Sunday, December 21, 2008

aşağıda yeni post var!

blogspot'un azizliği... daha önce başlayıp bugün bitirdiğim bir post, eski tarihli sırasında yayınlandı. lûtfen iki başlık aşağıya bakınız (içinde temel olana).

Friday, December 19, 2008

ööööööğğğğ...

eee...ooo...üüü...aaa...ağğğ...eğğğ...uuu...üüüğğğğ...oooğğğ...

öööööööööööğğğğ!!!...

***

yok, vallahi midemle, safra kesemle vs. ilgili bir sorunum falan yok. sadece, ola ki, muhterem ve muhteşem "görsel" medyamızdan bir dâvet gelirse ekran raconu icabına, usûlüne uygun konuşabilmek için idman yapmadayım.

ne bu be?

ekrana çıka(rıla)n profesyonel spikerden muhabire, misafir topçudan futbol programı yapımcısına, en avam kabz-ı maldan en cafcaflı ünvanı haiz profesöre, maazaallah, allah kimi verdi ise alayı üstüme istifra edecekmiş gibi geliyor, oracıkta mikrofonun üstüne kusacaklar da içim kalkacak diye ödüm kopuyor...

inanmayacaksınız ama "mahsuscuktan" televizyonculuk oynadığımız derslerde, benim zekâ bâbında zayıf talebem arasından bu öğürmeyi marifet sanıp da, bil-umum sesli harfleri ardarda sıralayanlar bile zuhur etmekte!

bu "trend" devam ederse, üç-beş nesil sonra, mükemmel bir devolution (terse evrim) örneğini (ali kırca uslûbu ile) "gerçekten gerçekleştirip", şempanzeler gibi, bir takım sesler çıkararak "konuşmaya" başlayacağız, korkarım!

yahu, ihvanlar... akıcı konuşma becerisini geliştirememeniz (veyâ yitirmeniz) neye işaret eder bilir misiniz?

beyninizin diliniz kadar hızlı çalışmadığına.

haydi, hayırlı kusmalar.

Monday, December 15, 2008

orantı, güç, akıl ve temel

yunanistan'daki "intifada", her halde uzun zamandır cereyan eden en canlı ve heyecanlı toplumsal olay idi.

traji-komik bir "zekî tesâdüf" ise, tam yunanistan'ın birbirine girdiği günlerde, bizzat "orantısız güç" kullanmaktan soruşturulmuş bir polis müdürünün "auteur" olarak kaleme (klavyeye?) aldığı, güler - cerrah ortak şaheseri eseri 1 mayıs'taki rezalet sırasında, istanbul emniyetinin "orantılı güç" kullandığına (1) ilişkin raporunun yayınlanması ile zuhur etti.

iki olay arasındaki tenakuz, esâsen birbirine her bakımdan kardeşler kadar benzeyen iki insan topluluğunun aralarında giderek büyüdüğü hissedilen medeniyyet uçurumununbir başka dışavurumu da sayılabilirdi: "avrupaî" oldukça eğitimden yaşam kalitesine, kelle başı gelirden kâğıt tüketimine vs., tüm global gelişmişlik kıyaslamalarında ilk 20 içinde yer almayı başaran yunanistan (tıpkı bir zamanlar hiç alâkası olmasa da kendimize pek bir benzettiğimiz italya gibi), trafik kazaları, kadınlara kötü muamele, işkence, internet ve sair entellektüel medyada sansür gibi alanlar dışında, meselâ "yaşam kalitesi" bâbında ilk 50ye bile erişemeyen türkiye ile hızla arayı açmakta idi.

ulusların, ülkelerin ve toplumların, dolayısıyla da kültürlerin dünyadaki itibarî konumlarının "orantı - görelilik" içeren karşılaştırmalı kıstaslar ile belirlendiğini göz ardı etmeyi marifet sayan hukûmet erkânımız ve siyasî goygoy esnafımız ise, hâlâ altalta yazıp, büyüklüğe göre sıralanan listelerin mutlâkiyetinde sulh sukûn bulmakta, "dünyanın bilmemkaçıncı en büyük ekonomisi olduk," diye ter ter tepinmekte idiler (2).

türk'ün fizik, matematik ve ilimle 300 yıllık imtihanında bir türlü sınıf geçememesinin sebebi, mes'eleleri "orantı" ve "görecelik" içeren "contextual" mukayese ile çözümlemekteki isteksizliği, cehaleti, beceriksizliği ve hattâ inadı olabilir miydi acaba?

garfucius, vakti ile bu konuda da düşünmüş, bir şeyler çiziktirmiş idi. tam o sırada da, karadenizli vatandaşlarımızdan bir grup, uzan'ların elindeki star tv'de yayınlanan bir programa kızıp, studyo binalarını yaylım ateşe tutmuşlardı.

