently is gai,ning some permanence in our vocabulary, should be converted in english as civilian authoritarianism.
(3) to be able to fly with erdogan on his designated jet is indeed a door opener for business”men” on the rise and budding or established supplicants in the media.
(4) in the very early 1950s, the colossal research work “the authoriatarian personality” was swiftly swept under the carpet when it unearthed severely unpleasant fascistic traits in a good number of americans; including antisemitism. however, the study indicated that authoritarian or fascistic rule is not possible without a consenting public. just take a look at iran to see how true it is… and oh, please, the greens are fighting ahmadinajad extremism, not oppression in general by an islamist regime.

Tuesday, February 2, 2010

toyota ile yola çıkmaca

dünyanın dört bir tarafında toyota marka otomobiller gaz pedalındaki bir arıza dolayısıyla geri çağırılmakta. kriz ile sarsılan japonya’nın bu endüstri devinin itibarı da, rüzgârda kalmış köprü gibi gıcırdamakta. hele honda da sınırlı sayıda aracı geri toplamaya karar verince, kaşlar iyiden çatıldı.
toyota’nın acıklı hali tüm dünya medyasında ilk haberlerden. türkiye’de ses yok. oysa, toyota’nın global üretim üslerinden biri olarak, konuyu herkesten daha yakın takib etmemiz menfaat icabı değil mi? üstelik, hatırı sayılır aded toyota da yollarımızda fink atmakta. söz konusu ârıza da, sadece sürücüyü değil, diğer araç ve yayaları, yâni geçtik üçüncüleri, onüçüncü şahısları bile hayatî tehlikeye atacak nitelikte.
ama ne sabancı bünyesindeki firmadan ses çıkmakta, ne medya konuya ilgi göstermekte, ne yetkililer ciddîye almakta. hayatı ile kumar oynanan, bir türlü vatandaş olmayı öğrenememiş, dolayısıyla tüketici de olamamış yurdum insanı tüketici de bermûtâd, hakkını arayıp “hooop birader... amerikalı, avrupalı aracını yaptırmak için kuyrukta, onlarınki can da bizimki patlıcan, bizim arabalar tabut adayı mı?” diye sormaya üşenmekte.
gâvurun daha gıkı çıkmadan, muhtemel ârıza yüzünden tek kaza dahî olmadan önce toyota’nın atılıp da amerika ve avrupa daki arabaları toplaması, oralarda tüketici (dolayısıyla hukuk, dolayısıyla vatandaşlık) bilincinin düzeyininn yüksekliğinden. hukuk sisteminde insana verilen değerden ötürü, bir aksilik vukuunda mahkemelerin firmanın belini kıracak tazminat miktarlarına hükmedebilme ihtimali, kaytarma güdüsüne yer bırakmayacak kadar zorlu.
eeeee çelebi... hangi hukuk ustası ile konuşursan konuş; söyler: üçbuçukuncu dünyada ise ilke, “kimsenin tazminat ile zengin olamayacağı”dır. onun için de bacağı kopana bin, gözü çıkana binbeşyüz lira tazminata hükmeder “mülkün temeli” adaletin mahkemeleri.
sebeb de bellidir: hukuk düzeni oluşturulurken, ortada tazminata konu olabilecek bir kusurda bulunabilecek tek odak mevcuttur: devlet. dolayısıyla, her evresinde devleti, yâni, “mülkü” gözetmek ve korumak amacını güden hukuk ve adalet örgütlenmemiz, devletin vatandaş olamayan kullarını “bizde bunlardan çok var” mantığı ile bir güzel harcamıştır. teb’a da uysal olunca, amerikalı ve avrupalının canını kurtarmak için anında zıplayan toyota, üretim üssü yürkiye’de bir bilgilendirme, müşterisini rahatlatma, halkla ilişkiler vs. kampanyasını bile çok görmüştür.
haydi bakalım toyotacılar... garfucius hayırlı yolculuklar diler.

