Tuesday, May 27, 2008

bayar kimdir?

bugün 27 mayıs darbesinin 48. yıldönümü imiş. türk siyâsetinde kötü bir geleneği başlatan, sonra da devlet ağırlıklı, köylü bir topluma hayli ileri bir demokratik anayasa getiren; o gömlek, süleyman demirel'in deyimiyle "bol gelince" de, toplu, tüfekli, tanklısından, postmodernine, elektroniğine, bir dizi askerî müdahale ve müdahale girişimine kapı açan bir garip siyâsî döngünün sene-i devriyyesi.

aradan geçen 48 yılda, önce tu kaka ilân edilen, asıldıktan sonra ise nerdeyse siyâsî aziz mertebesine yüceltilen adnan menderes, fatin rüştü zorlu ve hasan polatkan'ın ne yazık ki, kendilerini haksız bir sona sürükleyen karşıtlaşmanın yeni versiyonundaki kutuplardan birine birer anıt gibi dikilmeleri; mâkûs talihlerinin siyaset esnafınca sermayeye dönüştürülmesi... menderes, zorlu, polatkan... "halk" denen tanımsız, amorf yığının beyân ettiği varsayılan irâdesine dayanarak, yarım asırda, bir tuhaf ülke, bir garip toplum üretme projesinin kurban-simgeleri.

acı bir öykünün şark işi bir melodram gibi yoğurulması...

demokrat parti...

ceberrud devlet fikrine muhalefet havasında ortaya çıkan, kapitalizmi para, zenginlik, özel mülkiyet ve devlet aracılığı ile kaynak dağıtmaktan ibaret sanan ekonomi ve siyaset cahili pragmatist akımların öncüsü. köylüyü değil, en yoğun hali ile köylülüğü milletin efendisi kılan, yoz oportünizmi politik sisteme yerleştiren ve bizzat kendi ceberrud yöntemleri kullandığı için devrilen örgüt...

menderes, zorlu, polatkan... "halk" bahanesiyle yapılan her türlü acaipliğe canları ve ölümlerindeki drama aracılığı ile meşruiyet kazandırmak için kullanılan üç siyâset kazâzedesi.

o fecî sona uğramasalar, belki onlar da meselâ, naim talu veya ferit melen gibi unutulup gidecek olan, şimdilerde bir de üstelik televizyon dizileri sâyesinde büsbütün perspektif dışına kayan üç kısmetsiz.

pek iyi, pek hoş; mâdem demokrat parti, menderes, zorlu, polatkan demokrasinin acıklı yolundaki unutulamaz ibretlik kilometre taşları...

celâl bayar'ı, istiklâl harbinin galip hoca'sını, atatürk'ün ekonomi kurmayını, iş bankasının baniini, 27 mayısçılara direnen, kurdukları mahkemeye de boyun eğmeyen, idama mahkûm edilip, yaşına hürmeten affedilen üçüncü cumhurbaşkanımızı niye unuttunuz o zaman? adamın dizilerde bile adı geçmiyor... demokrat parti'nin kurucusu ve ilk başkanı değil mi idi?

ben söyleyeyim, asılmadığı için unutuldu. arabesk ve nayhoş bir melodrama aktörü olmadı da ondan.

Monday, May 26, 2008

rasathane ve tünel ve islâm ve bilim ve müze ya da kutsal kitap sayfasına fatura yazmak...

kendisini, sık sık, islâmi kültür orduların da başbuğu sanmasıyla mâruf hazret-i başvekil, geçenlerde adı "islam, bilim ve teknoloji" kelimelerini birlikte ihtivâ eden bir müzenin açılışını yaptı (islâm bilim ve teknıoloji müzesi).

bir de, mûtâdı ve âdeti veçhîle, cümle âleme yine postasını koydu: "kimse islâma (müslüman dünyanın neredeyse istisnâsız, üçbuçukuncu dünyamız da dahil, bilimsel ve teknik gerikalmışlığı için,) fatura çıkarmasın!"

faturayı tarih zâten yazmış, bugün de faiziyle birlikte 1.5 milyarlık "islâm milleti" çatır çutur ödemekte de, benim merâk ettiğim şu:

mâlûmunuz, 16. asrın sonlarında, dünyanın galibâ da ikinci astronomi rasathânesi, tophane sırtlarında (yaklaşık, yobazlığımız yüzünden târ-ü mâr edip de özalizm açgözlülüğünün dayanılmaz kollektif vecdine kapılıp diktiğimiz, bugünkü park otel hurdasının yerinde) açılmış idi.

rasathâne, daha yılı dolmadan hâk-ile yeksân edildi, içindeki alât-edevâtın da, ekserî bölümü kırıldı, döküldü; yağmalanadı. neden acabâ?

şeyh-ül islâm kadızâde efendi padişaha baskı yapıp, "bu zındıklar yıldızlara bakıyoruz diye meleklerin bacaklarını dikiz ediyorlar" şeklinde gammazcılık ettiği için.

şimdi düşünüyorum da, acabâ, o "islâm bilim ve teknoloji müzesi"nde rasathâneden arta kalan üç beş usturlâb, pertavsız, harita, zâyiçe falan da sergilenebilir mi ki?

daha da âlâsı, kadızâde'nin fetvâsı ile padişah III. murad'ın fermanı bulunup, bilimsel yolla teşhire hazırlanıp da baş köşeye konabilir mi?

haydi, biraz daha dürtelim şeytanların yatağını: şu istanbul'un zavallı, bir kilometrelik tarihî tünel'i, dünyanın ilk dört metrosundan biridir. paris'inkini inşâ eden şirket tarafından, sultan aziz'in büyük teşvîki ile yapılmıştır.

ve de onyıllarca, sadece hayvan, bazan da çoban taşımıştır... neden mi?

