Wednesday, March 26, 2008

bölünmek ve boğuşmak millî karakter mi?

türkiye ahalisi bir kerre daha belirgin iki kamp arasında bölündü. ayrışmanın siyaset katında sadece "yansıdığı", esas çatlağın ise tabandan yayıldığı da, artık güzîde basınımızın bile anladığı bir olgu.

galibâ, bölünmüşlük, necip halkımızın en sevdiği toplumsal oluş hâli. daha çişimi tutamayan bebekken, taht-el şuuruma yerleşen halkçı-demirkırat ayrışmasının muhtelif versiyonları, yarım asırdır bir gün dahî hayat alanımı terketmedi, mâşaallah!.. ardından adaletçi - halkçı, süleymancı-ecevitçi, ve sağcı - solcu karşıtlaşmaları geldi, derken milliyetçi-gomonist, devrimci-ülkücü, 12 eylülcü - anti militarist, özalcı liboş-devletçi ve şimdi de dinci - laik kutupları...


gözleyebildiğim kadarı ile de, her def'a, gûyâ bölünen toplumsal kesimler arasında asgarî uzlaşmayı sağlayacak olan, hattâ buna mükellef bulunan siyasî/idâreciler de, ayrışmanın, düşmanlığın, kavganın şampiyonu gibi davrandılar. hattâ bundan siyasî nasip çıkardılar... menderes - inönü, demirel - inönü, demirel - ecevit, özal - demirel, tayyib efendi, gülsuyu, şürekâ ve baykal vs., vs.

yâni, el'an da yaşadığımız, toplum içindeki kopukluğun döngüsel bir dışavurum evresinden ibâret.


tamam, türban/laisizm/demokrasi cenderesinde yeniden cereyan eden bu kutuplaşma, alışmadığımız bir durum değil... ancaaaakkk... tıpkı bir tek yumrukla devrilmeyen bir boksörün, yüzlerce antrenman ve maçtan sonra yavaş yavaş sürekli darbeye maruz kalmaktan doğan tıbbî âraz göstermeye başlaması gibi, türkiye'nin bünyesinin artık zor kaldırabileceği de bir sosyal fenomen. "sivil toplum örgütü" diye uydurma bir türkçe ile yutturulmaya çalışılan (üye olmak mecburî) meslek odaları, birlikler, sendikalar ve tüsiad gibi üst-dernekler de gelinen aşamanın vehâmetinin farkında ve bölünmeyi durduracak adımlar atma çabasındalar.


ve de beceremeyecekler...


çünkü:


1. sorun, türkiye'nin siyasî yapısında. gûyâ etkinliği avrupa uyum tedbirleri ile kısıtlansa bile, devlet hâlâ maişetten öte, servet kaynağı. ülkede hâlâ, ekonomi, siyâsetten beslenmekte. onun için, devletin - yâni, nimetin - sahibi olmak, biraz da ötedekilerin o kaynağa ulaşmasını engelleyebilmekten ve nemâ birikimini dışarıdan sarkan "öteki"lere (!) gereğinden fazla kaptırmamaktan geçmekte.


slogan düzeyinde söylersek, devlet kuşunun benim başıma konsun diye diğer cümle başları ya eğdirmek, ya da uçurmak sendromu, bu sefer de tayyib efendi, gülsuyu, ve şürekânın özgün yorumu ile icra edilmekte...


2. türkiye' de "hukuk" diye bir nosyon mevcud değil! hukuk, oportünizmin kılıfı olmaktan ibaret!