ösetle, "orantsızı güç" türkiye'de sadece devlet kuvvetlerinin başına musallat bir illet değil, genel orantısızlık hummasının bir özel ve vahim tecellisi olabilirdi pekâlâ...

bakalım garfucius ne buyurmuş "orantı"nın zihnî fonksiyonu hakkkında:


temel'in oranı (1996)

önsöz
sayın karadenizlilerden bir ricam olacak: silahlarına asılıp da – özellikle ben içinde veya yakınında iken – gazeteyi taramazdan önce, (aşağıdaki) laz fıkrasını izleyen (aşağıdaki) bölümü de okusunlar lütfen..

temel’ in meşhur hikayelerindendir : çağırmış oğlunu, sormuş : “ula idirus! de bağa! peş kere peş kaç eder?”. oğlan, kendinden emin “kirktur,” cevabın verince, yemiş tabii tokadı...

“ula,” diye kükremiş temel, “peş kere peş eder yırmıbes, ha pilemedun otuz… nereya bulaysun kirki ?”
***
karadenizli vatandaşlarımız mâlûm, milli günah keçimizdir. her türlü olmayacak haltı edip, suçunu bir fıkrayla temel’ in sırtına yıkarız ya; iş hesaba gelince endâzeyi tümden kaçırmak âdetimizdir...

matematik din, orantı ibadet olsa, ulusça ebed müddet cehennemliğiz demektir…
***
batıda matematik, modernite ile paralel biçimde, toplu yaşamdan bütün insanların pay almaya başlamasıyla birlikte yaygınlaşmıştır. bu anlamda, sadece düzenleyici değil, özgürleştirici de bir işlevi vardır: matematik mantığından türetilen oranlar, insanların “hak”larını belirlemiş ve birey olmanın temelindeki “hak” fikrinin köklerini oluşturmuştur.

şarkın ihsandan beslenen ahâlîleri için ise, haklar, özgürlükler, hem nâhoş, hem de tehlikeli olagelmişlerdir. onun için, aklın yakıtı matematik yerine, mantığı es geçip duyguları gıdıklayan hamasîyata çullanmak yeğlenmiştir.

matematik, modern olmanın amentûsüdür. her türlü sosyal ve teknik düzen, zihinlerin matematiği göre örgütlenmelerinin bir fonksiyonudur. orantı ise, matematiğin pratik modern yaşama uygulanmasındaki kıvraklığı sağlar. tek tek insanların mikrokozmoslarını evrene bağlantılandıran, bireysel tecrübeyi toplu yaşantı ile bağdaştıran unsur orantı kavramıdır... insaf, adalet, akıl ve gündelik yaşamı düzenleyen her şey, orantılara göre işler…

matematiği sevmeyen bizim köyde orantı da kavranmaz… bir düşünsenize, temel’ in küçük idris’e “ula oğlim, de baa; peş yirmibeşun kaça kaçidur?” diye sorduğunu...
***
orantı cehâleti ve fukarâlığı, kendini gündelik hayatın zorlaşmasında hemen belli eder. mesela, türkiye, coğrafî itibar ile, akdeniz ülkesidir... yazları, öğle üzeri ve sonrasındaki ilk saatler, iç kesimlerde bile cehennemî sıcak olabilirler. hekimler, her yaz, o saatlerde sokağa çıkılmamasını, güneşten kaçılmasını vs., vs., tavsiye eder dururlar… ama iş saatlerini belirleyen mutlakiyetçi bürokratik zihniyet, doğadan, iklimden, oransallıktan öylesine kopuktur ki, bu basit tıbbî talimata uyması ve milleti de uydurması imkânsızdır.

bu yüzden de, her yaz binlerce kişi, “hararet şehidi” olarak toprağa verilir...
***
türkiye akdeniz’ e uzanmıştır amma, doğasının ritmini yakalamayı becerememiştir...

iç denizin başka her köşesinde hayat temposu iklime gore oranlanmış, tabiatla boğuşmak yerine uyum sağlanmıştır. insanlar, sokaklarda gezmenin sağlıksız olduğu zamanlarda “siesta” yapar; işlerini günün serin bölümlerinde bitirirler.