şeyh-ül islâm efendimize göre, "yeraltı ölülerin âlemi olup, onları rahatsız etmek adamı cehennemlik edeceğinden"!

yaaa, ihvanlar... muhtelif dinamiklerin bir yumağı olan toplum, sadece din ile tanımlanırsa olacağı budur işte. aslında bir davranış klavuzu olan kudsiyyet, bir bakmışınız, garip ve geri siyasî menfaat şemalarının oyuncağı olmuş... fatura, kitaptan kopartılan sayfaların üstüne yazılmış...

tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ da, bizim ödediğimiz faturanın bir cüzü sadece...

Saturday, May 24, 2008

payını kulağına sok ulan!..

paylaşıyormuş!

neyi? bir dilim ekmeği mi? babadan kalan mirası mı? dünkü soygunun ganîmet çuvalındaki altın, gümüş, billûr kadeh ve saireyi mi?

nedir o senin olan ki, bölüp, parçalayıp, ona buna dağıtıp paylaşıyorsun?

***

olmadık sinonimler icâd edip, onların tümünü de modaya dönüşen tek kelimeye irca eylemek sûreti ile, günden güne, alabildiğine lûgatçesini fakirleştirdiğiniz, miş'li geçmişi unutup, di'li geçmişi de şimdiki zamanla anlatarak, koskoca bir zaman kipini tarihe gömdüğünüz, içine ede ede, düşünce aracı olmaktan çıkarıp, bir ses yığınına çevirdiğiniz türkçeye eziyet etmenin zevkini de paylaşıyor olmalısınız, cennet vatanımın esbab-ı cinnet entelecent-ziya'sı...

kedi de mi beslemediniz yahu? şimdilerde mamalar çıktı da unutuldu desek, hiç biriniz o kadar hi-tech bir türkiye'yi tek yaşam ortamı olarak tecrübe edecek kadar yeni değilsiniz... eskiden kasaptan et alınırken, normalde yenemeyecek parçalar da, "kedi payı" diye ayrıca paket edilirdi. hatırladınız mı?

haydi, buradan yola çıkalım da, mektebin öğretemediğini kediler öğretsin bâri size: "pay" dediğiniz, tasarruf hakkı birden fazla kişide olan mal ve nesneler üzerinde, her ortağa düşen kısım, parça, yâni, hisseden ibarettir.

paylaşmak ise, eylem konusu bütünsel nesnenin, ortakları arasında bölüşülüp, herkesin kendine ait olan, yâni üzerinde diğerlerinin ve üçüncü şahısların hak iddia edemeyeceği hissesini, mülk edinmesi olgusudur. türkçede bu olguyu üleşmek diye anılan fiil de tanımlar...

yâni, paylaşılan şey artık ortak olmaktan çıkar, bireysel mülk olur. haa; yeni mâlik onu paylaşır, bağışlar, çöpe adar, gönlü ne isterse onu eder; mal sahibi odur, onun bileceği konudur.

binâenaleyh, büyük dedeniz âhîr ömründe osmanlı sikke kolleksiyonunu siz torunları arasında paylaştırabilir; babanız mirâs kavgası olmasın diye daha hayatta iken daireleri, dükkânları kardeşleriniz ile üleştirir; sevgiliniz onlar kavga etmeden paylaşamıyorlar diye tabakta artan yemekleri, sokağın iti cümbüş ile kedisi gümüş arasında bölüştürür; bunlar doğru ifâdelerdir.

ama bugün ittihatçı torununun yazdığı gibi, "herkese bilmem ne lâzım olduğu" fikrini; veya kır teke kılıklı tvcinin birinin, diline pelesenk ettiği gibi hayatı; neclâ teyzenin jülide abla hakkında üfürdüğü dedikoduyu, veyahut da başbakanlık müsteşarının bilmem hangi bakanlıkla ilgili fısıldadığı yolsuzluk iddiasını p-a-y-l-a-ş-a-m-a-z-s-ı-n-ı-z!.. paylaşamazsınız, çünkü ortada ne mal, ne nesne vardır. ne de temlik edebileceğiniz, yâni mülke dönüştürebileceğiniz bir şey... bu sayılanlar, somut değil, soyut, kavramsal ve aidiyet konusu yapılamayacak tecrübelerdir. ve de hepsini doğru ifâde etmek için muhtelif yüklemler, her dilde mevcuddur.

soyut, kavramsal ve aidiyet konusu yapılamayacak tecrübelerin, ortaklık konusu yapılmaları da olabilecek bir şey değildir!

kaldı ki, ortaklık zâten, paylaşıma kadardır. paylar dağıldıktan sonra, ortaklık ortadan kalkar, bireysel mülkiyete dönüşür.

yâni, cühelâ ama bol para kazanan amerikan public relations "uzman"larının, cehâlet mecraı olduğu kadar menbaı da olan "medya" aracılığı ile bir çok dile kattığı o paylaşmak kavramı, doğru kullanımı ile, özünde bir ortaklık tecrübesinin kalıcılığını da değil, sonunu belirler.