Friday, January 29, 2010

disantiestablishmentarianism a la tayyib efendi

garfucius hasta. ne zamandır klavyeden uzak kaldı. bu arada üçbuçukuncu dünya da, nev-i şahsına mahsus mâkus talihinin tarihî habis motoru girdabın içinde, çalkalandı, durdu.

türkiye’de çooook öncelerden, haydi kimsenin hatırlamadığı, askeriyeyi kışlasına hasretmek fırsatının göz göre göre kaçırıldığı 1975 “lockheed – northrop” skandalını es geçelim de; en azından 1990dan sonra sık sık sorgulanmış olması gereken “askerî hegemonya” (1) mes’elesinin bilhassa da, siyaset meydanında durumlar sarpa sardıkça ısıtılıp, ısıtılıp sofraya sürülmesi, ve de sanki alabildiğine demokrat bir idare, bir avuç hürriyet aşığı diğerkâm mücerrid (gazeteci) üç beş de müderris (ders veren, halk ağzıyla, profüsür) eşliğinde, ülkeyi ve toplumu hadım eden militarist –despotik kalıpları yıkmaya soyunmuş gibi bir tablo sunulması da, bu âciz döneminde yakaladı garfucius’u... son fasılda, önce “kozmik” garabe zuhur eyledi; ardından da balyoz gümbürtüsü koptu. fırsat o fırsat,
millete artık evdeki mobilya kadar âşinâ ve banal gelen aynı gazeteci ve ulemâdan mürekkep makûle, üçbuçuk yurdum televizyasında, aynı klişe fetvalarını birbiri ardına ve de karşıtına sıraladılar, geldiler…

eee, çelebi... üçbuçukuncu dünyada aklın yekûnu âşikâr iken, ukalânın daha iyisini kande bulacaksın (2)?

her ne ise, umumiyet ile, işbu ukalânın hem-fikir olduğu anlaşılan nokta, askeriyenin ülke üzerindeki siyasî boyunduruğunun militarist rezâletler fâş oldukça, azıcık gevşediği, demokrasinin bir gıdım daha ferah nefes aldığı ve bu ortamda nihâyet cihet-i askerîye aleyhine taraf gazeteler aracılığı ile bâri, adlî kovuşturmalar yapılabildiği bâbında idi.

gayet tabii ki her sosyal gözlem gibi kısmen de olsa, doğru... ve lâkin, bu, hâlin sade bir veçhesi. ordu, epeydir gûyâ sivil ve meyli mâlûm odakların, hukûmet tarafından da alenen veyâ çaktırmadan desteklenen baskısı altında kıvranmakta. hattâ abuk-subuk anayasamıza alenen aykırı olduğu bilinen “askere sivil yargı” gibi bir kanun dahî, meclisten geçirilebilmekte (3).

yarım asırı mütecaviz bir zamandır, ihtilâl üstüne ihtilâl, olmadı azıcık harb okulu talebesi kışkırtmaca, başbakan, bakan, isyancı albay, binbaşı, çoluk-çocuk ve saire sallandırmaca, tank yürütmece; üstüne de bir tutam tekno destekli ihtar, mihtar derken; “yediği hurmalar karnını tırmalar” durumuna düşen; höööt deyince milleti sindirme yeteneği hayli azalınca da, hafiften panik tepkiler sergileyen kumanda kademesi, yediği sivilimtrak salvodan kaçınmanın çaresini, nisbeten kabuğuna çekilmekle aramakta.

washington darbeleri şu sıralar pek tasvib etmediğinden (4), meydan siyaset esnafına; muhalefet diye bir politik varlığa ratlanamadığı için de, bilhassa iktidara kalmakta.

gel gelelim, hürriyet kokuları saçması gereken bu “askeriyenin belini kırma siyaseti”, insanlara daha fazla serbestî sunmak değil, öncelikle tayyib efendi, gülsuyu ve şûrekânın, mutlak ve rakipsiz erkinin önünde dikilme potansiyeli taşıyan en güçlü ve tehlikeli odağı ehlî kılmak gibi bir hedef gözettiği yönünde şiddetli bir bir intibâ yaratmakta...

