Monday, April 28, 2008

uydurukça konuşursanız, uyduruk düşünürsünüz

şu tesettür taciri hacının ettiği "çok-lilik mümkün olsa, kerhanelere gerek kalmazdı" lâfı, bekleneceği üzere, bayağı bir infiale yolaçtı. önce türkiye'nin düşünce arenasının dalkılıç silahşorları, saygıdeğer medya köşe edipleri; ardından da resmî-gayriresmî siyaset esnafından kişiler, hacının bu postmoş (1) devirde dangalaklık mübah sayılacak kadar vak'a-i âdiye hâline geldiği için, pervâsızca saçabildiği zırvaya cevap yetiştirdiler.


hacı, kerhaneleri evlilik müessesesine şirk koşacak (2) kadar yücelttiğine göre, imam nikâhları evvelinde ve aralarında, sık sık genelevlere devam etmiş olabileceği ihtimali belirse de, esâsen fâhişelik mesleği, seyyahlık mesleği kadar eski olup, müzmin veya muvakkat bekârlara hizmet ettiği için varlığını sürdürdüğü varsayılabilir. gelgelelim hacı musta'fendi sâyesinde henüz tek evli olup da, birden fazla izdivaca ve ""e nâil olamamış bazı müslüman için de, çok mühim bir işlev yerine getirdiğini öğrenmiş bulunmaktayız. ki bu da, sosyolojik bakımdan, başlı başına, evlilik müessesesini ülkemizin ve ahâlîmizin nasıl icrâ ettikleri konusunu bir gündem maddesi olarak görüşmeye başlamamız gerektiğini alenen vurgulayan bir gelişme...


hacı efendinin, bekâr, az evli veya çok eşli iken nereye girip çıktığı, "alan râzı veren râzı" denklemi içinde, yatak odalarında çözülmüş bir mes'ele. hac'efendinin "benimkiler imam nikâhlı, metres değil" diye debelenmeleri de, dindar ve lâik zamparaların "tencere dibin kara; seninki katran kara" didişmesinin mütedeyyin cephesinden gelen bir meşru kılma çabası.

işin özünde, insanlar her şeyi rızâları ile, bilinçli olarak yaptıklarına göre, hacının imam nikâhlı zenneperverliğinin, magazin çapkınlarının marifetinden daha vahim bir yanı yok...


vahâmet, bizim entelecent-ziyâmızın laaap diye, hacı muta'fendinin açtığı zihnî tuzağa düşmesinde saklı.


hacı, çok-""liliğin mübah olduğunu, karşı görüşün öne sürdüğü tez ile aşağı-yukarı aynı inandırıcılık-saçmalık bandını aşmayan gerekçeler ile savunmakta (3). ona cevap verenler ise, gûyâ kadın haklarını ve eşitliğini koruduklarını sanarak, aslında sadece monogam evliliğin avukatlığına soyunmaktalar:

hacı musta'fendi, kafasındaki ve kültüründeki çok""lilik düzenini savunurken, aslında bir kadının da birden fazla erkek ile evlenebilmesini (polyandrea) öngören bir polygamia değil, sadece erkeğin çok kadınla evlenebileceği polygynea (fransızcaperver iseniz, polijini diyelim) rejiminin boruzanını üfürmekte. yânî, bilumum bilimsel veriler tersine işaret etse de, hacı emmi, hâlâ erkeğin seksüel güç üstünlüğünü şişiren ve bir kadınla yetinemeyeceğine inanan mitos ve masalların etkisinden de kurtulamamakta (4).


binaenaleyh, adam, bizim mütedeyyin kesimin takiyye âdetine ve alışkanlığına gâyet uygun biçimde, keseri kendine doğru sallamakta. yoksa, eşeysiz bir kelime olduğu için, cinsiyet eşitliğini de doğası gereği kapsayan çok""lilik kavramını hakikaten savunuyor olsa, çıkıp da, "ne var kardeşim üç karı aldıysam? isterlerse karılarım da da bir iki başka erkek ile nikâh kıyabilirler" gibi, ne meşrebine, ne terbiyesine, ne de kadını ilelebed, tatmin ve hizmet ile mükellef, ikinci sınıf bir "cici köle"den öte bir varlık olarak görmesine imkân vermeyen zihniyetine sığacak, bir lâf etmesi gerekirdi.


tekrar edeyim, benim hacı ile derdim yok, çünkü hacıyı hakkında lâf etmeye değer bir sosyal varlık olarak kabul etmekte zorlanmaktayım. buraya kadar, hazretin marifeti üzerine kelâm etti isem, maksûdum, şu "eş" kelimesinin simgelediği "öztürkçe konuşalım" seferberliğinin kültürel zararlarını ve abukluğunu vurgulamaktır.


ecevit merhumun da siyasî bayrakdarlığını deruhte ettiği şu kültür devrimi girişimi, "arı (arıtılmış) dil" ya da "öztürkçe" kampanyası, bir çok anlamlı kelimenin yerli yersiz dilden ıskatına yolaçtı. yerlerine de, bir sürü kelime uydurulup kullanılmaya başlandı... meselâ, "örneğin" faciası gibi... bu arada, kökü oralardan gelse de, görünüşü (dil imizi nedense temizlememiz gerektiğine inanılan) arapça veya parısîyi andırmayan bir takım kelimeler de benimseniverdi. meselâ "eş" bunlardan biri. kesinlikle öz türkçe değil, latincedeki co/con, yunancadaki homo gibi aynılık imleyen ön-ekler türünden bir saplama. giderek evlilikteki tarafları belirleyen arapça zevc/zevce (latin kökenli espose/epouse/spouse vs. gibi) sözlerinin yerini de almış.


karışıklık da bu linguistik paçaldan kaynaklanmakta zâten... halkımız, köyden varoşa ve oradan da (asla şehir olamayan ve olamayacak) "kent"lerimize iltica eyledikçe, bir yandan da ekâbir sınıfına terfi ettiğini sandığından, artık "karı," veya "koca", hattâ "kadın" demeyi ayıp saymaya başlamdı. yerine de, dilde aslâ yeri olmayan, kültür devriminin öztürkçe uydurucu dilbazlarınca, tatarcayı yozlaştırmak sûreti ile imâl edilen ve ancak köyden "kent"e iltica akını başlayınca dile "başarı" ile yerleşen bayan (ki, tam hakkı verilecekse, baaağyan diye telaffuz edilmelidir), bay gibi lisanî garâbet ile birlikte, de dilimize maloldu. sonra da, ortada meselâ, "eş-cins-el" gibi nesebi belirsiz bir tek heceli peydahlandı: uydurukça in, yunancadan (genus) arapçaya naklolmuş bir kelime ile ultra-uydurmaca bir sel-sal ekleyerek evlendirilmesinden müteşekkil bir baştarda (5) kelime türedi, ne ki, varoş kültürü umuma yayıldıkça, entellecent-ziyâ da dâhil, bir de herkesçe benimseniverdi.

işte türkçede de poligami (çok-evlilik) olarak bir aralar kullanılan kelime de, o zaman çokeşlilik oldu. oysa, eğer uydurukça, millî varoşsal (!) zaferini kazanmasaydı, hacı musta'bey de, anlamı muğlâk bir "çokeşlilik" kavramı yerine aslen kastettiği "çokkarılılık" (polygynea) sözünü edecek ve dilin doğası belâsı, mecburen doğruyu konuşmuş olacaktı.

yaaa, sayın muhteremler... gördünüz mü, dil aslında vücudun her hangi bir açıklığından (aperture) çıkan rastgele seslerden değil, doğrudan düşünme biçimi ile ilişkili ses, yazı, kelime, kavram ve diğer sembol ve soyutlamalardan mürekkkep bir bütündür. tüm diller, ödünç verdikleri gibi, ödünç kelimeler de alıp kullanırlar... hattâ bu süreç çift taraflı işliyor ise, bir kültürün derinlik ve zenginlik göstergesidir de.

öyle "az olsun, öz olsun, benim olsun" diye, tutar da, adı üstünde, kelime "hazne"nizi olur olmaz sünnete kalkışırsanız, bir bakarsınız iğdiş edivermişiniz...

elinizde de ancak, köyden varoşa taşınan, bir dağar veya dağarcık kalır (5).

daha da beteri, hacı musta'fendiler de köyden gelir, çokli mokeşli gibi lâflar ederler, siz de onların tufasına düşer, kadın özgürlüğünü - ki genel özgürlüğün olmazsa olmazı olduğu için öncelikli cüzüdür - savunayım derken, erkek/muhafazakâr/mütedeyyin/despot geleneksel egemenliğin en güvenli kalesi, evlilik müessesesini koruduğunuzla kalırsınız. hani, bilerek yapsanız neyse de...

uydurukça konuşanın düşüncesi, uyduruk bir bilincin ötesine geçemez çünkü...