oportünizm, elimde olan imkân her ne ise, onunla azamî faydayı hâsıl etmem ilkesi üzerine kurulu bir tutum. siyasî kadrolarımız, mevcudu ve geçmişi ile, hep oportünist olagelmişlerdir. nasıl adnan menderes zamanında "odunu koysam seçtiririm" zorbalığı ile "siz hilâfeti bile geri getirebilirsiniz" densizliğini, şahsî "karizma" ile meclis çoğunluğuna dayalı dikta hevesinin avadanlıkları olarak ortaya atabilmiş ise, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ da, yumurta kapıyı falan geçip tavada patladıktan ve de çiftçi tavuğu kesmeyi kafaya koyduktan sonra ancak cevvaliyet kesbedip, çoktaaan külliyen değiştirmeleri gereken anayasanın, sadece kendilerine batan ucunu törpülemeye kalkışmaktadırlar. tıpkı menderes gibi de, siyasetin tamamını tüm kurumlarıyla (yargı, toplumsal dinamikler vs.) birlikte indirgediği çoğunluk oyuna güvenip bu kabadayılığa soyunmaktadırlar.

hani, tutup, doğru dürüst, demokratik bir düzenleme getirecek olsalar, belki pek kimse gam yemeyebilir de, bu işi ayet okuyup, dua edip, hatim indirerek yapmaya kalkınca, zaten ekside gezen milletin a-ke-pe'ye duyduğu güven seviyeleri, hepten hades'in uçurumlarına doğru süzülmekte....

necip milletimizin düzen, organizasyon, ve bilhassa sistem gibi kavramlara duyduğu allerji, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın parlamenter zorbalığında da ayân beyân izlenebilmekte: bütünsel bir sistem olan demokrasinin bileşkenlerinden, temel ölçüt dahî olsa, yalnız biri olan "oy ile belirle(n)me", tüm sistemin tek unsuru imiş gibi zihinlere itelenmekte. oysa, oybirliği veya çoğunluk üzerine alınan mutlakiyetçi kararlara dayanan yönetim, modern demokrasi, değil, islâmiyette sık sık rastlanan, meşveret uygulamasına dayanan "rejim" yönetimlerin esasını teşkil etmekte.

tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın hukuk anlayışı, en iyimserinden, egosantrik diye nitelenebilir de; kendine muhalefet adını veren garip fırkalarınki farklı mı?

daha dün, ikisi bir olup, azınlık vakıflarının 35 yıl önce gaspedilen haklarını iade eden kanunun iptali için mahkemeye başvurmadılar mı? kendi vatandaşına dini farklı diye yabancı muamelesi yapan siyasînin demokrasiye ne hayrı olur, hukuka ne?


haydi geçtik milletin tepesinde tüneyenleri; ahalinin kendisi sanki pek mi hukuka düşkün?

kaldırımları park yeri ilân eden şoförler, yol ortasında tarlada gibi yürüyen yayalar... bunlar kahîr ekseriyeti, kollektif yaşamanın en basit düzenleyici kurallarını dahî içselleştirememiş bir topluma işaret etmiyor mu?

siz dünyanın başka neresinde "buraya çöp atmak kesinlikle yasaktır" diye bir levha gördünüz? yaşamı organize eden düzen ve yasakları "kesin" ve "kesin olmayan" diye ayırdeden bir insan topluluğu, hukuku da boğazı sıkıştıran bir numara küçük frenk gömleği gibi görmez mi?


eh, ahalî böyle olunca, kim ona "eşitlik" esasına dayalı bir hukukî sistem yerine, "imtiyaz" dağıtımına dayalı, şarkî bir keyfîyyet hukuku sağlarsa, meyli de o tarafa kayacaktır elbet.


tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ bir avanaklar topluluğu değildir! pek âlâ onlar da bilmektedirler ki, başlarındaki damokles kılıcından sıyırtmak için giriştikleri hukukla çiftetelli (*)sevdası yerine, avrupa standardlarının uygulandığı bir demokrasi arayışına girişseler, onları besleyen dinci çevreler hoşlanmasa da, toplumda hayli geniş kesimlerin sempatisini (belki yeniden de) kazanacaklar. ama kazâra itelemeyi başarır da, parlamanter zorbalık sayesinde işlerine gelmeyen seçmece anayasa maddelerini değiştirmeyi kamuya yutturabilirlerse, kendi anladıkları cinsten bir "mutlak çoğunluk" demokrasinin önünü açmış olacaklar. meclisteki bu safâ sürdüğü müddetce de, istedikleri kuralı istedikleri gibi değiştirerek oyunu oynayacaklar...

ama velev ki, zor oyunu bozarsa da, dinleyin o zaman demokrasi ve hukuk vâveylâsını!