ol sebebden, bir fikre, belki, "katılabilirsiniz" ama onu paylaşamazsınız; çünkü fikri bölemezsiniz ki bölüşesiniz...

yıllar önce fikir sahibi olmayı terkedip, ezber okumaya başlayan üçbuçukuncu dünyaya mahsus entelecent-ziya, bir zamanlar belki muğlâk ve müphem bir şekilde de olsa farkına vardığı şu temel hakikatı da unutmuştur:

fikir alabildiğine bireysel ve özgün bir intibâhtır. sahip çıkanı çoğaldıkça, ancak sulanır. o zaman, siyâsete yozlaşır. düşüncenin elifbasını zâten unutan entelecent-ziya, o yüzden, ancak bütünken anlamlı bir şeyin paylaşılmasındaki fikrî garabeyi de pek sezememektedir. tabii ki, bu arada, paylaşılan şeyin, işin doğası icâbı azaldığını da...

duygularda da, meselâ, buluşabilirsiniz ama, onu da üleşemezsiniz. duygular, tutkular, coşkular, acılar ve saire, hepsi kişiye özeldir. bir başkasında ancak yabancı ağızdan çıkma takma diş gibi dururlar.

dilini ve fikrini yitiren entelecent-ziya, cümle hissiyâtını da kollektif pusulaya göre onaylama ve inkâr etme çemberinde yaşar hâle gelmiş ise de, onları da pragmatik ve gramatik olarak paylaşamazsınız. ancak benimseyebilirsiniz.

buyurun, o entellecans fukarası entelecent-ziya âlemine ziyâde yakışan, meselâ, "haset" falan gibi mebzûlen yaygın ne his varsa, giderek haznesi daralan türkçe ve debisi azalan fikriyât hayatınızda, her nasıl becerir iseniz, "paylaşın".

ama ne olur, bâri sevginin peşini bırakın!..

sevgiyi hiç ve aslâ paylaşamazsınız!.. sevgilinizle bile paylaşamazsınız, çünkü değerini bölemezsiniz!..

zâten, fikir sahibi olmayan adamın sevgisinden de, nefretinden de hayır gelmez ...

yoksa, sevmenin ayrı ayrı yaşanıp, birbiriyle çoğalmadıkça yaşanamayacağını bilir, paylaşmaya, azaltmaya, üstelik böylece bir de kullanmaya kalkışmazdınız.

Friday, May 23, 2008

mehterân

yunanistan dönüşü bugün niyetim hoş bir şeyler kaleme almak idi ama memleketin genel havası yanında bizim bilgi üniversitesinin atmosferi de doğrusu hiç şevk verice değildi.

her yıl bu dönemde bizim tullâb, mektebin bahçelerinde mayfest adı verilen bir dönem sonu eğlentisi düzenler. tabii, toplumumuzda eğlenmek "ne kadar çok kişiyi, ne kadar yüksek ve rahatsız edici gürültü ile tâciz edebiliriz" sorunsalının tatbîkinden ibâret anlaşıldığından, tantana ayyûka çıkar.

bu mayfestte benim yedi yıldır ilk def'a şahit olduğum ve iğrenç bulduğum bir uygulama da yapılarak, eğlentiye bir mehter bandosu getirildi.

garfucius da oturup aşağıdaki metni yazdı ve cümle üniversite çalışanına yolladı. her halde mesaj yöneticilere de ulaşmıştır. yazıyı buraya da, sadece harf yanlışları düzeltilmiş olarak aktarıyorum ki, başkaları da cehâlet seviyemizin vehâmeti hakkında fikir sahibi olsun.

***
böyle bir pespâyelik neden gerekli görüldü ve de okul idaresi ne gerekçe ve mülâhaza ile müsaade etti ise (1), el’an, kuştepe kampus bahçesinde mehter takımı, tam kıyafet içinde, yahşi kadem yürüyüp, cenk şarkıları tegannî ederek konser vermekte.

hani 29 mayıs falan olsa belki bir kulp bulabileceğim de…

yakın siyasî tarihimiz boyunca (önce demirel ve adalet partisi, ardından da ondan parsayı kapan erbakan ve muhtelif partileri, son olarak da memleketimizi en kâmil şekilde idare eden A-Ke-Pe vs.nin şahsında) tutu(nu)cu siyasî görüş ve örgütlerce sesli sembol olarak benimsenen mehter, o ideolojik çerçevede, “bir zamanlar islâmın sancağı altında cihâd eyleyerek kâfire diz çöktüren yeniçeri ile âleme kabûl ettirilen devr-i azamete duyulan özlem ve özenmeyi tecessüm ettiren, kanaatimce de, hele bu devirde, içerdiği çağdışı militarizm, iki ileri bir geri tempo ve “ürkütme, korkutma, kaçırma” amacına yönelik vâveylâsı ile maskaraca bir “show”dan ibarettir. hatırlatayım, geçenleri cennet vatanımızı teşrif ve teshir eden majeste II. elisabeth hazretleri de bundan önceki (1971?) ziyâretlerinde mehterden irkilip reginal zarafetleri haleldâr bile olmuştu.

bu pespayelik için, tarihimizden menkûl “millî” bir yüceltme (sublimation) arayıp, şanlı fütûhat geçmişimiz edebiyatı ardında (illâ ki) bulan da varsa, bile ki mehter millî falan değil, kurduğu siyasî alyanslar itibarı ile, daha çok dinî, üstelik de çoğunluk, mürtecîdir.