galibâ, iktidardaki “muhafazakâr” esvablı tutucu-tutunucu kadro açısından ideal olan, siyasî güce daha fazla hareket imkânı sağlayıp, yönetim karşıtlarının belini kıracak, iktidara karşı uysal ve taraf, diğer toplumsal kuvvetlere karşı da gaddar ve haşîn, “devrim muhafızı” kıvamında bir “yeni-çeri” (5) ordusu ihdas etmek... daha anayasası, yâni “esas teşkilât hukuku”, yâni toplumun ve devletin temel nitelikleri, ülke için ne tür bir demokrasi öngörüldüğü konusunda ilkeleri saptayan bir metin, bir “kovenant” üzerinde hiç bir oydaşma belirtisi dahî yok iken, cihet-i askerîyenin yeniden yapılandırılması, silahlı kuvvetlere revizyon, sınırlama getirilmesi vb. önerileri dillendirilmeye başladı bile.

benjamin disraeli’ yi bilenler bilir (6); en çok ingiltere’nin yahudi kökenli (çocukken anglikan olmuş) tek başbakanı olması ile tanınır. amma, türk tarihinin de önemli “belirleyici”lerinden biridir:

disraeli, ingiliz imparatorluğunun şampiyonlarındandır. majeste kraliçe victoria hazretlerinin dünya egemenliği uğruna, rusların balkan yarımadasından güneye doğru askerî ve siyasî nüfûz yayılmasını engellemek için, osmanlı’ya destek çıkılması gerektiğini savunmuş iktidarı süresince de o desteği sağlamıştır (7). meselâ, çar, ayastefanos’ta votkasını içerken, majeste kraliçenin hukûmeti araya girmiş, rus ordularının tuna ötesine çekilmesini zorladığı gibi, bulgaristan’ın bağımsızlığını da askıya aldırmıştır (berlin antlaşması). mukâbilinde, kıbrıs’a “hâmî” olarak “union jack”i çekmiştir, o da cabası...

yanî hırtlar vadisi veya türklere mahsus ve münhasır sair muâdil ilmî veyâ siyasî “görsel” (8) literatürde iddia edildiği gibi, imparatorluğumuz, düvel-i muazzama – en azından, bunların kapitalist kesimi tarafından – değil, ittihadcı ihtiraslar ve muhterisler yüzünden, kapitalist ittifaka önce biz saldırdığımız için yıkılmış, yok olmuştur.

gelgelelim, konumuz osmanlı değil, türkiye’dir ve az biraz da disraeli’dir...

benjamin disraeli, ingiltere’nin imparatorluk olmasının yolunu açan bir muhafazakâr politikacıdır. aman, muhafazakâr deyince, bizdeki mütedeyyin merkeziyetçi siyaset esnafı akla gelmesin... mâlûm, evropa’da, hattâ fransız ihtilâline de rağmen, muhafaza edilmek üzere sahip çıkılacak pek çok kültürel birikim olduğundan, sosyal kurumları yok etmek ve yahut yerlerine yenilerini ihdas etmektense, zamana uyum sağlayarak gelişmelerine elverişli bir toplumsal çevreyi yaşatmayı gözeten gelgelelim, “tutucu” ve tutunucu tutumlara da illâ ki yüz vermeyen politik akıma verilen addır “conservatism” (9).

nitekim, muhafazakâr disraeli, süveyş kanalına ortak olmaktan, rusya yayılmacılığına sed çekmeye, doğu ticaretini tekeline almaya vs. kadar kapitalist topluma şekil veren uygulamaların mimarı olmuştur; bunu yaparken de, kapitalizmin ilk şartı “serbest rekabet ve ticaret” yerine, korumacılığı da arslanlar gibi benimseyebilmiştir.

benjamin disraeli, batıda sekuler gelişimin başlıca formel safahatının temelinde yer tutan “disestablishmentarianist” mücadelede de yer almıştır. disestablishment, kısaca, devletlerin “resmî” kiliselerinin ve mümin kitlelerinin sahib oldukları “resmî” siyasî ve toplumsal imtiyazlardan arındırılıp, yalnızca birbirine eşit ve ayırımsız dinî müesseseler olarak faaliyet göstermelerini mecburî kılan laik sistemi mümkün kılan sekülarist-politik düzenlemedir.