öz ve özgün düşünceler nasîb etsin hûdâ cümlemize...







-------
(1) postmodernist oluyor; sakın sanki öyle bir şey mümkünmüş ggibi "post-modern" demeye kalkmayın... kim erdi kki moderne, siz bir de aşacaksınız, sonrasına geçeceksiniz? cılk yumurta üzerine kuluçkaya yatıp, kötü koku yayılınca da civciv çıktı diye feryad ettiğinizle kalırsınız! onun da adı izm olur zâten...
(2) aslında "ortak koşmak" demek ama islâmî bir tâbir olarak allah'ın dengi olabileceğini iddia edenlerinn işlediği küfr cürmü...
(3) öyle ya; monogam "evlilik müessesesi" paradigma ise, hafta sonu kaçamağı da, imam nikâhı da aynı derece kuraldışıdır.
(4) sosyobiyolojik çerçevede erkeğin değil, spermin, o da sayılardan doğan gücü dolayısıyla bir polijini durumu mevcut. sperm, genetik mirasın devamı için olabildiğince fazla yumurta döllemeye programlı. onuun dışında, yatakta, kadının tatmin olma kapasitesi ve talebi, biyolojik olarak çok daha yüksek - araya psikolojik ve kültürel etkenler girmediği zamanlar.
(5) çözmesi çok zor değil... bastard'ın türkçeye nakli... piç. ayrıca, muhtelif formaların birarada kulllanıldığı çok yönlü, manevra gücü yüksek yelkenli gemi.
(6) iğdiş, hadım demektir. dağar, ağzı dar bir küpçük, dağarcık da büzgülü bir torbacıktır. hazne, hazine ile aynı kökten iner... birikim için depo, havuz vs. anlamına gelir. yaşasın köylülük!

Friday, April 25, 2008

sıkılmak yok, sıkışınca darlanabilirsiniz

ölümün matrak tarafı olmaz ama, tam bir hafta önce öyle bir cinayet işlendi ki, daha doğrusu cinayetin sâiki olarak öyle bir gerekçe gösterildi ki, yiten cana saygı saklı kalmak üzere, gülmeden edemedim...


adamın biri, ayrıldığı karısının telefonuna mesaj atmış, "türkçe karakterler" kullanmadığı için, "sıkışınca kaçıyorsun" yazarken, "i" harfi kullanmıııış... aile erkekleri de bunu yanlış anlayınca, kızlarına hakaret ediliyor hükmü ile ex-damadı çağırıp, hırpalamaya kalkmışlar. kopan arbedede damat eline geçirdiği bıçağı savururken, barışmak istediği karısını öldürüvermiş...


halim mete ağabeyimiz vaktiyle bize öğrettu idu: "ha uşaklar bu lazcayi konişmak cok kolaydir... ha nereya yoktir bi nokta, koyacağisun oni. nereya vardir, kaldiracağsun..."


aaahhh sevgili lâzlar ah... her türlü toplumsal şapşallığımızın yükü, komedya ile karışık size yüklenir ama, en azından, siz kendinizi doğru bilip, doğru anlayıp "sıkıldım" demeye kalkışmazsınız. "darlandim" dersiniz olur biter...


gelelim şu türk usûlü gülünç-trajedyaya (*)...

eğer gazetelere yansıyan gerekçe doğru ise, türklerin yazılı kültür ve okuma ile ebedî soğuk savaşları, bir kurban daha almış bulunmakta... hele bir göz atalım: öncelikle, "sikisinca" diye bir kelime ile karsilaşıp da, kelimeyi doğru okuyabilseniz, neden belden aşağı bir yorum yapasınız ki?

hadi, bir kişi diyelim ki yanıldı ve yaptı, ötekiler de mi okuma özürlü? kendileri "sıkışmak" fiilini nasıl yazıyorlar(dı) o zaman sms atarken? daha türkçe hurufat geleli dün biiiir, bugün iki...


haydi, diyelim ki "basin sikisinca kaciyorsun" cümlesindeki "sikisinca" kelimesini kötü niyet atfedeek şekilde okudunuz... pek iyi de, kötüye yorulan o eylemin yapıldığı organ (en azından kadınlar mmevzu-u bahis ise) baş değil. baş veya uzman uzuv sıkışınca da, fiilen kaçmak mümkün değil... bunu nasıl anlamadınız? tabii ki eğer bir üçbuçukuncu dünya klasiği olan "context (ya da benim nefret ettiğim uydurukçası ile, "bağlam") özürlülük", okuma özürlülük ile birleşerek, yazılanı yazıldığı gibi değil, aklımızın erebildiği veya görmek istediğimiz ya da beteri, göreceğimizi sandığımız gibi okumaya yol açan o kollektif zihnî hastalığı depreştirmedi ise...


tamam, context meselesini de geçtik, "sıkışınca"yı da noktalı versiyon ile okuduk... haydaaa... yahu, buradan cim'a haline geçene kadar, ortada mecburen "s olarak yazılmış bir harf ve en sonda da kötüye yorulan fiil ile alâkası bile olmayan bir "a" harfi var, bunları illâ bir anlama yoruulabileek şekilde okuyan akıla ne demeli? tamam, türkçe fonetik bir dildir, okunduğu gibi yazılır ama o işi yapıp da yazınca, sonuna "a" gelmez ki, "e" gelir?..


yâni şimdi "a" yoluna mı gitti öte dünyaya zavallı kadıncağız?.. işte, sıkılmaya, sıkışmaya, sıkıştırmaya gelmiyor bu okur-yazarlık, insan darlanıveriyor...


siz de sıkılmayın, darlansanız bile.


--------
(*) bu arada son zamanlarda medya denen trajik dünyada, "trajedik" diye mutlak câhilâne bir lâf türedi... trajedi kelimesinin o gramatik formu (sıfat oluyor kendileri) zâten mevcut olup, türkler tarafından yeniden icada falan muhtaç değildir. o form, yukarıda zikredildiği gibi, "trajik" şeklinde telaffuz ve tekallüm edilir.

dikkâayt dikkaağğğttt... muz cumhuriyeti belediyyesiyndenggg...

türkiye'de gürültünün varoluş biçimi denecek kadar sosyal yaşamın ayrılmaz, kopmaz, onmaz, iflâh bulmaz bir parçası olmasına ne buyurulur?


ben çocukken sokaklarda "domatiiiyyz, bibaaaeyrrr, baeeeeytliycaaayn" veya "suvan vaaa suvan" diye yürek dağlarcasına çığıran zerzevat ve saire satıcıları ve de dinga-dong migggg-rooossss diye elektronik çığlıklar atan çağdaş çerçi kamyonları gezerdi. hele bir seyyar satıcı vardı ki, keliimeleri geçtik, sesle arasına hiç bir aralık koymadan, sadece kadans oynamaları ile deşifre edilmesi imkânsız bir şeyler haykırarak "ticaret" yapardı: "tvkvaağtavkvareeeeyyyy!"... sonunda bir gün kardeşimle gidip adamın ne sattığına baktık da, merâmının "tavuk var" diye bağırmaktan ibaret olduğunu anlamıştık.


bu ticarî yaygara faslı... gürültünün bir de psiko-kültürel boyutu vardı ki (tabii, hâlâ da var!) o da meselâ dördüncü kata yeni taşınan mobilyacının karısının arsada top oynayan çocuğuna ezcümle mahalleye duyuracak şekilde seslenmesine saklanarak zuhur ederdi: "aaameeeeeğğğt... gel yavrum ("yavrum" sık sık "yavrım" şeklinde de telaffuz edilirdi ama şimdi bölgecilik yapmayalım)... sanalı ekmeğin üstüne ollanda peyniri sürdüm. gelde ye hadi evlâdım".