yok, birileri, günün modası icâbı, dilinden bile faydalanamadığı osmanlı’nın karmakarışık kültür yumağından, bula bula bu antika militarist pespâyeliği bulabildi ise, sadece cehalet düzeyleri somutlaşmaktadır; o kadar.

yeniçeri, hele ki 17. asır başında padişah 2. “genç” osman’ı, üstelik, bazılarına göre de, önce tecavüz edip, katl eyledikten sonra; en aptallarca bile anlaşıldığı üzere, yoz, sömürücü, rüşvetçi ve zararlı bir kurum hâline dönüşmüştür. ahmed-i sânilerin, nevşehirli ibrahim’lerin, şair selim’lerin, koca alemdar mustafa’ların (ve daha nicelerin) mâkûs talihlerinin müellifi (hadi foucault’ca yazayım daha çok anlayan çıksın: auteur), yeniçeri nâm o habîs ocak olagelmiştir.

yeniçeri ocağı, 17-19. asırlar arasında osmanlı’da yapılan her türlü yenileştirme, düzenleme, estetik, modernizasyon ve medeniyete ayak uydurma girişimine, istisnasız ve kanlı şekilde karşı koymuştur. bunu yaparken de, islâmî akîdeleri kendi menfaatine payanda eden yorumlarla yola çıkmıştır. yozlaşan ve habîs bir tümöre dönüşen yeniçeri’ye bu iki asırlık ihânet süresince hep din ulemâsından gericiler destek olmuştur. evet, yeniçeri ocağı, osmanlı’nın çöküşünde en büyük rolü deruhte etmiş, irticâ ile beslenen bir ihânet ocağından başka bir şey değildir.

nihayet, yunan istiklâli sırasında, üstelik daha harp bile tam bitmemişken, sultan II. mahmud’un dirâyeti sâyesinde yeniçeri ocağı lâğvedilebilmiştir. yeniçeri, ocağı düzeltmeye “yeltendiği” için linç edilen genç osman’dan beri her seferinde olduğu gibi, Mahmud’un modern bir ordu nüvsei olarak eşkinci sekbanı kurmasına da kazan kaldırınca, padişah bunu “huruc alessultan” ilân etmiştir (2). yeniçeriden artık dinî ulemâya bile gınâ geldiğinden, şeyhül-islâm da fetva verince, şehir muhafızları ve eşkinciler, önce top ateşi sonra piyâde harekâtı ile yeniçeri kışlalarını târ-ü mâr edip, yakaladıkları her bir üyesini de kılıçtan geçirmişlerdir. en az 20 bin âsî yeniçeri ilk hücumda, kimilerine göre 80 bin, kimilerine göre de 150 bin kadar asker de, müteâkib üç gün içinde, şehirde sindikleri köşelerde yakalanıp, resmen itlâf edilmişlerdir.

bu tarihte eşi görülmeyen, bir monarkın kendi ordusunu (3) küllîyen yok ettiği, tuhaf bir katliamdır ama pek çoğunuzun mâlûmu üzere, osmanlı-türk tarihine “ak’a-i hayriye” (hayırlı olay) diye geçmiştir. yeniçerinin yok edilmesine enderûn talebesinden, kadınlar da dahil pây-i tahtın ekserî ahâlîsi de gönüllü olarak ve aktif biçimde katılmıştır. yâni, populer anlamda, vak’a-i hayriye bir “karşı darbe” (counter coup) de sayılabilir.

demem odur ki, bugün, medenî türkiye’nin medeniyet “ocağı” bir üniversiteye, üstelik de bilgi’ye, bâhûsus ve muhtemelen ücreti mukâbili dâvet edilen “show”un o maskara ve pespâye nesnesi; müseccel mürtecî taifenin sesli ve görsel simgesi, mehter takımının aslı yeniçeri, osmanlı’da bile geri, gerici, yıkıcı, bozucu ve yoz olmayan ne kaldı ise, onlar tarafından dahî, lanetlenmiştir!

her kim, mektebin bahçesinde, bu pespâyelik ile beyinlerimize tecâvüz etmeyi mârifet saydı ise, ol cühelâya da selâmım olsun buradan. sâyelerinde encâmımız osmanlı’ya benzemez umarım…

hiç cehâlet olmadan irticâ olabilir mi zâten?

------
(1) mezuniyet “eğlence”leri konusunda öğrencilerin gürültü, curcuna ve tantanasına fazla müdahaleyi ilke olarak benimsemediğinden olsa gerek,
(2) mehterperver osmanlı özentileri öyle hainlere hasret çekeceğine bu kelimelerin anlamını öğreneydi derdim amma, genç nesil için söyleyeyim: padişaha karşı çıkma, isyan.
(3) bazı müellifler , II. mahmud'un bizzat sancak-ı şerifi kapıp yeniçeriye savaş açan askerin başına geçmek istediğini de yazarlar. ben tarihçi değilim, meraklısı araştırsın

Thursday, May 15, 2008

hoş moş değil sadece boş sizin "görü"nüz, millet!