doğaldır ki, ingiltere’de ve avrupa'nın başka yerlerinde bu akıma karşı çıkanlar da olmuştur. disestablishmentarianism muhalifi cereyana da, bir rivayete göre disraeli’nin uydurduğu deyimle, disantiestablishmentarianism (veyâ antidisestablishmentarianism) adı verilmiştir. işbu kelime, genellikle, ingiliz lisanında en uzun ikinci kelime olarak kabul edilir.

garfucius’a sorarsanız, bizdeki siyasî ve askerî – mülkî erkân arasındaki kavgadan da disestablishmentarianism makâmında nağmeler yükselmeye çalışmakta. gelgelelim, demokrasinin tüketicisi, dolayısıyla da dayanağı olan ama hukukunun ferağını siyasî sınıfa bağışlamaktan şikâyet de etmeyen demos’un kulağı bu musikîye pek de aşinâ olmadığından, ahengi, düzeni hayli bozuk sazlar, kakofonik sadâ vermekte...

demos’un en azından II. mahmut’tan beri ve de kesinlikle cumhuriyet devrinde, iktidar ile arasına muhtelif sedler çekilen ve mütedeyyin-tutucu-tutunucu karaktere bürünegelen bir kesiminden kaynaklanan yeni-elit bir zümre ise, asgarî sekiz yıldır, kaç asır boyunca hasret sonrası kavuştuğu siyasî gücü, mümkün ise de bir daha terketmemek üzere tedrîcen tümden kendine mal etmek uğraşı ile meşgul.

nüfus olarak da, iktisadî olarak da, bir tür kontr-modernist kültür olarak da epey semirmiş olan, üstelik siyasî tırmanış sürecinde, camiânın heterojen niteliklerini bir “silsile-i merâtib” (10) zarfında ikincil plana atabilerek bitişik bir mücadele cephesi sunmayı da başarabilen bu sosyal kesim, osmanlı’dan beri devletin ve iktidarın aslî sahibi, en azından muhafızı görünümündeki asker – sivil memurin, ve de devlet aracılığı ile onların elinden beslenerek geliştirilen iş, emek, medya vs. alanındaki “egemen” sosyal kuvvetlerden analarının ak sütü gibi helâl iktidar haklarını taleb etmekte.

bu açıdan, a-ke-pe önderliğinde bürokratik ve sair politik status quo odaklarına karşı sürdürülen kampanya, disestablishmentarianist bir karakter izdüşümü yaratmakta.

amma ve lâkin, iş bu gölge oyunu ile bitmemekte. topluma ve yönetişimine (11) dahil olmak amacına dönük, bu son derece meşrû çabanın üzerine kuşku gölgeleri düşmekte... çünkü tayyyib efendi, gülsuyu ve şürekânın yaptıkları yapacaklarının teminâtı ise, bu meşrûiyeti de “münhasıran” kendilerine yontacakları korkusu ortalığı bulandırmakta. a-ke-pe’nin 2002 seçimlerinden beri attığı her demokratik esprideki adımın, özgürlükleri genleştirmekten çok, kendi varlığını tehdid edebilecek tüm unsurları nötralize etmek, hattâ o özgürlüklerden yararlanmayı tekeline almak eğilimi, ciddî endişe yaratmakta. nitekim, baştan beri a-ke-pe’nin giriştiği, aklı başında hiç bir medenî kişinin karşı çıkamayacağı çok boyutlu (hayır! eksenli değil, sadece boyutlu!) dış politikadan, avrupa birliği üyeliğine veyâ kürt açılımına kadar, hemen hemen her düzenleme, kıçı üstüne oturmuş halde!