çocukların oyun gürültüsü - ki evrenseldir - ise bazan komşuları üstümüze (yavuz'un dediğine göre içi kaya tuzu dolu fişekler namlusuna sürülmüş bekleyen) çifte doğrultacak ölçekte çileden çıkartacak kadar ayyuka yükselirdi.

büyükler ise hep bağırarak konuşurdu. öyle ki, dolmuşa binip indiğinizde, hat boyunca hangi hanımın evde ayşe kadın fasulye pişireceğini, kimin komşusunun, kocasını kiminle aldattığı falan hep "açık enformasyon" sınıfından mâlûmata döner idi.


ben büyüdükçe durum değişti ise, kötüye, yani daha korkunç kollektif ve bireysel desibel seviyelerine doğru değişti. ulu üstad freud'un dediği gibi superego, kültürel devamlılığın güvencesi olarak işlevini sürdürdü ve dünün çocukları kâh maçlarda, kâh mitinglerde, kâh karı-kocalarına bağırıp çağırarak gürültü geleneğinin yeni müdaafîleri olarak yetiştiler...

ve de bebeler...

meselâ bendeniz, ömrüm boyunca sadece ve sadece bir kerre mâkûl ölçüler ötesinde ağlayıp zırlamayan, bir tek türk bebek ile seyyahat edebildim. onun dıışında, 0-5 yaş grubu vatanım evlâd ve etfâlinin bindirildiği vasıtada bulunmak, hep bir ızdırab sebebi oldu. bebeklerden öyle nefret ettim ki, avustralya'ya uçarken viyana'da yanıma kundaktaki bebeleri ile bir aile oturduğunda kaatil olmamak için tayyareden inesim bile geldi... ama bebe türk değildi ve 27+9 toplam 36 saatlik yolculukta, aslâ zırıldamadığı gibi, etrafa gülücükler saçıp durdu. aynı şey bir def'a da new york-istanbul arasında başıma geldi. ve o zaman derin incelemelere başlayarak, ulaşım araçlarında sürekli ağlayan ve tantana eden, hiç bir şey yapmasa da köy tavuğu gibi paytak paytak ortalıkta dolaşan çocuklar yetiştirmenin millî bir hasletimiz olduğuna bilimsel data çerçevesinde kesin kanaat getirdim.


burada, izninizle bir de saplama yapayım... bu şekilde yetiştirdiğimiz millî çocuklarımızın ileride medenî insanlara dönüşmesi olasılığını ise aşağıda müşahade ettiğim şartlar muvacehesinde takdirinize bırakmaktayım: işbu evlâd ve etfâl-i vatanın ebeveyneleri de, yavruları muhtelif yüksek desibel sesler de çıkarmmak sûreti ile uçak, vapur, pazar yeri, süpermarket vs. gibi umuma açık mekânlarda deli dana gibi koşarken, onları sosyalize etmek bâbında "oğlum, kızım... uslu durun, insanları rahatsız etmeyin," diye değil, "yavrrıııığm, çoooocuğm, goşman leeğnn, düşacağınız biyerniz neyimm acıycak," şeklinde onları uyarmayı analık-babalık görevi bilmekteler.

ya öğretmenler? okullardaki "öğreti" anlamından tamamen sıyrılıp "cebren zapt-ü rapt eylemek" ilkesinde somutlaşan disiplin anlayışının ve sorumluların, eğitim çavuşu tavır ve sesi ile bağıra, çağıra çocuklar üzerinde mutlak otorite kurarken, o otoritenin dayak atabilen, kulak çekebilen, azarlayabilen, cezalar vererek hayatlar üzerinde egemenlik kurabilen gücü ile, uygulama aracı olan yüksek ses tonu (gürültü) arasındaki pozitif ilişkinin kurulmasındaki rolleri küçümsenebilir mi?


eh, tabii ki, bu veletler de az büyüyünce, tantananın fazîletine dair şuurdışına yerleşen bu inanç ile, trafik sıkışıklıklarını korna çalarak, sosyal anlaşmazlıklarını avaz avaz bağırarak, evdeki uyuşmazlıkları böğürerek veya şirret feryâdlar atarak, maç zaferlerini, düğünleri tüfek, tabanca sıkarak, pazar pikniklerini davul zurna çalarak (sic.), siyâseti öfke san'atı yapıp, bîtevviye her şeye kükreyerek, ömürlerini de her türlü tangırtı ve takırtı öıkaran araç, yordam, nesne, müessese ve şahsa adayarak, kollektif varolma kalıbına ayak-baş uydurmaktalar.

bu arada için için, gürültü, resmen ve de mahalle baskısı zoruyla, dînî vecibe icabı da müesses bir nizâm ve de nâzım (*) misyonu üstlenmekte:

kefere ahâliye 350 yıl tahta çan çaldırtan müslümanlar, gitgide daha kötü ses ve uslûb(suzluk) ile sonuna kadar açık hoparlörlerden okunan ezan sesleri ile hengâma kudsî katkıda bulunmaktalar...


sonuçta, bir türk ölü değilse, mutlaka kendi yaşam alanının sınırlarından, diğerlerinin huzur âlemlerinin taa içine taşan bir takım sesler çıkarmakta...

ölü değil deli ise bile, ya harpçilik oynayıp buum bum diye bağırarak; ya polis, komutan vs. oldum sanrısıyla, düdük, borazan üfleyerek; ya uçak, otomobil vs. yarışçısı gibi ciyuvvvv, yıııytttt zaaart sesleri çıkararak; ya da sadece kendinin bildiği yöntemlerle yepyeni cayırtıları çılgınca icâd ederek...


onun için, türkiye'nin her yeri, her noktası, bir gürültü fırtınasında yuvarlanmakta... istanbul, ankara gibi büyük köylerimizin dışında da, en geç, son derece yüksek hacimlerde ve kudsiyet ile alâkası olamayacak kirlilik dışında mütalaa edilemeyecek sesler ve mâkâm ile okunan sabah ezanı ile başlayıp, inşaat tangırtıları, araç homurtuları, dükkân şıkırtıları, kasetçi-plakçılardan yükselen arabesk uğultuları ve saire derken, yorucu bir gümbürtü zihinlere kanser gibi yerleşmekte.


bir de tabii, esasen sağlığa aykırı olduğu için yasalarla da kontrol altına alınması öngörülen gürültüyü denetlemekle kanunen mükellef olan resmî unsurların yaptıkları gürültü var ki, o hepten şenlikli... iki dakika millet ile sırasını bekleyemeyen polis, emniyetçi, müdür gibi öncelik iddiasındaki memurların sirenli otoları; içinde kaymakamiçenin görümcesi binmiş bulunduğu halde seyreden ve vrrraaakk vrraaakk gibi cayırdakk sesler çıkararak, genelde de tramvay yolundan falan giden devletlû büyüklerin araçları, siyasî parti, sendika vs., kamusal hizmet yapan ama kamuya saygıyı, onu rahatsız etmekle ilintilendiremeyecek kadar kendi imajında boğulan toplumsal birimler, ve saire, ve saire.


o cüzden, simgesel dışavurum araçlarından biri de, belediye hoparlörleri .. ne dediği kat'iyyen anlaşılmasa da, bilhassa tatil kasabalarında, başöğretmen özentisi bir sekreter hanımın sesinden evler, sokaklar arasında yankılanarak, sadece milleti illet etme işlevine yarayan o mekanik-elektronik gacırtılar... okuma alışkanlığından nasîbini alamamış, japonya'da kişi başına on kitap düşerken, kitap başına on kişi düşen, sözlü kültürden öte geçmek bâbında, ancak boy boylayıp soy soyalayan dedem korkut yerine vatan millet uğruna kelle vuran polat alemdar'ı seyretme düzeyine ermiş bir üçbuçukuncu dünya toplumu için fazla yadırgatıcı değil ama medenî, yâni "şehirli" dünya için kamuya doğrudan sesle hitâb ve ilân, ancak deprem, muazzam bir yangın, ne var ne yok, silip süpüren sel baskınları gibi istisnaî durumlarda ve de başka araçlarla duyuru yapıılamıyorsa başvurulan, başka zamanlarda ise ahâlî rahatsız olmasın diye kat'iyyen kullanılmayan bir yol... belediyeler ve halk arasında nasıl mı iletişim sağlıyor medenî dünya? haaa... orada gazete mazete gibi, umumiyetle beyaz kâğıdın üzerinde, siyah mürekkep ile çizilen harf denen acaip şekillerle dolu bellli, aralıklarla çıkan bişiyler var. insanlar çok âcil olmayan duyurularını onlara basıyorlar ve de oradan okuyorlar... eğer işleri çok âcil ise de, radyo veya tvlerden faydalanıyorlar...

asterix'in dediği gibi: deli bu romalılar (yâni, gâvurlar)!.. hal bu ki, açarsın, mikrofonu, çekersin önüne, hoparlörden bütüüün millet dinler seni... "dikkkayyyt dikkaaağt... belaağdiyamız pazar yerinne üç kurşluk hıyar mebzulen gelmiştiiiiğrr... insağniyyetlik nağmıngaaa...."