bizde ise, ittihatçı ideolojide somutlaşan zihniyet, hâlâ egemendir. çalışma, üretim ve verimle orantılandırmaz, “mesai saatleri”nin aritmetik mutlâkiyetine indirgenir. "iş", elde edilen verim (randman) ile değil, israf edilen beygir gücüne bakılarak ölçülür.

ol sebebden de, tababetin önerdiği üzere "siesta" müessesesi canlandırılacağına, tepeden inmeci ideolojinin çalışmayı iş, işi verim, verimi güç, gücü tatmin ile orantılandırmaktan aciz, göreliliği esas almayı beceremeyen matematiksiz yobazlığının mutlakiyetçi iş rejimi yüzünden sıcak mevsimlerde insan sağlığı riske girdiği gibi, bireylerin verimi de büsbütün düşer...

en basitinden, pek çok kamuya açık işyerine burun direğini sızlatan kesif ter kokusu yüzünden adım atılamaz...

en acısı da, sıcakta şıpır şıpır ter döken, kalpten tansiyondan sapır sapır dökülen “vatandaş” sürüsünün, çalışma şartlarını çalıştığı dünyaya ayarlayacak bir talepte bulunacak kadar dahi orantıları kavrayamamasıdır (3).
***
orantısızlığın vehameti, modernitenin nimetlerinden faydalanmakla orantılı olarak da artar.

maymunların çok daha iyi becerebileceği şekilde ilkel reflekslere güvenerek çılgınca otomobil sürmek ile, “trafik” kavramını bütün halinde değerlendirmek arasındaki orantıyı kavramaktan aciz birçok avanak, hem kendilerini hem başkalarını yollarda telef etmekte beis görmez.

gelgelelim, ne hikmetse türkiye’den de şöyle adı altın harflerle tarihe yazılıp, saygı ile anılan bir otomobil yarışçısı da çıkmaz.
***
matematik yoksunluğu, modern medeniyetin nimetlerinden faydalanmakla, modern ve medeni olmak arasındaki orantı boşluğunun farkına varılabilmesini de güçleştirir. mercedes ile “dörtlü flaşörleri” açıp tam gaz ters yolda giden de, cep telefonuna böğürürken metresinin ne renk külot giydiğine kadar her türlü lûzumsuz ve mahrem mâlûmatı, bulunduğu mekandaki ahâlîye yayan da, modern olduklarını zannedip, üstelik bir de hava basabilmekteler…

heyhat! biraz kendi “mutlak”larından sıyrılıp, hayatın bütününü kapsayan matematiğe oranla ölçebilseler kendilerini, muhtemelen görecekler ki, ne mercedes kullanmak modern olmak, ne cep telefonu, ne de bu tür ömürsüz kazanımlarla hava atmak...

mercedes’in direksiyonunda, eli kulağına yapışık, cep telefonundan kapıcıya fıstıklı baklava siparişi verirken yapabileceği kazânın, başkalarının yaşama haklarına tecâvüz olduğunu idrak ettiren göreliliği farketmek, modern olmaya işaret edebilir ancak!

-------
(1) daha doğrusu, "orantısız güç kullanmadığına"; teknik olarak suç teşkil eden orantısız güç kullanımı çünkü...
(2) türk ekonomisi, trenin sığır vagonuna saklanmış kaçak yolcu gibi, dünya ekonomisi geliştikçe onun girdabında nısbî olarak gelişen, refah, yaşam kalitesi, şeffafiyet göstergelerinde en alt sıralarda yer tutsa da, nüfus arttıkça büyüklük bakımından yanıltıcı bir yükselme gösteren ekonomilerdendir. nüfusun 70 milyon olduğu bir ekonomide, her birey tinerci olsa, hiç bir şey yemeden, içmeden sadece tiner koklayarak bir yıl yaşasa, o kadar kişinin tükettiği sadece tiner ve üstübü bile, yıllık istatistiklerde moda tâbir ile "devâsâ" bir kemiyyet yaratır. eh, o kadar kişi günde kelle başı 10 dâne de arpa yese, alın size dünyanın dürtüncü (dördüncü değil) büyük ekonomisi.
(3) muazzez milletimiz, mes'eleyi "klima" adını taktığı air conditoner denen anjin makinesi amerikan işi icâd ile inanılmaz bir aşk geliştirerek "çözmüş"tür. bu çözüm sâyesinde yaz-kış, ortalık sümüklü, aksıran, "hattâ tıksıran" vatandaşlar ile dolmuş, ortalık kronik ciğer hastalıkları ve müsebbib olan virüs, mikrop, bakteri taifesinden geçilmez hal almıştır.