özetle, a-ke-pe’nin son dört yıldır “doğru işi yanlış yapmak” gibi bir illete dûçâr olduğu, bunun da islamcı tellerden çalan bir global politika kovalamaktan kaynaklandığını, çoğu gazeteci makûlesi bile anlamış bulunmakta!

bu ahvalde de, a-ke-pe usûlü disestablishmentarianism girişiminin “beygir dursun da suvâri değişsin” mantığından menkûl bir tür antidisestablishmentarianism ile netice bulması ihtimali hayli güçlenmekte. nasıl tayyyib efendi, gülsuyu ve şürekâ, demokrasiyi yalnız kendileri için ve kendilerine kadar istemekten maznun (12) iseler, askerî bâbdaki disestablishmentarianism sevdalarının da “kışlasından beni koruması gerekmedikçe çıkmayan ve hoşlanacağımı söylemedikçe dilini tutan, benim askerim, benim zâbitanım, benim kumandanım,” hırsını aşıp da, evrensel sivilizasyon ölçülerine ulaşabileceğini ummak hayâlperestîden ibaret görünmekte.

bunda şaşacak bir şey de yok... tayyib efendi’nin popularite değeri azaldıkça hatıralarına sığındığı “demokrasi kahramanları”, tahkikat komisyonu rezâletinin mîmarı, despotik eğilimleri acı kaderinin hüznü ile unutulan adnan menderes ile siyasî yasaklar aşkına seferberliğe çıkmış, “bir kerre delinmekle anayasaya bir şey olmaz” faciasının müellifi turgut özal.

gel de disraeli’yi ve o kadîr muhafazakâr siyaseti yağ kandili ile arama!

------------
(1) “hegemonya”, antonio gramsci nin işaret ettiği üzere, hakim taraf dışında hükmedilenin de hakimiyyet biçimine “rızâ” gösterdiği fikrini varsayar. ol sebeb ile, garfucius tarafından dillere pelesenk “vesâyet” yerine tercihan kulllanılmıştır. ayrıca o hegemonya 1982 anayasasının hukukî himâyesi altında iktidar ve nimetini, derece, kademe, atanmış ve de seçilmiş devlet yöneticilerine teşmil ettiğinden (kapsamına aldığı), mevcudu da dahil her hükûmet için dokunulmazlığa bürünegelmiştir. yukarıda da arz edildiği üzere, mevcudların derdi de hegemonya kırmak değil, nüfuz edemedikleri hegemonik erk alanlarının kale kapılarını zorlamaktır.
(2) hattâ, şimdi bunlar (nadiratta, kes’atta da olsa) kendilerine “ukalâ” diyerek iltifat ettiğim için bana hakaret davâsı bile açabilirler.
(3) tabii ki asker de, tüm diğer memurin de ezcümle vatandaş gibi sivil yargıya cevap vermelidir – askeriyenin görevin tabiatından doğan özel şartlarına mahsus düzenlemeler de şeffafiyet ilkesine kat’iyyen uymak zorundadır. pek alâ da, çoğunluk partisinde anayasanın acaip hükümlerini ve o hükümlere binaen anayasa mahkemesinin o tavşan kaç, tazı kovala modeli “askere sivil mahkeme” kanununu iptal edeceğini bilen, ön gören kimse yok mu idi? yoksa maksat körün gözüne parmak batırmak mı idi?
(4) aman, buna pek güvenmeyelim. merhum samuel huntington halâ haklı: “öğrenciler ve rahipler memleket yönetemez ama albaylar yönetebilir”. yemen, ırak, talibân ile détente falan derken, birileri üçüncü (karîne ile de üçbuçukuncu) dünyaya demokrasiyi yine fazla görebilir. en azından seçilmiş dikta şıkkının câzibesi giderek artabilir. ama bu başka konu...
(5) mâlûm, yeniçeri ordumuzun bir adı da “kapıkulu” idi.
(6) mâlûmatfuruş takılmayayım: bendeniz mülkiyeli olsam da, hazreti, siyasî tarihten değil, galiba daha kolej bebesi falan iken dinlediğim cream’in harika white blues-rock “klasiği” disraeli gears albumü dolayısı ile tanımış idim... cream? eric clapton, jack bruce ve ginger baker. who’s better?
(7) çelebi, memlekette altı kişiye bir kitap bile düşmüyor yılda! okuyacak değil ya milletim bir şey öğrenmek için... aptal kutularından birine bakacak.
(8) disraeli bu yüzden muhalefet ile karşılaşmış, rus düşmanı (russophobe) ve türk dostu (turcophile) diye adlandırılmıştı. kimileri, türklerin balkan hristiyan ahalîsine ettikleri eziyete rağmen (bkz. meselâ oscar wilde) disraeli’nin turkofil siyaset izlemesini antisemitik rusya’ya karşı yahudileri himâye eden türklere minnet duymasına bağlamışlardı. bu fasıl, gazze ve gazâ erbâbı tayyib efendi’ye ithaf olunur amma, garfucius işin aslında ingiltere’nin akdeniz hâkimiyetinin yattığı, realpolitik’in duygularla da desteklenmiş olabileceği kanaatinde.
(9) hazret kendi dilinden anlatsın: “i am a conservative to preserve all that is good in our constitution, a radical to remove all that is bad. i seek to preserve property and to respect order, and i equally decry the appeal to the passions of the many or the prejudices of the few.”
(10) rûtbe silsilesi, hiyerarşi.
(11) bu korkunç uydurukça kelimeyi kullanmam, ondan iğrenme hakkımdan vaz geçtiğim anlamına aslâ gelmemektedir!
(12) “zanlı” diye de türkçeden türkçeye çevirdiler; sanık...