***

son tahlilde, üretemeyen, yaratamayan, dilini dahî doğru dürüst abrayamadığı için düşünüp, iletişim kuramayan, o yüzden de alabildiğine tatmin fakiri, ilk nefesinden itibaren ancak başkalarını rahatsız edecek düzeyde ses (veya giderek, olay) çıkarmak sûreti ile varlığının farkına varılmasını sağlayabilen, "ben de varım" mesajını ancak böylelikle verebilen bir kütlenin ve de kitlenin kollektif ekzistansiyel metodolojisi olarak, hayatımızın özünde gürültü...

varolmanın iddia ve isbatı...


------
(*) nizâm veren, düzenleyici

Saturday, April 19, 2008

muz ithal eden muz cumhuriyeti - part II

muzu yetiştiremeyip de, ithâl ediyor olmak, muz cumhuriyeti olmaya mânî teşkil eder mi şeklindeki soruma dair ikinci gözlemimi serdediyorum efendim:

dün, cuma idi. saat 17.35-17.45 sularında kasımpaşa'daki deniz kuvvetlerine ait kompleks önünden seyir etmekte idim. doğal olarak, trafik canlı idi. tam, eski bahriye nezâreti (bakanlığı) olan kıyıdaki binâ önünde trafik ışıkları mevcut idi ve bize yeşil yanmmaktaydı. gelgelelim, kimse yoluna devam edemiyordu...

edemiyordu, çünkü nezâret binâsından çıkan askerî personeli taşıyan otobüsler için yol açan bir asker, tüm şehir trafiğini durdurmakta idi. bütün araçlar kompleksten çıkana kadar da, yüzlerce sivil aracı bekletmekte bir sakınca görmedi.

tüm bu süreç boyunca da, çoğu zaman ışıklar bize yeşil, askerî cihete kırmızı yanmakta idi (no pun intended!).

şimdi kimse zıplamasın, ben de biliyorum, gâvurun memleketinde de kalabalık nüfusların çalıştığı müesseselerin, özellikle de güvenlik açısından hassas askerî vs. işyerlerinin dağılma saatlerinde, böyle düzenlemeler olur. ama oralarda 1) uygulama trafik eğitimi almış, herkesin hakkkına saygı gösterebilecek bir uzman tarafından yürütülür; 2) sivil ahâlînin vaktinin de resmîler kadar kıymetli olabileceği düşünülerek, normal trafik şartlarına biraz daha riâyet edilir.
askeriye ile ilgili her iş, durum ve uygulamanın bir teyakkuz hali gerektirdiği hâller ise muz cumhuriyetlerine özgüdür.

yine kimse zıplamasın, benim lâfım kat'iyyen askerî cihete değil. askeriye, türkiye'de imtiyazlıdır ve bu imtiyazını güle güle kuullanmaktadır, kullanacaktır da; ve de değil mi ki anayasamızı onlar yazmış veyâ yazdırmış siviller de onaylamıştır üstelik de çeyrek asırdır (siyâset esnafı hâriç) hak, hukuk dengesizliğinden hiç şikâyette bulunan olmamıştır; denebilecek tek şey vardır: helâl olsun!

burada lâfım, kendim de dâhil, benim zamanımın önemli, değerli ve gerekli olup olmadığına benim adıma ve tam bir pişkinlikle karar verebilen; üstelik bu memlekette normal hayatın normal biçimde yürümesini sağlamakla yükümlü, asker olmadan asker gûyâ sivil görevlilerin mevcudiyetine demokratik hukuk çerçevesinde bir son veremeyi iki asırdır beceremeyen sivil olamayan siviller topluluğunadır.

sizce bunlara, muzu yetiştiren ve yetiştiremeyip, ithâl etse de muz cumhuriyeti olan cumhuriyetler dışında bir yerlerde rastlanabilir mi?

nerede?

muz ithal eden muz cumhuriyeti - part I

iri kıyım bir soru, lûtfen harbî cevap veriniz:

bir ülkenin muz cumhuriyeti sayılabilmesi için muz üretmesi şart mıdır yoksa muzu ithal etse de yeterli midir?

ben, bu sitenin müellif ve muharriri olarak, kendi sorduğum soruya direkt (hayır, çamaşır ipi ya da telefon teli gerdiğimiz kazık azmanları gibi, direk değil, gâvurca doğrudan anlamına gelen directin okunuşu) cevap veremem elbet de... ama fikrimi açığa vuran, yani ihsas-ı rey (*) eyleyen iki gözlem aktaracağım size:

önce, kutlarım, polis teşkilâtımız, 163. sene-i devriyesini idrâk ve tebrîk etmekte. teşkilâtın duvara asılı falaka, manyeto ve hortum süleyman modelinden, teknik araştırma ve istihbarata dayalı güvenlik anlayışına doğru yolculuğunu epey zamandır memnuniyetle gözlemekte isem de, değişimin daha hızlı gerçekleşmesine de dua etmekteyim.

yalnız, galibâ, yavaşlığın sebebi, her şeye rağmen, doğası itibarı ile tutucu bir örgüt olan polisin teknisyen ve teknokrat uygulama birimlerinden çok, uygulatıcı, yâni siyasî gölgeleri ile birlikte yürüyen yönetici kademelerinde egemen düşünce yapısı.

neyse, bu kısım vatandaş işi bir kritik idi... şimdi muz vaziyeti ile ilgili gözleme geçelim:

polisimiz 163. yılıını kutlarken, şehrin dört bir yanını da promosyon afişleri ile donattı. bunlarda teşkilâtın ne kadar iyi, etkin, insancıl, kahraman ve fedâkâr çalışmalar ile hizmetimizde olduğu altlarında kısa yorumlar yazılı dev fotoğraflar ile anlatılmakta.

işte bu afişşlerden birinde, kahraman bir polis memuru, günlük iş kıyafeti, yâni standard üniforma giymiş olarak, şüpheli olduğu anlaşılan bir naylon poşeti karıştırmakta... alt kapsiyon ise şöyle demekte "... canımız pahasına!".

eyi muuuuuzzzz.... eğer bu polis memuru, "canı pahasına" komşunun çöpünü karıştırmıyor da bomba imhâ edeceğim diye cefâkârca uğraşıyor ise, meslekî bi kuralı açıkça ihlâl etmekte... çünkü, medenî dünyanın her yerinde geçerli olan polisiye prosedür uyarınca, üniformalı veya sivil, patlayıcı/bomba uzmanı olmayan her polisin bu gibi şüpheli durumlarda en son yapabileceği, daha doğrusu kat'iyyen yapmasına izin verilmeyen iş, patlama vs. hyoluyla kamusal tehlike arzedebilecek bir paketi mıncıklamak! üniformalı memurun yapması gereken, çevreyi kontrol altına alıp, bomba ekiplerini acilen çağırmaktan ibâret.

nedeni çok basit, çünkü yetkin olmayan birinin hatası sonucu patlayan bir bomba, sadece memurun kendini değil, korumak ile mükellef olduğu başkalarının can ve mal emniyetini de tehlikeye atmakta!..

yâni, teşkilât idaresinin, bize duvarlar boyu yutturmaya kalktığının aksine, doğru dürüst bilgisi, uzmanlığı hattâ zırhlı donanımı dahî olmadan (**) şüpheli paketleri ırgalamaya kalkan polis memurlarından (***) oluşan bir örgüt, "canı pahasına" değil, bizim canımız pahasına maaş almakta demektir.

ve ancak bir muz cumhuriyetinde vatandaşın en güveenmesi gereken kurumlardan birinin başındaki yetkililer, o kurumdaki elemanların görevlerini nasıl yapması gerektiği hakkında en temel bilgilerden yoksun olduklarını gösterecek biçimde, güvenilmesini hayli müşkül kııldıkları ama yönettikleri kurum adına, ahâlîden güven toplamaya kalkışırlar gibi gelmekte bana...

-------------
(*) bir hâkimin veya hakemin (ikincide "a" üzerinde uzatma yok!) kararını önceden hissettirecek beyân ve davranışlarda bulunması.
(**) burada da şüphelerim var aslında... geçenlerde, tanıtım amaçlı bir başka haber fiminde de tam mücehhez bir bomba uzmanının, özel miğferi, adam eğildikçe, başından, imha etmeye çalıştığı oyuncak bomba paketinin üstüne düşüp duruyordu. tam üç kerre polis, miğferi yerden alıp tekrar başına geçirdi.
(***) genel meslekî düzey olarak emniyet memurlarının kalitesinin yükseldiğinin ben de farkındayım - üstelik de "o cemaat; bu tarîkat" söylentilerine rağmen. yâni lâfımın çoğu, memur değil, âmir tayfasına yönelik.