özellikle son 10 yıldır kültür deyince akla din; medeniyyet deyince de "dinlerin birlikteliği" tatavasının gelmesi bizim "tutu(nu)cu" kesimde pek rağbet buldu.

zihinlerin içinde inanç olmayan hiç bir şeye basmaması yüzünden, resmî, gayriresmîi islamiyet adına konuşma yetkisini kendinde bulan tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ'dan, laik ve sünnî devletimizin memur şeyh-ül islâmı, diyanet reisine; mahalle imamından, postmoş gazeteciye kadar, herkes, milletimizin taaaa osmanlı'dan beri ne kadar alîcenap ve "hoşgörü" sahibi olduğunun borusunu üflemeye başladı.

osmanlı öyle "hoşgörü" sahibi idi ki; maaşaallah, tanzimat fermanı ile, yalandan da olsa, eşit vatandaş (daha doğrusu, eşit teb'a) fikri zorâkî benimsenene kadar, kiliselerin çanları tahtadan yapılır idi...

haydi geçelim kocccaaa imparatorluk osmanlı'yı; ve hattâ devletimizin varlık vergisi ve 1974 kanunla gasp operasyonu gibi hukuk cinayeti ırkçı ve xenophobiac (1) uygulamalarını... gelelim gündelik hayata, sokaktaki insana, bugüne...

her yıl, bilmem kaç asırdır süren gelenek icabı, 6 ocak günü (2) patrikhaneden bir papaz, haliç'e altın bir hac atar ve artık sayıları üç haneli rakkamlarla ifade edilecek kadar azalan delikanlı rum vatandaşlarımız da, zemherî soğuğunda, buz gibi suya dalıp, hacı çıkarmak için yarışırlar.

onlar haliç çamuruna dalarlarken, türk bayrakları ile bezeli, gayetle milliyetçi görünümlü bir tekneye doluşan kahraman yurtdaşları da, rum vatandaşlar aleyhine slogan atıp, türkiye'nin türk ve müslüman olduğunu haykırırlar. bir nev'î, bu protesto da bir gelenek halini almıştır ve maazaallah, bizans 10 milyonluk yunanistan'ın şahsında hortlayıp istanbul'u geri fetheyler ve de konstantinopolis diye yeniden vaftiz eder endîşesi ile, azamî bir millî teyakkuzu canlı tutmaktadır.

çok yakında bir daha idrâk edeceğimiz üzere, her 29 mayısta, genç osman'ı önce tecavüz edip, boğduktan sonra bir araba dolusu saçmalık yapmaya devam ettiklerinden, 1826 da alayını katlettiğimiz ve buna "vak'a-yı hayriye" (3) adını verdiğimiz yeniçerilerin mızıka takımı mehterân eşliğinde istanbul'un fethi kutlanır. bir yandan da, 550 küsur senedir elimizde duran şehrin (4) semtlerinin orijinal adları gûyâ türklük ve son yıllarda da bilhassa islâmiyet ilham eden isimlerle değiştirilir durur. meselâ bizim psamathea, ki giderek su perisinin adının dejenere telaffuzu neticesi samatya olmuştur, artık resmî liste ve adreslerden silinmiş, halkın hafızasına terkedilmiştir. yerine de fena halde kâllavî osmanlı bir ad konmuştur: koca mustafa paşa (5).

değil mi ya? maazallah yeniden bizans mizans olur şu şanlı islambol...

buraya kadar, şu meşhuuuur türk islâm hoşgörü hoşafından kültürel ve devletsel yudumlar kepçeleyerek geldik. ama, türk işinden bahsetmekte isek, bunun bir de zaptiye boyutu mutlaka olacaktır, değil mi?

nEtekim, dün asistanım ile cibali-fener-balat sokaklarında turlarken, hayret ve dehşet ile müşahade ettim ki, patrikhanenin duvarları da dahil, semtteki cümle kiliselerin mahalleye bakan duvarları, keskin teller (razor wire) ile koruma altına alınmış!..

eğer, bir ülkede, hâkim din dışında kalan inanç sistemleri, ibadethanelerin fizikî güvenliğini dikenli, kesici vs. teller arkasına saklanarak koruma ihtiyacını (6) hisseder hale düşmüş iseler, o ülkede siyasî palavra olarak dillere pelesenk olan "hoşgörü" hoş moş değil, ancak boş bir görüdür.

boşgörücülerin de, kendilerine bir bakıp, neyin ne olduğunu - hiç hoş olmadığını da bile bile - görme zamanları çatmıştır!'

-------
(1) faciâ şu ki, burada xenos, yâni, yabancı olan da, bire bir, müslüman olmayan tc vatandaşları. yâni, laik devletin, hakim dinden kalabalık nüfus dışında kalan bireyleri ile onların örgütleri
(2) julian takvimine göre, 7 ocak günü ortodoks noeline tekabül eder. yunan ortodoks kilisesi, yâni bizim patrikhane tarafından yönetilen esas ortodoks kilise ise, 25 aralık yanısıra 6-7 ocakta noeli bir kerre daha kutlar. katolik mezhebinde, 6 ocak epifani günüdür: tanrının isa'nın şahsında göründüğü gün. matta incilinde bu olay "doğudan gelen üç sihirbazın bebek isa'yı ziyareti" olarak mitolojize edilir.
(3) hayırlı olay... yeniçeri ocağının kaçamayan her bir askeri öldürülerek tarihe gömülmesi. yaklaşık 150 bin kişinin katledildiği söylenir...
(4) ad değiştirme, sadece istanbul değil, tüm yurt sathında uygulanan bir millîleştirme eylemidir.
(5) aslında, zâten mevcud olan koca mustafa paşa'nın sınırları samatya'ya şâmil olacak şekilde genişletilerek bir gâvurluk kalıntısı daha yutuldu, yokedildi.
(6) bu his abartmalı dahî olabilir. önemli olan, böyle bir psikolojinin yerleşmiş olması ve asâyişten sorumlu olan devlet birimlerinin "azınlık" konumundakilere, onları koruyacağı güvencesini verememekte olmasıdır.