Wednesday, August 26, 2009

apo nereden milletvekili seçilecek? garfucius dönüyooooorrr...

eyi hoş gardaşlar da türk kürtleri nerede yaşıyor? iş bitince apo istanbul milletvekili mi olacak, antalya mı?

gördünüz mü? garfuciius dönmek üzere... azzzzz soona (*)...

-----
(*) aslı şu ki, garfucius zeytinyağı em dirilmiş yumurta sarısı gibi aynı bulamaçta dönüp durmaktan halâ sıkılmakta ve avdedi ağırdan almakta...

Sunday, August 23, 2009

yaşasın erotizm! dikkat! garfucius dönüyor!

eskimiş fikirleriniz ya atın, ya klasik renklere boyayın...

garfucius düşünülmemişin peşindeki çilesine dönüyor!

yaşasın sofizm!.. yaşasın peripatetizm!.. yaşasın erotizm!..

Wednesday, April 1, 2009

seçim analizi

iki gündür güzîde medyamızda – normalde tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâya toz kondurmayanlarda bile – a-ke-pe’nin seçimden mağlub çıktığı izlenimini veren bir edâ sezilmekte. hattâ, beyaz türkler adına ama iktidarın gidişatına dur dendiği, ama haltçı fırka, (esasen de kılıçdaroğlu) ne idüğü anlaşılmasa da bir hareketi başlattığı ama da akla gelebilecek her hangi bir diğer neden için, bir zafer helvası tatmış da lezzeti damağında kalmış gibi bayram havası estiren muharrirler de var...

durun ya huuu, muhammed ummeti… tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ, tamam, bu secimlerde biraz geriledi ama ampulun söndüğü, patladığı falan yok, hala cayır cayır yanmakta…

hatta, hoşunuza gitse de gitmese de, 2009’da aldığı yüzde 38 oy ile, 2003’te tek basina iktidara geldigi döneme kıyasen, yuzde 4 kadar daha fazla (1) teveccüh toplamış durumda.

işin aslına bakarsanız, 2007’de de, eger ki askeriye muhtıra falan cakmamış olsa, bürokrat gurulardan 376 zırvalığı çıkmasa, anayasa mahkemesi politik değil hukukî karar alsa, cumhuriyet halt partisi askerin borusunu zurt zart öttürüp, rap rap yüyüyeceğine demokrasinin davuluna vursa ve sâhiden seçim kazanmak istermiş gibi bari yapsa, a-ke-pe mazlum görünümüne sokulmasa, gül bey’ in reis-i cumhur olma hakki baltalanmasa ve de özetle memlekette demokrasinin tek temsilcisinin tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ oldugu gibi yanlış üstelik de abuk bir intibâ yaratılmasa, a-ke-pe yuzde 47’leri ruyasinda bile goremezdi. bir çok kişi 2007 seçimlerinde ce-halt-pe ve her tür zindeliği kendinden menkûl kuvvetin faşizan ittifakına tepki olarak, en azindan 2003-2006 döneminde pek de kötü bir sınav vermemiş olan a-ke-pe’nin demokratik vaadine kredi açmıştı. Eğer lûtfeder, tayyib efendinin “herkesi kucaklamayı” taahhüd ettiği 2007 seçim zaferi konuşmasını hatırlarsanız, a-ke-pe’nin oy patlamasında o demokrasi umutlarının ve haltçılıkta somutlaşan zaptî yönetimlerden kaçınma iştiyâkinin payını da göz önüne almış olursunuz.