--------
(*) tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ'nın nalıncı keseri modeli, keyfî ve ztandard özürlü hukuk anlayışı ben bunları yazarken (ki garfucius, ilk satırları tam beş gün önce karaladı ise de, ancak okuyup basacak zaman bulabildi) bir kerre daha patladı: gûyâ isveç gezisi sırasında içte yumuşama konusunda bir esneklik göstereceği bildirilen başvekil, ab'nin üyelik sürecinde türkiye'ye farklı öneriler uzatmasını "maçın ortasında kuralları değiştirmek" olarak nitelemiş ve "biz kriterleri yerine getiriyoruz ama uygulama siyasî" diye şikâyet etmiş. evet evet, aynı tayyib erdoğan, yâni şu parti kapatma davâsında esas olan anayasa madelerini değiştirme girişimi içindeki başvekil...
bu arada yanlış anlaşılmaya... venedik kriterleri ölçüsünde bir anayasa değişikliğine ben de şiddetle taraftarım - yeter ki, bu tümel bir özgürleştirme hareketinin parçası olsun ve tck 301 ucubesinden rtük acaipliğine ve yök faciasına kadar, hukuk sistemimize tıkıştırılmış 12 eylül artığı ne kadar deli gömleği varsa, hepsini birden yırtıp atalım... en önemlisi de, hukukun hayata uygulanmasının önündeki en biyük engel olan, mahalle baskısını meşru hâle getiren genel ahlâk kavramına referans veren hükümlerden arındıralım ki, başını örtene tanıdığımız hürriyet, kıçını açan için de geçerli olsun...

Saturday, March 15, 2008

mehâzir-i hürriyet

hiç bir sosyolojik olay hasbî ve hüdaî nâbit değildir elbet...

a-ke-pe, özünde şehiri mekân tutan ikinci jenerasyon köylü, başka tâbirler ile, methâl (*) veya varoş semtlerde meskûn halkımızın siyasî örgütüdür.

bu sosyal kesim, bir yandan şehir ve burjuva hayatının maddî kazanımlarını elde etmek için hırs ile hayata sarılan, bir yandan da köyden kalma erkek ağırlıklı, pederşâhî vurgulu dinamik dolayısıyla, köylülükten taşıdığı iktidar yapılarını muhafaza etmeye çalışan, dolayısıyla da kendilerine doğrudan ve maddî (2) menfaat ve imtiyaz sağlamıyorsa, özgürlük sorunsalları ile pek ilgilenmeyen hattâ özgürlük taleplerine karşı koyan bir siyasî-toplumsal kesim oluşturur. bu lumpen-medenî nüfus, toplumsal yükselmenin yöntemini hürriyet ve hukuk ile değil, iktideardan doğru süzülen ihsan ve imtiyaz edinme didişmeleri ile tanımladığından, özgür, eşitlikçi ve demokrat bir toplumu arzulama ihtiyacı da hissetmez. hesapça, kapitalizm geliştikçe bu kesim nüfusça azalmalı, "burjuva" sınıfına katılmalı/dönüşmelidir. amma öyle olmamış, aksine, burjuvazi bu lumpen-medenî kültür içinde erimiş, kaybolmuştur.

bu lumpen-medenî nüfus, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ hükûmeti vasıtası ile beş küsur yıl önce iktidar olduklarında, hemen kendilerine doğrudan ve maddî menfaat ve imtiyaz sağladığı (3) oranda özgürlüklerin önünü açmış, avrupaî reform girişimlerinde bulunmuş, hayli de olumlu işler yapmıştır.

ne yazık ki, olumluluk, çoğu zaman kâğıt üzerinde kalmıştır. en iyi kanun dahî, eğer mahkeme kararını beş yıldan önce veremiyor ya da, meselâ polis, kuralı kaale almıyorsa, zâten keyfî yönetimin vahşî batağında boğulur gider.