Wednesday, May 14, 2008

sinan sofuoğlu'nun ardından

tabii ki çok üzüldüm fakat futbol budalası aslan türkiş metya, başka spor dallarından bir şampiyon ölünce, haber gözü ile bakmadığından, ne olup bittiğini öğrenmeden bir şey söylemek istemedim... bugün rüzgârın kızı'ndan nihayet okudum: türkiye motosiklet şampiyonu sinan sofuoğlu'nun, yâni dünya supersport motosiklet şampiyonu kenan'ın ağabeyinin, antrenman sırasında kocaeli yarış pistinde kaza geçirip, ölmesi de, yine teknik tedbirlerin yetersizliği (*) sonucu imiş.

sür'at pistlerinde, düşmelerde hayatî riskleri azaltan, çakıl perimetre, çimenlik alan vs. gibi tedbirler, kocaeli pistinde yokmuş. zâten sinancığın parçalanmış motoru da, fotoğraflarda bakımsız bir otlağın içinde yatarken görülmekte.

tanıyan herkesin sevdiği, efendiliği ve dürüstlüğü ile bilinen bir şampiyon daha, "bizde bunlardan çok var" zihniyetinin ve de anlaşılan, biraz da kendinden kaynaklanan, "tedbirsiz pist, delikanlı motorcuyu bozmaz" tavrının kurbanı olmuş.

çocuklarımıza, zekâ ile korkunun (korkaklığın değil!) doğru orantılı olduğunu, cesaretin de ancak o orantı ile ortaya çıkabileceğini, çılgın davranmanın mârifet olmadığını biraz olsun anlatabilsek... onlar da kellelerini koltuklarına almak yerine, belki, ne bileyim, meselâ yarıştıkları pistlerin sorumlularına "şu tedbirleri al" diyerek baskı yapabilecek cesareti kendilerinde bulabilirler mi ki?

yakın geleceğin superbike dünya şampiyonu olacak kenan sofuoğlu'na ulaşıp da bir söz edebilsem, derdim ki "kardeşim, ces'ur ol. medeniyet buralara yerleşmedikçe, sakın dolduruşa gelip de mahalle baskısı belâsı falan, gelip türkiye'de yarışmaya kalkma... ya piste at eşek, kedi köpek fırlar; ya da çukurlara mukurlara düşersin. cesaret, doğru yapılana kadar yanlışa hayır diyebilmenin de bir başka adıdır".

-----------
(*) mûtâd maşruk-türkî usûl icâbı, sorumlu motor sporları federasyonu yetkilisi süleyman memnun, pistte her şeyin normal olduğunu iddia etmiş. sadece sinan'ın motorunun düşüp kaldığı yerdeki bakımsız tarla görüntüsü bile, üçbuçukuncu dünyada resmî beyânata ne kadar güvenilebileceğinin bir göstergesi gibi geliyor bana. şeffafiyet ve hatanın sorumluluğunu üstlenmek ise, sadrâzam kellesi uçurmayı siyâset sayan kültürümüzde ebediyyen nâmümkün zâten.

havaalanı vali muavini

istanbul'un düşman başına şehir-vilâyet yönetiminden bahsederken (bkz. aşağıdaki post) mahsus değinmeyip, özel "mansiyon" için ayırdığım bir yetkilimiz daha var: havaalanlarından sorumlu istanbul vali muavini.

bu zât, kuşkusuz, her türlü kâğıt üzerindeki yeterliliğine ve "meslekte" tecrübesine binaen o göreve getirilmiş bir memur.

ve de mezkûr memurun vazifeşinas uygulamaları sâyesinde, istanbul atatürk havaalanı, bir güvenlik cehennemine dönmüş durumda.

şimdi, vatandaşın suratına her türlü eziyetin resmî gerekçesi olarak dayanan, yasal ve meşru statüsü tartışmalı her uygulamanın müellifi her mevkî sahibinin sığındığı "söylem"e sarılıp, deyeceksiniz ki, "ama güvenliğimiz için"...

ben de deyeceğim ki, "bu tür tedbirlerin engel olabildiği tek saldırı ve tedhiş vak'ası yoktur; bu güvenlik fetişizmi sadece mâsum sâde vatandaşları etkileyen, sıkıştıran bir göz boyacılığıdır; psikolojik bir baskı mekanizmasından ibarettir".

nitekim, yanılıyor olabilirim ama meselâ, şanlı suç tarihimizdeki kaçırılan uçakların çoğu da galibâ istanbul çıkışlıdır...

atatürk havalimanındaki en abuk ve de havaalanı valisinin zihnî tutumunu gâyet açığa vuran güvenlik uygulaması ise, laptop kompüter cihazlarının, güvenlik makinesinden geçirildikten sonra, bir kerre de polis tezghâhı üstünde çalıştırılması olsa gerekir...

bu tam "dostlar alış veriş de görsün" nev'inden bir tedbirdir; çünkü:

1. normal olarak, komputer tehlikeli bir düzenek içeriyorsa ve bu, iki rontgen cihazı tarafından tesbit edilemiyorsa, vaziyet zâten alabildiğine vahimdir: uçak kaçırmayı "aşırı tedbir" dolayısıyla riskli bulan mutasavver bir "terörist", pek âlâ, onun yerine havaalanını havaya uçurup, yüzlerce insanın telef olabileceği, dünyayı dehşete boğacak bir eylem yapabilir.

yoksa vali muavini beye göre, uçaklar insanlardan daha mı önemlidir?