hak, hukuk, guguk, hayvan

bayram ile ilgili gibi görünebilir ama değil... "tatil" başlamadan bir kaç gün önce, istanbul'un (muhtemelen adına o uydurmaca tâbir ile ancak "kent" diyebildiğimiz bil-umum şehir bozuntularımızda da) sığırtmaçlar köyünün ortasına kurulmuş bir gaz ve kömür santralından beter koktuğu günlerde, vahded-ül evropa müfettişlerinin mübarek ibadet icabı hayvanat katliamını nasıl becerdiğimizi gözlemeye geleceği açıklandığında, muhterem medya, celep esnafı ile "röportaj" (yâni, mülâkat) yapmaya koşmuş idi. kurban fiyatı, ekonomik keriz durumları falan filan yanında, güzide matbuatımız, "hayvan hakları" hakkında hayvan tacirlerinin de ne "düşündüklerini" sual eylemişlerdi...

düşünürlükleri ile mâruf celep takımı da, beklenen ve adetâ milletimize mahsus bir slogan gibi tekrarlanagelen o mâlûm cevabı vermişler idi: "yav begim, melmekette insan haklari vardir mi ki heyvan hakki da olacaktir?"

binaenaleyh, "gâvura gene rezil olduk" sendromu doğrultusunda, boğaya domdom kurşunu sıkanlar, "apocalypse" filmini anımsatırcasına balta ile kurbanlığa dalanlar, danayı canlı canlı asanlar; allah ne nasîb etti ise, yurdum insanından her türlü kasabî manzaralar, bir bayramda daha orta yerde sergilendi. tabii ki, "hayvanata eziyet"in bu acaip "ibadet"in özünü oluşturduğunu söylemek abartma olacaktır ama eziyet yine de bir leitmotif olarak, 21. yüzyılın 10. kurban bayramına da (medya dili ile) "damgasını vurdu" ve "imzasını attı".

normaldi de elbet... insan hakkının olmadığı yerde, hayvan hakkının peşinde kim koşacaktı?

yüzlerce yıldır zâten bir türlü "şehir" özelliklerine kavuşturamadığımız koca istanbul'u köy azmanına çeviren âhîr zaman taşra-varoş kültürümüzde, bizzat o kültürün ürünü, taşıyıcısı, üreticisi ve tüketicisi olan entelecent-ziya makûlemizde de kimsenin, "hak" kavramının bir bütün olduğunu; o bütünün hayatın değişik veçhelerinde, insanlar; doğa-çevre; bedenî, sosyal, kültürel, maddî, manevî vs., ve hattâ entellektüel açılardan beslenebilmek için gereken kaynaklar; o arada doğal olarak da hayvanat ile ilişkilerimizden oluştuğunu; ve dahî o ilişkilerin "hak"kın çoğulu olan "hukuk" içinde örgütlenmesine medeniyyet dendiğini sorgulayacak da hali yoktu...

onun için, kimsenin aklına "acaba işe hayvan hukuku ile başlasak, insan hukuku da beraber yürümez mi?" gibisinden "aykırı" bir sual de gelmemekte idi.

yine de, türkiye sair islamî ülkelere göre şahâne durumda idi hakikaten... biz, alt tarafı bayramdan bayrama, sığırı vinç ile asıp öldürüyorduk; iran'da salkım salkım adamı aynı yöntemle sallandırıyorlardı.

tüm az gelişmişlerde ve az gelişmişliklerdeki ortak payda ise, "hayatı" meydana getiren cümle ilişkiler örgüsünde sınırların estetik ile değil, zorbalık ve hoyratlık ile belirlenmiş olması idi.

okuyucuya not

lûtfen kurban bayramı ile ilgili "post"ları latif demirci karikatürü ile donanmış en tepedeki yazıdan başlayarak aşağıya doğru okuyunuz.

teşekkürler

g

Sunday, December 14, 2008

latif demirci

bayram, türklerin pek bir övündükleri müslüman olma hallerinden aslında övüntüleri ile orantılı memnuniyet duymadıklarına dair belirtiler veren görüntü ve tartışmalarla geçti.