a-ke-pe de, ceberrut devletperest ideoloji ve onun icracı bürokratlarını kol mesafesinde tutacak kadar kanlanınca, özgürlükçü gömleğini çıkarıp, baskıcı, yasakçı, dinci ve gizliden şer'î mintanını kuşanıvermiştir. gittikçe kendinden olmayanları dışlayan, ülkenin fikir kanallarını ele geçirmeye, muhalif / alternatif mecraları boğma çabasına kadar varan bir kurnaz ve faşizan politika içine düşmüş, saman altından su gibi yürütmeye koyulmuştur. devletin özelliği olan keyfî ceberrutluğu, iktidâr ile gelen, kendisinin de kullanmasında sakınca olmayan ilâve bir menfaat zannetmiştir.

o zaman da, akıllı ve akılcı yolda devam edip, reform, özgürleştirme, avrupa doğrultusunda ilerleme gibi medenî çabalardan vaz geçmiş - üstelik, yola devam etse sorunsuz da çözülebilecek -, bir arşın çaput uğruna toplumsal çalkantılar yaratmaktan kaçınmamasında zuhur ettiği üzere, adetâ padişahlık varmış gibi bir edâ ile memleketi yönetmeye kalkışmıştır.

lumpen-medenî kesimin temsilcisi tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ, ceberrut devletin imtiyazı olan yasakçılığı, her iktidâra gelene makam nimeti gibi sunulan bir cihaz sanıp da, kendi dinci siyâsetlerinde uygulamaya kalkışınca, meslekten devletperest bürokrasi, bu sefer askerî değil, hukukî kanattan hücum edip, kapatma dâvâsını kapıya dayamıştır.

tabii ki iyi olmamıştır ama bu a-ke-pe nin başına geleni müstahak olmadığı demek de değildir. hele yüzde 47 den sonra, üstelik, ne halt fırkasının ne de milliyetçi hareketsizlik partisinin esâmesi okunurken, tam bir hukuk reformuna girişse, demokrasiyi hukuk devleti esasına binâ etse, fikir ve ifâde yasaklarını kaldırsa, işlemeyen mahkemeleri yürür hale getirecek adalet reformuna girişse, bürokrasinin imtiyazlarını kaldırsa ve partizan atamalarla devleti ele geçirmek yerine, ataletini hukuk dahilinde cevvaliyete çevirse; kısaca medeniyetin gereğini tam yapsa, ne kimse parti kapatmaya cesaret edebilir, ne de o genel özgürlük ortamında türban serbestîsi bir kargaşa yaratırdı. şimdi aleyhine açılan o garip kapatma dâvâsında yer alan suçlamaların hiç biri de, o medenî ortamda suç sayılmaz, (bence ne kadar zırva da olsa) düşünceyi ifade olarak tahammül ile karşılanırdı.

eğer tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ, milleti ve cihet-i askeriyeyi yatıştırmak için bu sıralar ismine pek sık referans vermeye başladıkları atatürk'ü biraz dinlemiş olsalardı, yasakçılıktan meded umacak yerde, onun basın özgürlüğü için söylediğini hayatın her boyutuna uygulamanın arayışına girerlerdi:

"hürriyetin izâle-i mehâziri, ancak hürriyet ile kâimdir"...

hürriyetten doğacak zararların ortadan kaldırılması, ancak hürriyet ile mümkündür...

-------
(1) şehre giriş bölgeleri
(2) bir başka ifâde ile, kat'iyyen entellektüel olmayan... meselâ, erkek doğmanın neden imtiyaz olduğunu irdelemeye yanaşmayan, hattâ, âciz.
(3) hattâ, bu vak'ada doğrudan menfaat, en çok o kesimin siyasî kadrosuna yansımıştır.

bir de kenan evren olsa

burası türkiye ya, insanın lâf etmeden önce ne pozisyon aldığını beyan etmesi farz:

a-ke-pe'den yek zerre hazzetmediğim halde, kapatmak için dâvâ açılması benim yönümden utanılacak bir hukuk ve demokrasi ayıbıdır.