2. aynı muhayyel "terörist", havaalanını havaya uçurma eylemini ikinci rontgen aletini de aştıktan sonra "bilgisayarınızı çalıştırınız lütfen" deyen görevlinin müdahalesi üzerine, uçağı kaçırmaktan son anda korkup, herkesin sırada homurdanarak beklediği tarayıcı kapının önünde, hemen oracıkta da "gerçekleştirebilir".

3. vali muavini bey ve güvenlikçi şürekâsı farkında olmayabilirler amma, iki rontgen muayenesini zâten aşabilecek kadar ustaca hazırlanarak komputer içine gizlenen bir bombayı yapanlar, eğer niyetleri bununla uçak kaçırmak veya berhava etmek ise, oradaki tamamen de komputer cahili personel tarafından yürütülen uyduruk denetimi de atlatacak karmaşıklıkta, yâni ilk açıldığında değil de, meselâ üçüncü def'a açıldığında patlayacak bir yazılımı da cihaza kolaylıkla yükleyebilirler.

allahtan, halkımız mûnis; öyle komputer bombasıyla falan havaalanına giren, uçağa binen pek çıkmamakta. sahici terörist ise, zekâca kısıtlı olsa bile, zâten o tedbirleri bilip, aşacak karşı tedbirlerini almazsa, çuvallayacağını da bilmekte. bu arada, muavin bey iyi bir iş yaptığını, bunun üstlerince de er geç takdir edileceğini düşünerek dövlet dövlet gezinmekte...

ya millet? ağlanıp, söylenip yine bu üstün ve dövletli ama modern çağ teknolojisini bir türlü kavrayamayan, orantı düşmanı aklın kurbanı, kuyruklarda bürokrat keyfiyetinin kahrını çekmekte.

allah birilerini kurtarsın da, kimin kurtarılmaya değeceğini komputer saptayacak artık...

bu kafayla, hayırlı yolculuklar...

istanbul vilayet idaresi, sadece 1 mayısları gaz ve cop bayramına çeviren bir vali ile; işçileri sopalatıp da, şehrin (pardon, kentin) asayişini lahmacun kokusu yüzünden isteyenin dilediğini doğradığı bir kargaşaya dönmesini dert etmeyen, bol bıyıklı cerrah müdürden ibâret değil.


inanması güç gelse de, zaten karmaşık da olsa belli bir rutin çerçevesinde döndüğünden, esasında pek de zor olmayan istanbul'un yönetiminde, doğru dürüst işler yapanlar da var... kültürel iş ve mes'elelerden sorumlu vali muavini cumhur güven taşbaşı gibi.


taşbaşı, istanbul'a bodrum kaymakamlığından geldi. rivayet odur ki, tv'de maskaralık yaparak zengin olmuş bir zibidinin, ruhsatsız barında âvâzeler halinde çaldığı yaygaraları kıstırmak istediği için bir anlamda, sürüldü.


istanbul'da da işin belâlısına çattı... mâlûmunuz, iki imparatorluğun başşehri olan şu şanlı kostantiniyye, türkler tarafından 1950lerden itibaren yeniden fethedildikçe, değil 1453te, katolik istilâsı zamanında bile görmediği talanı, bizzat yeni ithal hemşehrilerinin elinden yaşadı.


kimi uyanıklar anadolu hisarının burçlarına ve içine gecekondular kurarken, kimi tarihi katledip beton gudubetler dikti. asıp, ardından millî kahraman ilân ettiğimiz, şu sıralarda da, demokrasimize mi, demokrasimiz için mi göz yaşı döküldüğü pek de anlaşılmayacak şekilde, ardından ağlama modası yarattığımız bir başvekilimiz de, "batıdaki gibi, şehir ortasından dümdüz giden yol isterim" deyip, "vatan ve millet" uğruna, başka tarihî alanları düm-düz ediverdi.


derken, ithal hemşehrilerin "next" kuşakları yetişti. şehirli olacaklarına, gecekondunun şehri köylere benzetme geleneğinden yetiştikleri için, şehrin tarihini de ulubatlı hasan'ın kolundaki nacar saate bakıp surlara saldırdığı filmlerden esinlenerek şekillenen kafalarına göre yorumlamakta beis görmediler. meselâ, azıcık okumuş yordam görmüşleri, olduk olmadık yerlere, amerika'nın orta boy kasabalarında bile ancak sıradan binalar olarak kabul edilebilecek boyutlarda ama adı gökdelen konan sevimsiz yığınlar diktiler. daha avam kesim de, hisarlara, genelde de boğaz'a falan, gecekondulardan gerdanlıklar işledi. istanbul'u çevreleyen tarihî surlar da, artık eşek mezbahası olarak kullanılamaz olunca, lâz müteahhit usûlü, taş, tuğla elde beleş be varsa üst üste koymak sûreti ile, 2. jenerasyon göçmen kitlesinin akıllarına ve kültürlerine göre restore çekinmeden edildi.

sonunda istanbul, üçbuçukuncu dünya için bile gurur kırıcı, utanç verici bir duruma düşüp, unesco'nun dünya mirası listesinden çıkarılma raddelerine geldi.