taşranın varoş kisvesinde şehrî mekânlara hâkimiyetini mutlak kılmasını artık kaldıramayan eski-ce şehirli ahalînin, kurban kesmenin ibadet mi vahşet mi olduğuna dair kuşkuları bir kerre daha dile getirildi.

sanki milyonlarca hayvan her gün belediye veya kaçak kasap mezbahalarında farklı şekilde telef ediliyorlarmış gibi, entellecent-ziyamız, hayvanata eziyet etmenin pek de insanî bir iş olmadığını ancak o katliam dört günlüğüne gözünün önünde yapılınca akıl edebilmekte.

birkaç yıldır vahdet-ül evropa, millî bir hummaya dönüşen o kan dökme orgysini teftiş buyurduğundan, entellecent-ziya mızı, halâ bile açıkça itiraf edemediğimiz batının şarka üstünlüğünü ilk keşfeden pre-tanzimat münevverândan miras, bir yandan garba özenirken bir yandan da kendini makyaj ile garbî bir şeye benzetme alışkanlığının muhtelif post-ab-adaylığı tezâhürleri cüzünde geçerliliği süren "tüh rezîl olduk gâvura" sendromunun hezeyanları da, ayrıca sarmakta.

eee, çelebi, ne diyeceksin?.. az gelişmiş olmak, önce gelişebilmişliklerin doruğunda başlar...

tek başına bir sosyal bilimler fakültesi kadar bilgece ve herkesin anlayabileceği kadar açık, seçik ve acımasız tahlilleri fırçası ile yapan, türkiye'nin yegâne dâhî mütefekkiri latif demirci'nin şu muhteşem karikatürü (*) de bu ezilmişlik ile başkalaşma, başkası olma baskısı arasındaki uçuruma 21. asırda da köprü gibi asılmış duran türk islamiyetinin açmazına delil olmakta.

--------
(*) latif demirci'nin bayramda kurban rezâleti konusunda çizdikleri, sesini çıkarma özürlü bir toplumun bir "vicar", adına konuşan bir temsilci aracılığı ile kendi medeniyyet özleminden özür dilemesi niteliğinde bence.

kurban estetiği

mâlûm, kurban, monoteist dinlere pagan inanışlardan miras bir uygulamadır. yüce üstâd-ı âzam sigmund freud, totem ve tabu (1) adlı eserinde totem (tanrı) - baba (iktidar) – oedipal kompleks - totemin katli (patrisid, babanın katli ile iktidara ortaklık) gibi psişik etkili rituel süreçlerin kültürel mekanizma içinde nasıl işlediğini mükemmelen anlatır.

bir çok mythologia külliyâtı da âyin ile ritualistik kan dökmenin ilkellere verdiği şehevî iktidar örnekleri ile doludur. hattâ bu âyinlerde köleler gibi, özgür insanlar bile kurban edilmişlerdir. en basitinden, troya'yı talana kalkacak gemilerin yelkenleri, agamemnon'un kızı iphigenia'nın kanı tanrılara sunulmak üzere akıtılmadıkça, rüzgâr ile dolmaz.

çok tanrının çok baş, çok başın çok fikir, çok fikrin çok yönlülük ve çoğulculuk; çoğulculuğun ise kavmî (millî de diyebiliriz) ve imânî vahded için bir müşkül olduğunu sezen yahuda ahalîsi de, kabîlenin birliğini esas alan tek tanrılı dinî öğretilerinde, çevrelerindeki pagan toplumların âdeti kurbanı, ibrahim ve ismail'in meseli ile dahil etmişlerdir.

hristiyanite, isa mesîh'i insanlık nâmına ölerek, tanrı katına yükselen son kurban saydığı için, kan dökmeyi bir ibadet şekli olarak benimsememiştir. isa’nın adlarından biri zâten "agnus dei", yâni, "tanrının kuzusu"dur. paskalya'da sembolik kuzu kesme âdetine yöresel olarak rastlansa ve "pascal lamb" figürü edebî olarak kullanılsa da, genelde kurban dinî bir vecibe olarak yoktur. hattâ, muhtemelen birlikte yaşaya yaşaya, hristiyanite etkisi ile, musevî cemaat de, ibrahim'in vasiyetine neredeyse külliyen sırt çevirmiştir.

bu arada, paskalyada kuzu kesme âdetinin en yaygın olduğu hristiyan ülkenin de, her şeyleri gibi dinleri de türkler ile pek çok benzerlik gösteren sevgili yunan komşularımızınki olduğunu belirtmek de, aydınlatıcı olacaktır. ispanyollar da dahil, müslüman halklar ile en uzun süre ve en yakın biçimde yaşayan hristiyan millet, yunanlardır ne de olsa...