Monday, April 14, 2008

aysun'u savunmak

ben albert camus'nün yalancısıyım; o da bir çok şeyi doğru söylediğine göre, güvenilir bir şahid sayılır: tarihin kaydettiği en üstün ve yüce medeniyyet olan eski yunan'da, güzel kadınlar cinâyet suçundan bile bağışlanırlarmış.

tüm kalbimle katılacağım bir uygulama... hattâ, terk-i cihân etmek gerekmekte ise, öyle bir güzelin maktûlü olmaya da itiraz etmezdim, her halde.

ama bizim üç buçukuncu dünya medeniyyetimiz ve de onun mümtaz medyası, ntv'nin adı gel beraber börek açalım tarzı alaturka pop şarkıları hatırlatan programının görsel süsü, ayrıca ince değdirmeleri ile de dünyanın dört bir yanında onları kıskanan erkek ve kadınların fıkra tacizinin daimî kurbanı sarışınların güzel gururu, aysun kayacı'yı fenâ halde diline dolamış bulunmakta(1).

gerçi, ekranda arz-ı endâm etmekle aysun kayacı haklı veya haksız her hücûma göğüs germeye (müsaadenizle, burada bir wow!!! diyeyim, üç ünlemlisinden!!!) râzı olduğunu peşinen ve zımnen beyân etmiş olmakta ve kendince yöntemlerle - meselâ küskün güzeli oynayarak- direncini de sergilemekte ama bu, güzel kadına saldıranların banal ve espri fukarası yorumlarının bir iletilşim kirlenmesine yolaçmasına engel teşkil etmiyor.

bugün de milliyet'te bir muharrir aysun'u "gaf kraliçesi" ilân etmiş.

derler ya, gözünde mertek diye...

ayol siz daha üç gün önce milano' yu sandığa gömüp, ardından dünya tepenize geçince kill bill'deki umma thurman gibi toprağı kazıyarak çevir-kazı-yanmasın çekmediniz miydi?

bundan âlâ gaf mı olur? [bkz. garfucius, 8 nisan 08]

ama siz aysun gibi güzel değilsiniz, ben de ustamın dediğini dinlerim...

size af yok aziz milliyetçiler (2)!

---------
(1) burada konu farklı ama ben aysun hanımın siyasî çıkışına fikren karşı falan da değilim. hattâ populizmin sahte erdemine kapılmadığı için de takdîr ediyorum. maalesef, el'an temsilî demokrasiden daha iyi bir yöneti(şi?)m biçimi geliştiremediğimiz, meselâ polis modelini çağın icap ve isteklerine uyarlayamadığımız için dağdaki çoban ile aysun hanımın oylarının aynı değerde sayılmasından başka çare göremiyorum. tabii, farklı bir analiz düzeyinde, oy sayısı ile ağırlığının illâ ki bire-bir dengelenmediği de gerçek ama, derdimiz siyaset bilimi dersi değil şimdi.
(2) bence, meslekî yeterliliğinin ötesinde, milliyet'in genel yayın müdürü sedat ergin, türkiye'nin hem en medenî, hem de insanî duygularını yitirmeden bu dejeneratif işte 30 küsur yıldır dirsek çürüten nâdir gazeteci örneklerindendir. zaten topu topu yarım saat manşette kalan "milano'yu gömdük" ibâresini farketti ise, o da benim kadar bozulmuştur. yâni, milliyet'in gafı da, işin izi sürülürse, aysun'a "gaf kraliçesi" deyen kişinin yetiştiği kadroya dayanır.

pippa, alanya canavarları, tarih ve tekerrür

hayır, asılmadılar. yanlış hatırlamıyorsam, bir şekilde avukat da buldular ama hanig barodan, bilmiyorum. her halde en fazla üç-beş yıl yatıp, o ceza indirimi, bu ingfaz kanunu, şu rahşan affı ve saire derken, yeniden hizmet sunmak üzere aramıza avdet etmişlerdir...

alanya canavarlarından bahsediyorum. zavallı pippa bacca'nın hunharca katli, yine 10-15 yıl önce vuk'u bulan bir cinâyeti hatırlattı da... heyhat, tarih ve tekerrür biçimleri...


MENFUR VE MENHUS ..

Alanya'da dört kadın turiste tecavüz edildi. Kadınlardan ikisi öldürüldü, ikisi de yaralandı. Sanıklar yakalandılar. Suçlarını itiraf ettiler. Savcılık, idam isteminde bulundu. Buraya kadar, bir polisiye olay söz konusu.

Tecavüz, müthiş bir infial yarattı. Mütecavizler, bırakın yargılanıp, mahkum olmayı, daha yakalanmadan, "sapık" ilan edildiler. Basın, onlardan "vatan haini" diye sözetti. "Asın bu vatan hainlerini" diye manşetler atarak, halkın hissiyatına tercüman oldu. Şehir eşrâfı, gazete ilanları ile devleti aradı. Ve en mühimi, Alanya avukatları, sanıkları savunmayacaklarını beyânen, ahalinin vicdanını serinlettiler.

Bu da, polisiye olayın, traji komik, psiko-sosyal veçhesi.

Pek az kimse Alanya olayını, daha önemlisi, bu olaya kamunun gösterdiği tepkiyi bir mantık süzgecinden geçirerek değerlendirdi ve yorumladı. Artık ciddî (ve bilhassa kazanılan maçlar ertesinde, ölümcül) bir hastalığa dönüşen duygusallık ve coşkunun akıl ve rasyonaliteyi – buna eskiler mülâhaza dermiş – silip atması sendromu, Alanya'da da yaşandı.

Tecavüz, Türk kriminoloji tarihine ilk kez bugünlerde Alanya'da kaydedilen bir suç değil. Biraz araştırma ile, aile büyüklerinin, kız çocuk ve akrabaları bir yana, oğlan çocuklarına bile tecavüz edegeldiklerini saptamak mümkün. "Nâmus" anlayışının garip ve irdelenmemiş virajları dolayısıyla, tecavüz kurbanlarının yaşadıkları konusunda sessiz kalışları, Türk adli istatistiklerinde "ırza geçme" suçunun diğer ülkelere göre az görülmesinin belki de, başlıca nedenlerinden biri.

Kim Türkiye'de, böylesine aşağılık ve aşağılayıcı bir saldırı ile karşılaşan Türk kadınları için, benzer bir kollektif infiâl gösterisi anımsayabiliyor?

Gazete manşetlerindeki teşhise göre, Alanya' da, mütecâviz olduklarından şüphe edilen kişiler hem sapık, hem de vatan haini. Kabahatleri büyük... Aslan gibi Türk kadınları dururken, kalkıp, yabancı turistlere göz dikilir mi hiç? Oysa, biraz millî takılsalardı, sapıklıktan değilse de, en azından, hıyânet-i vataniyyeden yırtabilirlerdi.

Ben, ilkokul çağlarında hurma yerine incir yemenin, vücut ağırlığımın onda birine denk Sümerbank potin giymenin millî faziletten olduğu öğretilerek büyütülmüş bir neslin ferdiyim. Ama, "Yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı," felsefesinin, vatan haini ilan edilmeksizin birilerine tecavüz edebilmek bâbında geçerli olabileceğini öngörmek, benim neslim için bile, sanırım biraz aşırı... "Asalım" feryadları ise, bana, Red Kit'teki marazî ölügömücü karakterini çağrıştırmakta. Bir de, yıllar önce geçmiş benzer bir olayı hatırlatmakta :

Galiba muhtelif ara rejim dönemlerimizin birinde, yine Antalya vilayeti dahilinde, diplomat eşi ile karavan tatili yapan bir (galiba) Alman hanım, yine, bir "sapığın" tecavüzüne uğramış ve öldürülmüş, kocası da yaralanmıştı. "Sapık", yakalanmış, suçunu itiraf etmiş, Türk ve Türkiye imajını mahvettiği için o da vatan haini sayılmış, birkaç hafta içinde mahkûm olmuş, cezası onaylanarak, TBMM' ce benimsenmiş ve hazret, sallandırılıvermişti.

İşin garibi, şu bizleri bir türlü takdir edemeyen Evropalılar, bu işteki dirâyetimizi de aslâ kavrayamayıp, 15 gün içinde kendilerinden birini zorla becerip, üstelik de öldüren bir vatandaşımızı asmamızı, o Türk düşmanı gazete ve sair medyumlarında, "barbarlık" olarak nitelemişlerdi.

Aklın, özellikle kollektif toplumsal infiâllerde, coşkun duygularca tar-ü mâr edilmesi, komik, en azından kara mizahî boyutları da bulunan ve bütün kültürlerde rastlanabilen bir beşerî trajedi.

Ancak, hukukun, bizzat hukukçularca, aynı kollektif isteriye teslim ve kurban edilmesinin, ne gülünecek, ne de hafife alınabilecek bir yanı var...