tayyib efendi,gülsuyu ve şüurekânın 2007 zaferi, tamamen ödünç oylara dayanarak o doruklara ulaşmıştı.

tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ, icraatta ise, vaad ettiginin tamamen aksini yaptığı, din, iman kisvesi altında bir tür diktatoryal hegemonya oluşturmaya giriştiği, demokratik kazanımları arttırmaya çalışacağına elde edilenleri zorla geri almaya başladığı için de, o oylar sahiplerince geri çekiliverdi. istatistiklerde görünen yaklaşık yüzde sekizlik gerilemenin tamamini değil ama bir kısmını bu şekilde geri çekilen ve halt partisine dönen laikçi demokrat oylar – ki, bazılarına gore bunlar beyaz türkler – ile açıklamak mümkün. yüzde iki civarında oyun da saadet peşine düştüğü söylenebilir. başka türlü söylersek, yerel seçim sonuçları oyların evlerine döndüğünü göstermekte. daha doğrusu, ev cihetine yolllandıklarını…

cumhuriyet halt fırkasının ayaklanmasına gelince… aritmetiğe vurursak, 2002 de aldığı ve 2007’de onca öcü masalı anlatmasına rağmen üç-beş dizyem ancak arttırabildigi yüzde 20lerde gezen oyu ile 29 martta yakaladığı yüzde 28 arasindaki farkta kılıçdaroğlu sendromu ile aslında oy vermeye gitmeyecek kişilerin sandık başına koşmalarını teşvik eden dinamiğin de küçümsenmeyecek rolü var.

bu meselenin ortada duran, bâriz yönü sadece. daha önemli nokta ise, türkiye’de demokrasi kavramını hakkıyla kavrayan ve yaşayan kitle, seçmenin ancak yüzde 10 unu oluşturan bu esnek ve hassas “demokrat azınlık”. ne yazık ki, halkımızın büyük kesiminin öyle ”demokratik sağduyu”, “özgürlük refleksi”, “vatandaşlık bilinci” falan gibi ulvî ilkeler kılavuzluğunda hareket etmedigi ortada. daha doğrusu, bu minvâl hassas teraziler ile hayatı tartan kitle, bütün partilerdeki “fanatik” ama demokrat sayılabilecek taraftarları bile katsak, tüm oy verenlerin yüzde 15’ini geçmemekte.

bu kitle, demokratik alandaki duraklama ve gerilemelerden, hukuk krizinden, partizanlıktan, şeffafiyet yoksunluğundan etkilenerek temel ilkelere gore siyasî tercih belirtebilen (2) bir seçmen kesimi oluşturmakta ve ideallerine gore, konjonktürün işaret ettiği en demokrasi yanlısı partiye yönelmekten çekinmemekte.

eğer a-ke-pe ve tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın politikalarını partizan, baskıcı, yolsuzluğa yatkın, hukuksuz ve anti demokratik bulduğu için 29 martta bu partiden uzaklaşan bir kitle varsa, iste o bundan ibaret. bu kitle, bugün için kılıçdaroğlu’nun kendi parti yyöneticilerini dahî ekarte edebilen temiz ve şeffaf siyaset söyleminden etkilendi. bu kitle yolsuzluk haberlerinin ayyuka çıkması, baskının artması vs., vs. üzerine a-ke-pe’den uzaklaştı; ama hâlâ da gidecek kesin ve güvenilir bir adres bulamadı…

türk siyasî geleceğinin aydınlığını oluşturabilecek yegâne seçmen kudreti, 29 martta (kısmen) halt fırkasına yatıya gitti. bu onun bir ev bulduğunu değil, tam tersine, iflâs edince çoluk çocuk kiliselere sığınan amerikalılar gibi, çaresizlikten ce-halt-pe den bile meded umacak hale düştüklerine işaret etmekte.