taşbaşı, işte tam da bu ayıbı istanbul'un üzerinden kaldırma görevini üstlendi. üç sene kadar cansiperâne çalışıp, nihayet geçen hafta (henüz kesinleşmese de), teftişe gelen unesco heyetini bu onur kırıcı ıskat cezasından vazgeçmeye, bazı deliller göstererek, iknâ etmeyi galibâ başardı.


galibâ, şimdilik istanbul yırttı... ama bu, maalesef, asla istanbul'da tarih ve evrensellik bilincinin yerleştiği anlamına gelmemekte. zâten bu yırtışa tepkimizden de, tarihten yine ders alınmadığı sezilmekte...


türk medyası ve ahalî, listede kalma "başarı"sını sevinçle karşıladı. gelgelelim, türklerin sevinci, çalışmadığı derste sözlüye kaldırılmayı beklerken paydos zilini duyan öğrencinin bir ooooh çekip, ferahlamasından farklı değil.


unesco'nun istanbul'a tanıdığı şans, istanbul tarafından "ohhh, gâvura yine yutturduk" şeklinde algılanıp, gök delmekten tarih yıkmaya kadar, "her türlü densizliğe düstursuzca devam izni" olarak algılanmadı ise, ben de bu blogu yemeye razıyım!


neden mi? çünkü, bir zamanların cihân pây-i tahtına bugün hâkim olan zihniyyet, evrensel değil yerel! ve de ancak "şu anda" olanı kavrayacak yetenekte de ondan... fazla mı gaddar geldi? işte kanıt: sizce hiç bir anlamı da olmayan "şu anda" lâfının, millî popularite patlaması, başka ne ile açıklanabilir?


bu akıl kamburluğu (1) faciâsının bir başka görünümü de, projesini millete "para gelir, muhteşem tanıtımımız olur" tatavalar ile kakalarken ve de ilk açıldığında pek övündüğümüz ama kıvıramayıp birilerine peşkeş çektiğimiz istanbul park formula1 pistimizde yaşandı. değil üçüncü dünyada, yamyamistan'ın zampapatomya kasabasında bile f1 yarışı düzenlense zor rastlanacak bir vak'a, bizim milyonlarca dolar değerindeki pistte meysana geldi. zavallı sokak köpekleri, kompleks sınırlarını nasıl aştı ise, yarış ortasında piste fırlayıp, pilotların can güvenliğini alt-üst ettikleri gibi, zilyarlık otomobillere de hasar verdiler, kendileri de param parça oldular. kaza geçiren, hem korkan, hem tehlike atlatan hem de puanlardan olan yarışçı ve takımlar, tabii ki istanbulpark'ı şikâyet etti. belki de, pistin kapanması söz konusu.

pek iyi de, bizim çılgın türkler bu konuda ne yaptı? kimse köpeklerin komplekse nasıl girdiğini, kimseye görünmeden nasıl pist çeperine ulaştıklarını ve asfalta daldıklarını araştırıp, soruşturdu mu? yetkili biri çıkıp bu rezâletin sebebini vs. açıkladı mı? medenî bir tutumla özür dileyip, sorumluluğu üstlendi mi? ne gezer... şarklı kafa, yine kaçamak yapıp yırtacak delik aramaya başladı...

istanbulpark'ın âkibeti ne olur, konuşmak daha erken. bu derece can güvenliği yoksunu bir piste, tekrar yarış izni verilir mi, hangi şartlarla verilir, bunlar teknik ve hattâ bilimsel mes'eleler ki, görüldüğü gibi, bizim o taraklarda bezimiz değil, zâten tarağımız dahî yok.

ama evel allah şarklıyız ya, yırtacak açığı tam şark kafasına uygun bir nepotizm batağında bulduk bile yine...

f1 idaresi, pakistan, afganistan, arabistan gibi, çaktırmasak da kendimizden aşağı gördüğümüz ülkelerde dahî yaşanmayacak, üçbuçukuncu dünyaya özgü bu kepâzeliği (ayrıca da hayvan kırımını) soruşturmaya başladı ya, baştan beri istanbulpark'ın ateşli savunucusu hürriyet'in çarşamba günkü manşeti de, rahatlatıcı haberi şöyle vermekte idi:

"f1 başkanı bernie ecclestone (2) dolayısıyla istanbulpark'a ceza kesilmesi zor"!


yâni, türkçe meâli ile, "başkandan torpilliyiz arkadaş... işimizi yapmayız, tedbir almayız, kaza yaptırırız, pilotların canını tehlikeye atar, icabında kaza yapıp ölmelerini hayretle seyreder araçları hurda eder, köpekleri ezeriz amma, dayımız var, yırtarız..."


biz yırttıkça, yırtıklaşan bir şey(ler) var amma...


---------
(1) keşke akıl cüceliği olsa... deriz ki, yapı ancak bu kadar gelişmeye izin vermekte... ne yazık ki, gelişmeye jenetik ve jenerik bir engel yok da, gelişen organizma [nitekim, akıl da bir organizmadır], çinli kadınların demir papuç giydirilmiş ayakları gibi, gelişecek bir kültürel doğrultu yerine, hemen hemen tamamı yanlış doğrular ile çevrelenip, kısıtlandığından, kendi üstüne katlanıp, kambur olmakta...
(2) işletmeyi yüzümüze gözümüze bulaştırınca istanbulpark'ın peşkeş çekildiği ingiliz multimilyoner; f1'in de başkanı.