özetle, kurban, yahudi peygamber urfalı ibrahim ile tek tanrılı inançlara girdiği halde, ne hristiyan kültüründe, ne de yahudi âdetlerinde kendine ciddî yer bulabilmiştir.

iphigenia'yı katletmeden sefere çıkmama inadındaki akkhalar gibi, kan dökmeyi bir ibadet olarak benimseyen ve bu çağda bile kollektif bir ihtiras ile yaşayan yegâne ahâlî, dünyadaki müslüman cemaattir.

konuya girmeden peşinen değineyim; tabii ki, din bu gibi konularda kesin belirleyici değildir, ama düşünme biçimlerine doğrudan ve dolaylı etkileri açısından bir âmil olduğu da red edilemez... acaba, kurban kesmenin, dahası, kan akıtmanın böylesine esas ve aslî bir ibadet olarak benimsenegeldiği islamî âlemin bu tapınma yöntemi ile, istisnasız, dünyadaki en geri kalmış, en baskıcı, (petrol servetlerine rağmen) hayat uçurumlarının en derin olduğu, insan malzemesi verimsiz, çözüm olarak şiddete müracaat etmeye meyyal, eğitimsiz, dünya kültür, san'at, fikir, yaratıcılık mirasına katkısı son derece mahdud, kadınlara, çocuklara "mal" muamelesi yapılan, insan/bireyin hiç değer taşımadığı, daha doğrusu ancak "mevkî" edinebilirse değere ulaşabildiği, bütçelerde silah ve zaptiyeye ayırılan payın en büyük ve yine istisnasız her yerde eğitim ve adalete ayrılan kaynaklardan kat-be-kat fazla olduğu toplumlardan meydana geldiği; görece en iyi durumdaki "ılımlı islâm ülkesi" türkiye'nin bile bu çizgiyi pek aşamadığı gerçeği; bağıntısız tesadüfler olabilir mi (2)?

ve de yukarıdakilere ek olarak, çoğu en az iki asır öncesinden kalan güzelliklerin sergilendiği müzeleri ve sinan-esque mimarî şâheserleri bir yana koyarsak, bu toplumlardaki acınası estetik fukaralığı, kahramanlık ve şûhedâ edebiyatının bolluğundan, tantanalı asker uğurlamalarından, külhanbeyivâri babalanmaların popularitesine; yok yere işlenen anlamsız cinâyetlerin alabildiğine yaygınlaşmasına kadar; hayatı yok etme tür ve biçimlerini öğrenip, geliştirmeye gösterilen özenin, hayatı üretmek söz konusu olduğunda "ben kuzuyu şişte severim" düzeyini aşamaması ile bağıntılı ve özdeş sayılamaz mı?

ne de olsa, her şey sonuçta "hayat" anlayışı ile alâkalı ve orantılı olduğuna göre, acaba hayatı yok etmeyi bir ibadet biçimi sayan kültür, o hayatı haz ve nitelik açısından, meselâ san’at ile, felsefe ile zenginleştirmek bâbında ne katkı sağlayabilir ki?

---------
(1) almanca bilenler tabii ki orijinalinden ama bilmeyenler de bir batı dilinden okusunlar; en iyi türkçe tercüme berkes'inki (vaktiyle varlık yayınları için yapmış) ama o bile iyi değil.
(2) ne olur, bana mevlâna’dan, ibn-i rüşd’den, yunus'tan, taptuk emre'den hattâ ömer hayyam'dan ve de islâmın insanî zenginliğinden falan bahsetmeye kalkmayın. o kadarını ben de biliyorum... ayrıca şunu da biliyorum; mevlevîden bektaşîye, bütün o tasavvufî islâmî ekoller, tıpkı diğer mistik öğretilerdeki gibi, sosyal ve bilhassa siyasî etkileri yönünden marjinal nitelik taşırlar. inanç biçimleri ne sistemin bütününe, ne de ruhbân sınıflarının çoğunluğuna yayılmışlardır. hatta ruhbân taifesi tarafından olduğu kadar, iktidar çevrelerince de tehlikeli değilse bile, sakıncalı bulunduklarından, çoğu zaman idarî ve askerî merkezlerden de uzaklarda konuşlanmışlardır. güncel deyimi ile ana-akım (mainstream) içinde yer tutamamış, siyaset müesseseleri ile öyle bir içiçelik geliştirememişlerdir.