ayrıca, akıl bâbından da mâlûldür. erbakan hocanın ilk kapatılan partisinden beri, dinci/ mütedeyyin hareket ve siyasî örgütlenme, sadece ve sadece büyümüştür. aynı durum, kürtçü (farzedilen) partiler için de vârittir.

höt-zötperest, ceberrut millet-üstü devlet anlayışı ve onun hukuku maşa gibi kullanma alışkanlığı, yasakçı zihniyeti ile, sonuçta yalnızca düşman saydığı toplumsal kuvvetlerin siyaseten büyümelerini sağlamıştır.

köylü, esnaf, memur vs. temeline dayanan "dar yaşam çerçeveli" toplumsal örgütlenmeler, burjuvazi, yâni şehirlilik lehine geriledikçe, yasakçılığın fonksiyonu da azalır ve tükenir. sırf bu yüzden, a-ke-pe denen, bence gerici sayılabilecek siyasî fırka da, içki yasağı, bikini yasağı, elele gezme yasağı, kadınlara sokağa çıkma yasağı gibi, açıkça savunmasa da fiilen desteklediği kısıtlamalar ve bu tutumunun medenî (şehirli) çevrelerde yarattığı gerginlik ve çekişme yüzünden, taraftarlarının bir bölümü nezdinde dahi sempati yitirmiştir.

daha doğrusu, yitirmiş idi... cumhurbaşkanlığı için o buruk seçim süreci, ardından son derece kötü yönetilen bir türban cihadı, memleketteki fikrî bölünmeden -mütedeyyin ılımlı kesimde de (*)- duyulan huzursuzluk, ekonominin karaya oturması gibi durumlara eklenen ve hareketin başındaki adamın kabadayı uslûbunda büsbütün patlayan ve devletperest kesiminkini aratmayan yasakçı, ceberrut retorik ve metodoloji, a-ke-pe'yi itibar ve destek kaybetmeye başladığı siyasî sath-ı mâilin eşiğine getirmiş idi.

idi ki; tayyib efendi'nin o (maşaallah!) meşhur siyasî tâlihi yine yüzüne güldü...

tam bayır aşağı kayacakken, yargıtay başsavcısı en umulmadık şekilde imdada yetişti ve a-ke-pe'yi, yeminli düşmanı olmayan, azıcık demokrasi şerbeti içmiş herkesin nezdinde tekrardan sevimli kılmayı başarabilecek yegâne müdahaleyi yaptı.

puan kaybeden parti, yine dinciler kadar demokratların da savunmaya mecbur oldukları bir kaleye (!) -maalesef- dönüştü.

tabii ki o sevimsiz, yasakçı, ceberrut devletperver kesimin siyâsetteki uzantıları, ce-me-he-pe de, az gelişmişliğini ve tiynet noksanını hemen pazara çıkararak, a-ke-pe'nin kapatılması için hukukî bürokrasinin giriştiği teşebbüsü füturuzca destekledi. utanılacak bir durumu bağrına basıp, sahiplenerek, rezâlet düzeyine çıkardı.

bir kerre daha anlaşıldı ki, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ, en azından, halkımızın garip huyları ve kendi gayreti, örgütlenmesi, siyasî zekâsı ile olduğu kadar, karşısında halt ve hat-huttan başka ciddiye alınmaya değer hiç bir muhalif veya alternatif hareket olmadığı için, bu kadar kolay "başarı" sağlayabiliyor.

ebedî iktidarları için, bir kenan evren'in müdahalesi eksik vallahi...

----------
(*) ılımlı mütedeyyin kesim, türk şehirlerinde proto-burjuva denebilecek bir zümrenin hep içinde olmuş, daha çok da ticaret ile uğraşmıştır. iş dünyası içinden yetişen bu zümrenin varlığı da, modern kapitalizm geliştikçe, toplumsal uzlaşma ile artar. belki, ilkel partizan tutumu ile kendine yakın bir burjuvazi de yaratabileceğini sanan tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ, bu sınıfın aslâ yerel veya kısmî değil, evrensel olduğunu unutmaktadır. böylesi de doğaldır, çünkü onların evreni hâlâ kapitalist global ölçeklere erişemediğinden, kasaba veya mahalle zengini hacıları burjuva, esnafı dünya çapında işadamı, yerel boyutta üretimi de global üretkenlik ile karıştırmaktadırlar.