başta kılıçdaroğlu, medya ve diğer kaynaklarca dile getirilen yolsuzluk hikayeleri, seçmen yazım hileleri, muhtemel üç kağıtçıılıklar vs., bu “umut” yüzde 10-15lik kesiminin siyasî davranışını bir olasıılıkla etkiledi. geri kalan ve a-ke-penin çekirdek seçmenini oluşturan, çoğu ülke halkının yüzde 52’lik cahil ya da cehalet-bozar-diploma ile donanmış bölümüne ait olan kitle, eğer usûlsüzlük kendi tuttuğu tarafın çıkarlarını ihlâl etmedi ise, istifini bile bozmadı.

hem de iki tarafli bozmadı. ne a-ke-pe ile yolsuzluk vs. iddiaları dolayısıyla tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâdan vaz gecti, ne de buzdolabı, kömür, çek karnesi vs. gibi alenî siyasî ruşvetlere rağmen, a-ke-peye teveccüh gösterdi!

illere göre oy dağılımı, global ekonomik krizin henüz a-ke-pe oylarını düşüren bir etki yaratmadığı gözlemini destekledi. her hangi bir etken tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın oyunda düşmeye yol açtı ise, bu daha global kriz vurmadan bir sene önce başlayan türkiye’nin globalize olmasından kaynaklanan iflâs dalgalarından başka bir sey degildi. o etki de eğer tayyib efendi tulumbaci uslûbu ile krize posta koyacağına, üstüne atlayıp kendi politikasının hatalarını yıkacak bir kampanyayı becerebilseydi, çok da azalabilirdi. onun yerine, büsbütün davos fatihi havalarına girip krizin çarptıklarını, kredi kartı kurbannlarını falan beceriksiz ilân edip, “ananı da al git” havasını estirmeyi marifet sanınca, yüzde 2 den az olmayan bir oyu da eliyle çöpe attı.

---------
(1) akp 2003te yuzde 34.28 almisti.
(2) illâ ki de belirten değil ama belirtme yeteneğini taşıyan

Monday, March 30, 2009

anam, anam, anam...

arabesk mikrobuna falan tutulmadım, hayır. ampul fırkasının muvakkaten çıktığı 2007 doralarından 2003 ovalarına avdetinin ciddî bir sebebine daha parmak basmaktayım.

zaman zaman bitirim ağzıyla konuştuğu için "eleştirilen" ulu ve âlî başvekil hazretleri davos nemesis'i tayyib efendi hazretlerinin kampanya evvelinde ve süresinde buyurdukları bir takım âmiyâne laflar, sandıkta geri tepti. hele ki aynı "karizma" (!?) ve popularite ışığında parlamaktan çok uzak bazı vukelâ da, vâliler, kaymakamlar marifeti ile ahalîyi paylamaya, meydandan kovmaya, tutuklatıp mapusa attırmaya falan kalkınca, ampulün halka ışık veren tarafına ciddî gölge düşüverdi.

yüzde 52 oranında ya cahil, ya da ancak cehaletbozar okumuşluk seviyesinde eğitilmiş aziz halkımız, tabii ki tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâya lûtuf ettiği teveccühü hukuk, demokrasi anlayışı, ab uyum kriterleri falan gibi konularda geriye düşülmesi nedenleriyle çekmedi. birinci sebep, tayyib efendi,gülsuyu ve şürekânın global değil (1), yerel iktisadî krizi hafife almaları idi. zâten darbe yemiş halkı, "bize sadık olanlar" ve "bizden olmayanlarla bize sırtlarını dönenler" diye mahalle takımlarına ayrıştırıp, ikinci gruptakileri, sırf onlardan bazı talepleri var diye "ananı al da git" muamelesine tâbî tutunca, epey bir oy "itelediler".

değişecekler mi? hayır.

neden?

bir başka yazıda...

-------
(1)
kimse alınmasın, ayrıca son 10 yılda katedilen mesafeyi yadsıyor da değilim ama türkiye global ekonomi ölçeğinde cim karnında noktadan ibaret hâlâ.