Alanya olayının en korkunç, en acıklı, en ilkel boyutu da, Alanyalı avukatların, sanıkları savunmayı alenen, üstelik de, bir bildiri ile reddetmeleri. Hukukun ve temel hakların, korumak için varoldukları "kutsal" savunma hakkının ırzına tecâvüz etmeleri .. İtirafın kilovatla ölçülebildiği bir ortamda, daha yargılanmaları başlamamış kişileri, peşinen mahkûm etmeleri.

Alanya "sapık"ları, kısa bir yargılamadan sonra mahkum olacaklar. Belki, asılacaklar. Tecavüz kurbanlarının ülkesindeki medya, bu yüzden bize alkış tutmayacak. Ama, kurbanların ülkesindeki medya da, çağdaş hukuk düzenini benimsemiş insanların yaşadığı bütün kültür ortamları da, hukuku infiâle kurban eden Alanyalı avukatları ve ne yazık ki, onların tutumlarını zerrece onaylamayan ve barbarca bulan benim gibilerin de yaşadığı Türkiye' yi, barbarlıkla suçlayabilecekler (1).

Bu menfur ve menhus eylemi, tel'in etmemek elde mi (2) ?

--------------
(1) Menfur ve menhus, siyasi literatürümüzde, özellikle Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı gibi karakterlere yönelik suikastlerden sonra sık sık duyulan, dolgun "sound"lu, içi boş ve f'ailin asla bulunmayacağını peşinen beyan eden kelimelerdendir. "Tel'in" ise, menfur ve menhus'un mütemmim cüzüdür. "Menfur", nefret uyandıran; "menhus", uğursuz; "tel'in" lanetleme eylemi anlamına gelir. "Mütemmim cüz", kabaca, tamamlayıcı parça demektir.
(2) Kimseye ahmak muamelesi yapmak gibi bir niyetim yok. Ama, avanaklığı kendiliğinden benimseyenlere karşı bir önlem olarak ifade edeyim ki, bu yazı asla tecavüzü, mütecavizi ve öldürmeyi savunmamaktadır. Bu savunmama tutumuna, Alanya'daki menfur olayın failleri de dahildir. Gelgelelim, bu faillerin suçluluğunu saptamak, adil bir yargı süreci sonunda, yargı yetkisini kullanan hâkimlerin görevidir. Yazıda savunulan, sadece ve sadece, hukukun ve aklın üstünlüğüdür.

şeriatın kestiği kelle kanar ve kopar

mâlûmunuz, evlâd-ı vatandan bir gurbetçi, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ'nın en has dostu suudî kralının ülkesinde allah'a küfrettiği gerekçesi ile kafası uçurularak idam edilmeyi beklemekte.

adâleti dağıtan bir arap şer'iat mahkemesi olunca, hukukun esâmesi nereye kadar geçer, tabii kimse bilemez de, şer'iatın kestiği parmak acır, kelle de uçar.

bundan 10-15 yıl kadar önce de, - galibâ da, gelmiş geçmiş en hızlı suudsever siyasîmiz, necmeddin erbakan hukûmette iken- dört kamyon şoförü vatandaşımız bir miktar coptagon adlı gûyâ afrodiziak ilacı ülkeye kaçak sokarken yakalanıp, kılıçla idam edilmiş idiler.

o zamanlar türkiye henüz ölüm cezasını ilgâ etmemişti (kaldırmamıştı) ama 12 eylülden beri sarkan birkaç hükmü de infaz etmeyerek, bir tür "moratoryum" uygulamakta idi. neyse ki, arada avrupa sâyesinde hiç değilse bu ayıptan kurtulduk.

aşağıdaki yazıyı ben bodrum'un bir gazetesinde kaleme almış idim. günün manâ ve ehemmiyetine uygun olduğu kanaati ile, tekrar ısıtıp masaya sürüyorum. umarım hataylı berber vatandaşımızın âkibeti, coptagoncu kamyoncularınkine benzemez.

bu duanın tutması için ise, zavallının önündeki yegâne ihtimal, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ'nın suudî müstebiti diplomatik yollarla iknâ ederek bir af koparmaları.

haydi hayırlısı...

ARABİ İDAM

Suudi Arabistan' da dört Türk vatandaşının idam edilmeleri, haklı bir infial uyandırdı. Mesele, önce diplomasi, sonra da iç siyaset arenasına intikal ettirildi. Bu arada, medyaya da gün doğdu: Geleneksel olarak haber kıtlığı yaşanan yaz sıcağında, birden, kan, ölüm, hunharlık, hafif tertip şer'iat, otuziki kısım tekmili birden tragedya, cümlenin ilgisini çekecek bir konu olarak, enine boyuna sömürülmeye başladı. Bir yandan hukûmetin Suud'un kraliyeti nezdinde ne kadar etkisiz kaldığı, zaten dünyada kimsenin Türkiye'yi takmadığı imâ edildi; bir yandan da, devlet yetkisi ve cellâd eliyle can almanın "çağdaş" boyutları "gündeme taşındı"... Yok efendim, kafa keserek ölüm cezası mı olurmuş, hele ki, kelle, pazar yerinde, cumayı müteâkip, umumun ortasında mı uçurulurmuş? Daha "medenî" infaz yolları yok mu imiş? Ve saire, ve saire...

Ben, her hal-ü kârda idam cezasının karşısında yer alanlardanım. Hiçbir şekilde de, idamın "insanî" uygulaması olabileceği gibi bir saçmalığı kabul edememekteyim. Hayvan toplulukları üzerindeki araştırmaları iyi kötü incelemiş biri olarak, bu cezanın insanlar dışında hiçbir yaratık türü tarafından benimsendiğini okumuş ya da duymuş değilim.

Arabî idamlar üzerindeki alla Turka tartışmalar, biraz da bu yüzden kanımı dondurmakta. Konu, hukuk ve kanun adına can almak gibi bit vahşeti tartmaktan çıkarılıp, canın nasıl ve hangi kitabî ahkâma göre alınması gerektiği gibi, abes bir mecraa taşınmakta.

Eğer bütün mesele bundan ibaretse, Suudîleri hep birlikte akladık demektir. Çünkü, son derece keskin bir kılıçla, üstelik hafif tertip de uyuşturulduktan sonra kafası koparılan kişinin, minimal ölçüde fizikî acı hissettiği, tıbbın hemen hemen emin olabildiği ender konulardan biri. Hatta, meselâ Japonya'da seppuku (veya hara-kiri) yapanların, şereflerini kanıtlamak ötesinde, gereksiz bir acı çekmemeleri için kafalarının uçurulması, üstelik de bu işin ayrıca bir onurlu görev sayılması, yüzyıllara uzanan bir gelenek.

Suudî idamlarında karşı çıkılan, infazın, ibret-i alem için meydanda yapılması ise; Türkiye'de de, darağaçlarının mapusane avlularına çekilmesi, henüz yarım asırı dahi bulmamıştır. En son 1956 da Sovyet elçiliğinin bahçesine yediği köftenin kâğıdını atan bir âdem, Rus casusu diye yakalanmış, yargılanmış, mahkûm olmuş ve Samanpazarı meydanında asılmıştır.

Ayrıca, da zaten Fahd' ın cellâdları kılıçlarını gözden ırak bir yerde savursalar, Suudların ülkesi birden medeni mi olacaktır?

Özetle, iki sivri ucu ile, Arab usulü hunharlığa gösterdiğimiz medya ve kamu tepkisi, kafa kesmeye ve alenî idama duyulan tiksintiyle sınırlı. Eğer, bizâtihî idama karşı çıkılmıyorsa da, ortaya koyulan itiraz, en kaba mantık kalburundan bile geçememekte. Çünkü, salt bize çirkin görünüyor diye, az acı veren can alma yöntemleri yerine, daha ızdırablılarını tavsiye ediyorsak, zalimin eline oynamaktayız. Yok, “Kardeşim, öldüreceksen öldür amma, bunu şöyle zula bir köşede becer,” diyor isek, yaptığımıza konabilecek en hafif ad, ayıptır.

Esas itibarı ile de, Suud’un diyarında yüzyıllardır devam eden bu menhus uygulama, ancak kurbanlar yurtdaşlarımız olunca dikkatimizi çekiyorsa, gösterdiğimiz tepkiyle, bir yandan da, millî vurdumduymazlığımız belgelenmektedir.