kurbanda mantık aranmaz ama...

kurban kesmenin sosyal gerekçesi, "komşu açken tok yatmamak" ilkesi uyarınca, herkese yılda bir kerre de olsa, et taam ettirmek, varlığı "paylaşmak" olarak belirtilir.

dinî vecibelerin yerine getirilmesinde, prensip olarak mantık değil, îman önceliklidir. ancak, inançların “kör” denebilecek bir şekilde ifâ edilmeleri, zaman içinde hayatın akışkanlığı ile uyumsuz kurallara saplanıp kalmak tehlikesini de beraberinde taşır. dolayısıyla, dinler de kendilerini yeni ihtiyaçlara cevap verebilecek şekilde yeniden yorumlamak mecburiyetinde kalabilirler. o da, dinî gerekliliklerin çağdaş mantığa (*) adapte edilmesi anlamına gelir.

kurban kesme konusunda ileri sürülen genelgeçer gerekçe, şarkî zihniyetin bir yansıması olmak dışında, rasyonel mantık süzgecinden geçirilince, pek de anlamlı sayılamayacak iddialardan mürekkep görünmektedir:

1. amaç, komşu açken tok yatmamak ise, bunu senede dört, hadi ramazan ve bayramını da katalım, 37 gün ile sınırlamak, ancak her gün karnı doyabilenler için bir vicdan hafifletme, rahatlama yerine geçer. geride kalan 300e yakın günde kimin ne yiyebildiğini sorun etmek ise, ancak köklü ve rasyonel bir toplumsal örgütlenme ile mümkündür. tabii ki örgütsüzlük de müslüman halklar ile sınırlı değildir amma, islâmî kavimlerin, yığınların emir ile tâdâd ve sevk edilmelerine yatkınlık haricinde, iyi organize olabilme yeteneklerinin gerçek sınırı, modern insanlığın en basit örgütlenmiş medenî aktivitesi olan trafiğin istisnasız her müslüman ülkedeki hal-i pür melâlinden bellidir. topu topu on-onbeş kural, işaret ve ışık ile araç ve yaya akışını örgütleyemeyen toplumların, servet dağıtımını adilâne bir sistem ile örgütleyebileceklerine inanmak da zordur. kısaca, dört günlük tokluk "paylaşımı", kurban kesmenin toplumsal gerekliliğine iknâ etme açısından kötü bir gerekçedir.
2. velev ki, dört günlük kıyakçılık ağırlık çeken vicdanlara nefes, dört günlük etli sofra da fakire dört günlük beylik olsun, eyvalllah... ama ortada apaçık duran, zengin vicdanların kendi rahatlıkları için "verdikleri"nde somutlaşan bir sadaka geleneğinden ibarettir. sadaka, hele ki gizli ilâhî vurguları ile, fakr-u zarûret de dahil olmak üzere status-quonun meşru kılınması, "iyilik"ten (günümüz argo deyimi ile, kıyakçılıktan) geri durmadıkça, servet ve kudrete sorgusuz itaati zımnen şart koşar oysa... yâni, her sadaka durumunda olduğu üzere, kurban eti dağıtmak sûreti ile yapılan iyilik içinde de, gizli bir tahakkküm sezmemek imkânsızdır. (ayrıca, bu konu da, tabii ki sosyal organizasyon yetersizliği ve beceriksizliği ile yakından ilgilidir).
3. öte yandan, fukaraya yılda bir kerre et yedirmek, idam mahkûmuna yedirilen son taama benzer. ne doyurur, ne besler; ya hasta eder, ya hazımsızlık yapar, ya da ölümden sonra dışarı vurur. ayrıca, et eğer "iyi" bir şey ise, iyi şeylerden mahrumiyetin yaratacağı hasedin bilhassa iyi şeylere nâdiren, meselâ senede dört gün kavuşabilenlerde minnet ile karışık halde bulunabileceği de bir gerçektir. bu tür bir sınıf farklılaşmasının ayırdına varmak, toplumsal tesânüd açısından mahzur doğurabilir de (!)... yâni, kurban ile iyilik etmek, amacını aşan bir sosyal kutuplaşmaya yol da açabilir. hele ki bu devirde, islâmî jeeplerin (tüm simgeledikleri ile) islâmcı yazarlarca menfur, menhus ve mekrûh ilân edilmeye başladığı sıralarda...
4. hiç bir sosyal fayda, ekonomik veçhesi düşünülmeden anlamlı değildir.
velev ki, kurban için öne sürülen gerekçeyi kabul ettik. yine de suyu bulandıran bir unsur var... toplumdaki bireylerin temel protein kaynağını oluşturan et, ancak düzenli tüketillir ise faydalı bir gıda olur. bu da, kesimlik hayvan üretiminin de, tüketiminin de tüm yıl, hatta ömür boyunca mâkul bir denge içinde deverân etmesi ile mümkündür. asıl hayvanat katliamının bayramın ilk ve ikinci günlerinde yapıldığı gözönüne alınırsa, 365 günlük "kesilebilir" hayvan üretiminin çok ciddî, hattâ marazî bir yüzdesinin yılın sadece iki günde yok edildiğini saptamak zor değildir. bu, ekonomik açıdan irrasyonel olduğu kadar, kesilen hayvan, kellesinden toynağına kadar yenip tüketilse bile, bütün yıl açısından bakıldığında kurban âdetinin son derece müsrifâne bir uygulama olduğunu gösterir.
ve de cümle monoteist dinlerde olduğu gibi, islâmî gelenekte de israf haramdır.