Wednesday, March 12, 2008

günde üç kişi de okusa, ben söyleyeyim de...

demedik mi, şu gangster sürüsü, bayağı suç çetesi pkk'ye "terörist" yaftası yapıştırmayın diye?

terörist denen her şebekenin, birilerine "özgürlük savaşçısı" gibi görünebileceği; esasen bir suç işleme sistemini gizlemeye yarayan abuk subuk siyasî iddiaların, sempati duyan kulaklarca bu şekilde, bu sefer de dillendirilebileceği konusunda uyarmadık mı?

amerika'nın terörizm dediği, ama kimsenin târifini yapamadığı, daha doğrusu, herkesin işine geldiği gibi yaptığı (*), o yüzden de ne idüğü belirsiz bir düşmanı, ırak'a saldırmak için bahane etmesinden istifâde, pkk'yı da terörist ilân ettirmenin hiç bir şekilde diplomatik başarı sayılmayacağına, sadece yokuş aşağı görünen bir kolay siyaset patikasının gizli balçığına saplanmaya yol açacağına işaret etmedik mi?

buyurun işte... şu zâten bizi istemeyen, düşmanımız, dinimizi ve peygamberimizi de sevmeyen; ama ticaretimizin de neredeyse tamamını yürüttüğümüz avrupa'dan sonra amerikanya'da da, etkili bazı gazeteler pkk'yı adetâ meşrû bir örgüt gibi, sevimli ve insancıl gösteren yayınlara başlamış...

hattâ, millî davâlarımızın ön saflardaki savaşçısı hürriyet, bu yayınları yapan washington post'u protesto kampanyası başlatarak, gazete yönetimine iletilmek üzere, türkçe bir tel'in mektubunu, okuyucuların imzasına açmış (her halde tercüme edeceklerdir...).

haa, bu arada, protesto metninin yanındaki ibare de "batının ayı sever bebek katilleri"... post'un şirin bulup, ayıya biberonla süt veren bir çetecinin resmini basması üzerine, cümle batıya gösterilen, tefrik özürlü bir tepki. sanki pkk baskınlarına gazeteciler kamera ve kalemler, okuyucular da yakın gözlükleri ile katılmışlar gibi...

o yüzden de, o resimdeki o ayının etkisi, o hürriyet'in açacağı her türlü kampanyadan her zaman daha etkili olacak.

ve ben daha ne kadar yırtınırsam yırtınayım, kimse dinlemeyecek... pkk adî bir suç çetesi iken, terörist diye adlandırılıp, meşruiyet battaniyesinin altında, giderek daha fazla sığınacak yer bulacak.

korkum odur ki, o adî suç çetesi, bu başarıyı, kat'iyyen öz hasletleri ve meziyetleri (!?!) ile değil, bizim entelecent-ziyamızın ayıyı, teröristi, ka'atili, çeteciyi, batıyı ve batılıyı ayırd etmeden, edemeden; her şeye fevrî tepkiler vermesi yüzünden ciddiye alınamaz duruma düşmemiz yüzüğnden kazanacak!

her ne kadar siyasî tarihimiz, dadaloğlu'ndan resneli niyazi'ye, dağda gezerek komitacı yöntemleri ile meşrûîyet yaratma girişimleri ile dolu ise de; gelin, hiç değilse şu cânî şebekesi pkk'ye o rasyonalizasyon fırsatını tanımayalım, hayduta haydut deyelim, terörist değil...