Medyanın, Arabî idamları dini perspektiften değerlendirmek yolundaki ilmî kisve ile tesettür eylemiş yaklaşımı ise, ayrıca tüylerimi diken diken etmekte. Laisizmi anayasa ilkesi olarak benimseyen bir halkın ulemâsı, şer'î hükümlerle yönetmeyi ilâhi hakkı addeden bir müstebite, ha babam fetva vermekteler. Muhtelif "şer'iat" uzmanlarımız, İslam dininde idam caiz ise de, kelle kesmeye yer bulunmadığı iddiasıyla, zımnen ölüm cezasının daha ızdıraplı infaz modellerini tavsiye etmekteler.

Suudî diyarı, dünyanın en modern tüketim cihazlarıyla donatılmış bir ortaçağ cehennemidir. Ve bu cehennemde, keskin çelikler daha pek çok kelle uçuracaktır. Çünkü, Suudî müstebitin teb'âsı, Mercedes'e binebildiği sürece, müstebite bi'at etmekten de, cellâd palasının gölgesinde yaşamaktan da gayetle memnundur. Zaten de pala, hemen hemen her seferinde garibanın ensesine indiğinden, Mercedes ile gezeni pek ırgalayan bir hal de yoktur.

Suudî Arabistan olayı, bize kendimize bir göz atmak fırsatını sağlayabilirse, yurtdaşlarımızın kanı boşuna akıtılmamış olacaktır. Son 15 yıl içinde 60 tan fazla kişiyi " Besleyelim mi yani ?" gerekçesiyle asmış, 35 yıl önce başbakanını sallandırmış bir ülkenin, Fahd'ın derebeyliği ile karşılaştırılabilecek hiçbir yanı olmasını istemiyorsak, öncelikle ve ivedilikle, kendi haklarımız ve yaşamlarımız için, böyle ilkelliklerin geride kaldığı, demokrasiyi sindirmiş bir insanlar topluluğuna dönüşmemiz elzemdir.

Müslümanlığın, Fahd ve benzerleri ile özdeş tutulmasını önlemenin yolu ise, "kesmeyin de, meselâ, asın... tercihan da, kıyıda köşede, gözden ırakta gebertin," tarzı fetvâ buyurmak değildir. Muhammed'in yolundan giden bir toplumda, şâibesiz bir hukuk ve demokrasi sisteminin oluşup, yaşayabileceğini kanıtlamaktır.

Ve idamın yöntemine, aracına cellâdına değil; kendisine karşı tiksinti duyduğunu haykırabilmek, bu toplumun bir özelliği olmak zorundadır.

Friday, April 11, 2008

anayasa mahkemesi, hukuk, adalet, madalet gibi işler ve de sosyopatoloji netekim

seçim öncesinde şu 367 miydi neydi, hani o garabe ortaya atıldı da, ortalık nasıl kaynadı hatırladınız mı? birden bire, cümle halkımız hukuk düşkünü, en azından da meraklısı kesildi; kimine ilgilenmek yetmedi, fetva veren, ahkâm bildirenler çıktı ve saire, ve saire...

aynı haller, a-ke-pe için davâ açılınca, yeniden zuhur etti. hukuk tekrardan ilgi odağı oldu. hattâ, daha da ileri gidildi ve de kapatmaya dair davânın siyasî olduğundan, vatan millet aşkına "bu devirde" parti kapatmamak için hukukun pek de kaale alınmamasının doğru olacağına kadar söylenmedik lâf da kalmadı (*).

yâni, necip milletimiz, hukuka olan düşkünlüğünü bir kerre daha tebâruz ettirdi...

gelgelelim, şu son tantananın koptuğu günlerde, memleketimiz mahkemelerinden birinde pek de istisnaî yeri bulunmayan bir mahkûmiyet kararı da çıktı: birkaç yıl önce e-5 denen trafik cehenneminde, döneceği sapağı kaçırıp, cipiyle anîden en soldan en sağa diagonal geçiş yaparken, bir motosikletliye çarpıp öldüren bir vatan evlâdına taaaaaammmm... evet, taaaammmm... bir yıııııııııllll... sekkkkiizzzzz aaaayyyy hapis cezası verildi.

hükmü veren hâkim, aslında sanığın hallerinin ve sâbıkasının mazbut olduğunu, dolayısıyla, cezanın ertelenebileceğini de ama mevtânın ailesinin çektiği acılara mukâbil, ertelemeye gitmeyeceğini bildirerek, "suçlu"yu hapse gönderdi (tabii, temyiz aşamasında kararın bozulması ve trafik sûreti ile insan öldüren birinin hukuk sistemi sayesinde serbest kalması yine de muhtemel).

yâni, suçsuz, günahsız, yolunda giden vatan evlâdını haybeye melekler âlemine yollamanın bedeli 20 ay hapisten ibâret - üstelik, galibâ ondan da bir kaç ay iskonto var infaz kanunu vs. derken...

bu vak'ada söz konusu olan da, hani, öyle "kazâ" falan diye yutturulabilecek bir durum değil haaa... üç kilometre daha gitmemek için, trafik akışı içindeki cümle vasıta ve insanları ciddî (ve şekilde görüldüğü gibi, ölümcül!!!) tehlikeye atacağı, değil (türk usûlü en koftisinden de olsa) şoför sınavından geçmiş bir homo sapiens, muz karşılığı araç kullanan sirkteki eğitimli bir orangutan tarafından bile bilinmesi gereken bir hareketi, fütursuz, pervâsız, aldırmaz ve hattâ cânice icra etmeyi uyanıklık sanan bir asosyal bencilin kasıtlı hareketi!..

gelgelelim, memleketimizin arkaik hukuk mevhumu ve sisteminde, trafik "kazâ"sında can kaybına yolaçmak, ister insanî hatâ ve istenmeyen eylemler sonunda, isterse bu vak'adaki gibi cinayet sayılabilecek bir kasıtlı vurdumduymazlık ve toplumsal hayatla uyum bozukluğu, yani sosyopatoloji neticesinde oluşsun, sair öldürme hükümlerinden farklı yorumlanmakta.

bu kazâ, tür itibarı ile, motosiklet sürücülerinin başlarına gelen en yaygın belâ. ancak bu vak'ada araç şoförünün davranışında kendini öylesine bir yüce görme, insan hayatına öylesine bir boş vermişlik var ki, dünyanın neresinde olsa kazâ diye değil, en azından ağır ve cinâî ihmal sonucu ölüme sebebiyet vermek diye nitelenirdi. fâil, cinayet işlemiş gibi yargılanır; mahkûm olursa da ya senelerce kaşarlı mahpuslara özel hizmet etmek zorunda kalır, ya da kamu yararına bir faaliyette insanlık nâmına bir ömür çalışıp, kendini affettirmeye mecbur bırakılırdı.

haberin daha da iyisini söyleyeyim mi? bu direksiyon-başı-canavarı 20 ay sonra serbest kaldığı gibi, ondan bir yıl, yâni, toplam 32 ay sonra, ehliyetine de tekrar kavuşacak... en iyisi, "driver's licence" ibâresi yanına, bir de 007 james bond'unki gibi "licence to kill" yazıp iade etsinler...

görüldüğü gibi, hukuk sistemimiz sıradan yurdum vatandaşlarını en doğrudan ilgilendiren mes'elelerde bu derece duyarsız ve eksik. tabii, böyle olunca da geçtik trafiği (ya da genel anlamı ile sosyal yaşamı) düzenlemeyi, hiç bir gerçek cezaî caydırıcılık içermediği için, kanunsuzluğu teşvik bile etmekte.

pek âlâ da, niye bu fecî durum konusunda ortada şekil bulmuş bir "kamuoyu" yok?
siyaset ricali hukuktan mutazarrır olunca kıyamet koparan şu meşhur "kamu", hukuk, sokaktaki adamın derdi olunca nereye kaybolmaktaki bir kamuoyu beyânından âciz hale düşmekte?

neden o kamu, bir himmet eyleyip de, hakkını savunmaktan hiç sakınmadığı o siyasî ve devletli ricali, sistematik olarak medeniyyet cihetine doğru bir toptan adım atmaya, genel bir hukukî reform atağına kalkmaya zorlayamamakta?


acaba kamu bu olduğu için mi, hukukun özünde yeralan kamunun hak taleplerinin oydaşma ile oluşan esas teşkilât kuralları dairesinde hayata geçirilmesi esasına dayanan, işler bir demokrasi yok?

yâni, cennet ülkemizde hukuk ancak siyasî sınıf ve de yandaşları için, çoğunlukla da ancak parti kapatılınca; ya da umumî baş meşgale ve eğlencemiz, siyâset âlemine çomak sokulunca mı işlemez sayılmakta?


bu toplumda sokaklarda manyak sürücülerin gadrine, maç sapıklarının deli kurşununa ve saire hedef düşüp de hiç yoluna telef olan evlâd-ı vatanın hukuku, kanun-kavaninde olmadığına göre, nerede?

ne yâni, tayyib efendi'nin erbakan hocası gibi, evinde oturup, çiçek yetiştirmeye, eline tığ, şiş alıp gergef işlemeye, çorap örmeye mecbur kalması, sizler için bir manyağın hâkim olamadığı aracın direksiyonuna geçip de bacağınızı koparması, kafanızı kırması veya maazaallah, kestirmeden ecdadınızın yanına postalamasından daha mı önemli?

bu derece vaz geçemediğiniz tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ üzerinde "oy"unu beyân eden kamu olarak kuracağınız demokratik baskı ile, hukuku kendiniz için de onlar için de bir gündelik tüketim maddesi haline dönüştürseniz, acaba, o hukuka saygılı oldukça kimse parti kapatmaya kalkışabilir mi idi?