--------
(*) doğru, yanlış, gelişmiş, geri kalmış, ilerici, mürteci ve saire değil, sadece çağdaş, yâni, sadece o zaman diliminin yaşama temposu ve felsefesi ile uyumlu.

asıl kurban medeniyyet

bayramdan bir-iki gün önce motosikletim ile fatih civarından geçmekte idim ki, yanık lastik ile ısınmış gaz kaçıran motor kokusu gibi, acaip bir koku hissettim.

dış çevreden gelen kokular, mâlûmunuz, geçidirler, uzaklaşınca kaybolurlar. bu berbat koku benimle beraber yoola devam edince, endişelendim. tekerleklere baktım, sağlam... makineden mi diye göstergeleri, çalışır aksamı yokladım, her şey âlâ.

ve o zaman fark ettim ki, o koku, has metan ile bileşik hayli kesif kükürt ve ancak tek mantıkî kaynağı olabilir... kesilmek üzere istanbul'un dört bir yanına tıkıştırılmış zavallı kurbanlık hayvanatın, son artıkları ve son gazları... öyle yoğun ki, köye bile gitseniz ancak bir ağıl veya ahırın içine girerseniz böylesine kokar.

emperyal erguvanların, şahâne lâlelerin şehri kostantiniyye semâlarını kaplamış...

bravo! hürriyet' ten tam bir asır sonra, medeniyyeti hiç bir yere götüremedik ise de, köyü tüm koku ve müesseseleri ile medineye (*) ithal ettik.

o koku ile galiba toplu halde, bir kerre daha, medeniyyeti kurban verdik geçen bayramda.

---------
(*) medeniyyeti medineli, şehirli olmak anlamında, aslına uygun içerik ile kullanmadayım, uydurmacadaki "uygarlık" karşılığı değil. medine de kutsal bir mekânı değil, sami dillerdeki manâ ile, şehiri simgelemekte.

kurban derken aklım kumara gidiverdi...

ibrahim, oğlu ismail'i, kanını akıtarak öldürmek üzere sunağa yatırdığında, tanrı kurbanlık olarak koçu gönderir.

yâni, ibrahim, çocuğunu zâten gözden çıkardıktan sonra...

ne alâkası vardır, ben de bilmiyorum da, aklıma bir soru takılmakta...

çoluk çocuğunun rızkı ile barbut atan baba, kazara yedi tutturup da parsayı toplasa... eve, pasta börek, çorap gömlek ne varsa yüklenip de götürse, eli kolu dolu dönse... o baba "iyi" bir baba mıdır, "kötü" bir baba mı?

haydi, ampirik düzlemden teorik düzeye bir adım atalım: kumar, masaya sürülen değerin kaybedilmesi ile mi bir illet olmaya başlar; değerin vazgeçilebilir bir met'a gibi masaya sürüldüğü anda mı?

Monday, December 8, 2008

garfucius kızgın!

akıl, tek işlev için lâzımdır: çelişik gibi görünen fenomena, aslında bir bütün içinde nasıl bağdaşık olarak mevcuddurlar, çözümleyebilmek için.

Monday, December 1, 2008

garfucius'tan bir inci daha...

her fikrin ağızdan çıkabilmesini savunmak, her ağızdan çıkanı fikir sanmak/saymak değildir.