-------
(*) ben terörizm diye bir özel suç ya da siyaset yönteminin varlığını kabul etmeyen ekolden sayılabilirim. terörizm denen şey, ya bir savaştır ya da örgütlü suç... yıllar önce de tanımını "benim ve benden, bana ait, bana yakın, bana taraf olanın işine gelmeyen, siyasî iddialar arkasından yürütülen, reel veya tehdid düzeyinde şiddet" olarak yapmış idim.

yâni amerika yellense...

hürriyet, internet sitesine amerika'nın türkiye'ye verdiği insan hakları karnesini haber olarak koymuş.

koyarken de, mesleğin esasında pek yeri olmasa da, bizim medyanın pek beğendiği o yorumlu girizgâhlardan dayanmış: "guantanamo'da yüzlerce tutukluyu yıllardır mahkeme önüne çıkarmadan hapis tutan ABD, dün gece yayınladığı insan hakları yıllık raporu ile, türkiye'ye yine insan hakları karnesi verdi"...

yâni, amerika, türkiye'ye bu karneyi vermekle, şöyle ya da böyle, haksızlık etti, iftirâ attı, kelek yaptı gibisinden bir sonuç çıkıyor o yorumdan... değil mi?

hele karneye bir göz atalım da, şu haksızlığı "teşhis"edelim, o zaman.

demiş ki state department:

- türkiye'de e-muhtıra ile bile asker siyasete müdahale edebiliyor.
- türk adaleti yavaş (dursun karataş'ın varislerine, ağır yürüyen ağır ceza mahkemesi yüzünden tazminata mahkûm olmadık mı?); savunma hakkı yetersiz; cezaevlerinin durumu berbat,
- hükümet ve askeriye, yargı bağımsızlığını ciddiye almıyor (hatırlayınız, cemil çiçek yök'ün başını nasıl korumuştu, hüseyin çelik aihm dayanaklı danıştay kararını uygulamam diye açıkça beyan etti; emekli asker veli küçük ancak iş ayyuka çıkınca mahkemeye düştü vs., vs.).
- türkiye'de dinî özgürlük anlayışı sünni tarîkatçılığın kollanmasından ibaret, geçtik hristiyan ve musevî azınlıkları, alevîler bile ayırıma uğramakta.
-ifâde özgürlüğü nanay... internete bile sansür var (nasıl olduysa, rtükü atlamışlar). mizah dergileri bir yana, ösymnin ne yiyeceği hakkındaki matrak şarkı için bile soruşturma açıldı.
- kadının adı da sanı da yok (ama artık anayasal türbanı var... mı?).

ve de bu minvâl başka "gerçek"ler.

imdiii, elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin: amerika türkiye'ye zifos mu atmış, olan biteni çarpıtıp da mı söylemiş, fiilî durumu mu rapor etmiş?

en utanmazından, yüzüne kös derisi gerili kaşar siyasetçi değilseniz, bu yazılanlar için "yalan" deyebilir misiniz? olsa olsa, pinokyo mantığı ile, minareye kılıf olmayacak cinsten bahaneler uydurabilrsiniz, ki kimse de yutmaz zaten. siz bile...

hâl böyle iken, amerika'nın veya zapatozopomya üst hukûmetinin muhtelif insanî cinayetler işlemeleri, bizim acınacak insan hakları karnemizin sunduğu rezâleti ne kadar affettirir? sınıfta çakmış pinokyo muyuz biz de, "gepetto baba, sınıfın en ineği de matematikten ikmâle kaldı" uydurma bahanesi ile avunacağız, utanıp, düzeleceğimize?

yâni "entellektüel meslek" sayılan gazetecilik ile iştigal eden bir muhabir ya da editör, hayata bu derece faşistik bir etnosantrisizm odağından bakabiliyorsa, siyâsetimizdeki en yaygın teorik tez olan "sallandıracan üç-beş ipneyi..." yaklaşımının günahı ne?

velev ki, amerika, varsın, guantanamo'da, abu garib'de, avrupa'daki gizli üslerde vs., insanları nâhak yere hapis etsin, eziyetler çektirsin, işkence etsin ve muhtelif nev'iden"insanlık suçu" işlesin...

ne yâni, amerika yellense, bizim gibi uzaktan ona özenenlerin en âmelinden, ulu orta def-i hâcet eylemeleri mübah veya elzem midir ki?