12 eylül kuralları ile demokrasi ve hukuk işletmeye kalkarsanız da böööle olur, netekim...

--------
(*) pozisyon belirtelim: gazete kupüründen deliller ile parti kapatmanın demokratik hukukta yeri olmadığı açık. genel hukuk yoksunluğu içinde bu tuhaflığa şaşmak ve kızmak abes, bu da açık. kötü bile olsa, hukukun uygulanması, siyasî kaygılarla hukuka müdahale edilmesinden daha evlâdır, bu apaçık... mevcut durumda da a-ke-pe yargılanıp, muhtemelen de beraat etmeli, meşruiyetini tescil etmelidir, o da açık.
bir musibet ile karşlıaşmadıkça, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın medenî ölçülerde hukukun ipine kolay kolay sarılmayacaklarının gayet açık olduğu ise, hukuk ile guguku karıştırmayanlar için olabildiğince açık.

Thursday, April 10, 2008

halt fırkası artık hepten siyasî kadavradır

saygıdeğer halt fırkalılar, hayırlı olsun...

partiniz türkiye'yi çağdaş, demokratik medeniyetin eşiğinde tökezletip duran tck 301. maddeyi değiştirecek hükûmet tasarısının komisyona havalesini resmen ve de gayrihukukî olarak engellemek sûreti ile, o mahdud aklınca, iktidara bir "gol" attı. tebrikler...

domates lakaplı antik siyasînin ve ona mükemmel uyumlu ekibinin yönetiminde, cumhuriyet halt fırkası için öncelikli mes'elemnin türkiye'nin özgürleşip özgürleşmemesi değil, türkiye'yi özgürleştirecek girişimlerin kimden geldiği olduğu meydana çıktı. hem de bir şebeğin poposu kadar âyân beyân...

böylece, fırkanın haltçı tiyneti de bir daha tescillendi. üstelik bu haltın infaz müdürü de "demokrasi şehidi" diye onca ağıtlar yakıp, özlediğimiz uğur'un eşi, güldal mumcu.

sırf bu bile, hep söylediğim üzere, baykal'dan maykaldan ve hatta baykalist bahriyeli tayfadan kurtulmakla, haltçı partide sorununun ortadan kalkmayacağı, halt fırkasının bizâtihî kendisinin sorun olduğu bir kerre daha kanıtlandı.

hâlâ, 22 temmuzda "başka çare mi vardı?" gibi budalaca bir gerekçe ile halt edip de halt fırkasına oy verdiğiniz için kendinizden utanmamakta iseniz, eh, siz hakikaten baykal'a da, 301'e de ve hattâ, o bir türlü değiştirmeyi yediremediğiniz veya beceremediğiniz faşizan 12 eylül anayasasına da müstahâksınız.

fırkanız artık siyasî kadavra sınıfına girdiğine göre, kendinizi ne diye anarsınız acaba?

Tuesday, April 8, 2008

abbiamo sotterrato izmir nella scatola!..

izmir'in expo sevdası hüsrân ile sonuçlandı ya, bu başarısızlık aynen 8-0 yenildiğimiz millî maçlar misâli, kaybedilmiş bir spor karşılaşmasının anısı gibi, toplu hafızamızın küflü raflarına kaldırılıp, nisyâna terkedildi bile.


ilk gün, üç - beş eleştirmen, bie nezdinde paris'te yürütülen kampanyanın taktik ve teknik eksikliklerini dile getirdi. devlet başkanının dahî orada olmasının neden expo'yu izmir e getirmeye yetmediği, sadece diplomatik eylem ve edimler penceresinden incelendi.

ve lâf bitti...


kampanya, taktik bakımdandan da, yabancı birileri izmir'e ilgi duyup, izmir'i tanıyıp, anlayıp, merak etsinler ve öğrensinler diye değil, her şeyden önce türklerin hoşuna gitsin diye hazırlanmıştı sanki: yerli, ancak da yerel popularite yaşayan "sanatçı"lar, az gelişmiş kültürlerin estetik duyusunu yansıtan folklor gösterileri ve paris'te de horonun azıcık daha biti kanlanmışı, "anadolu ateşi"... türk tvlerinden biri, expo milano'ya verilip, uğradığımız millî hüsrânı haber ederken, şu meâlde bir mersiye de döktürdü: "oysa, hüsnü şenlendirici ne güzel de üflemişti klarnetini... anadolu ateşi ne güzel de dansetmişti...". anlaşılan o ki, kimler yönetti ise, kampanya, dünyanın zerre kadar umurunda olmayan sezen aksu, elin adamını memleketi izmir'e çağırdı diye millet koşacak sanan türde bir naif ve nâhif bir mantık üzerine binâ edilmişti.

üçbuçukuncu dünyanın anti-intraseptif uslamlama biçimi, birine kendini tanıtmak isteyenin önce muhâtabını iyice tanıması gerektiğini (ki gavurcada buna boşuna intelligence demiyorlar...) pek kaale almaz mâlûm. onun için, üçbuçukuncu dünyanın hem başarıya, hem başarısızlığa atfettiği gerek değer, gerekse tepkiler, rasyonalite ötesi ölçütlere dayanır. izmir'in kısa süren sanrısal sevinci süresinde milliyet'in internet sitesinde expo' nun izmir'e geleceği yanlış haberinin başlığı şöyle idi meselâ:

"milano'yu sandığa gömdük"...

ve de ilk haberin yanlış olduğu, expo' nun italya ya kaptırlıdığı kesinleişip de meydanlar ve ekranlar yasa bürününce, cumhuriyet meydanındaki kürsüden biri, neticeyi "bu haksız karar..." diye nitlemekte hiç de beis görmemekte idi.

expo gibi, "şehir"lere mahsus, "medenî" olmanın simgesini taşıyan organizasyon ve düzenlemeler içinde saygın bir yer almak için önce şehrin karmaşık ilişkiler örüntüsünde varlığını sürdürebilmenin vazgeçilmez şartı, kritik düşünce, ne izmir'in expo kampanyasına, ne de yaşam tarzına aşinâ idi oysa. expo, nüve itibarı ile bir zamanlar türkiye'nin tek "borro"su olan izmir, yeşilden arıtılmış, denizden kopmuş, karman çorman, pis ve düzensiz bir beton yığınına dönüşmüş izmir, artık gerçek bir şehir olmaktan çooook uzak kaldığı için yarışı milano kazandı.

o yüzden de izmir, zoru deneyip şehirleri tekil ve eşsiz kılan; kişiliklerini; bireylerin tecrübelerine işleyen o medenî espriyi yeniden bulmak veya yaratmaktansa, cazip olmanın üçbuçukuncu dünya için muteber yoluna saptı. evrensel düzlemde kimsenin tanımadığı pop starları resm-i geçide düzdü; köyden varoşa doluşmuş ikinci kuşak yığınları mest editor diye batılı kulakların da memnun kalacağı zurnanın "peşrevli", mütekâmil versiyonunu "üfletmekten" medet umdu;
ve de kibar giyinmiş (veya soyunmuş) folklor oyunları sergilemek sûreti ile, dünya çapında bir ticarî - iktisadî organizasyonu cezbedebileceğini sandı.

bu kadar dünyadan bîhaber, içe dönük, içine kapalı bir zihniyet ile izmir'in buraya kadar gelmesi bile aslında mucize sayılabilir her halde...


milano expo'yu kaptıktan sonra hiç bir italyan gazetesinde şöyle bir başlık atıldı mı?
abbiamo sotterrato izmir nella scatola!..

Thursday, April 3, 2008

islamî cereyanlar cinaî âleme de damgasını mı vurdu?

malatya'da protestan misyoner oldukları iddiasıyla katledilen gençlerin olayını izleyerek, son günlerde, insanların boğazları kesilmek sûreti ile öldürüldükleri cinâyetlerin, son üç ay içinde arttığının farkında mısınız?

"koyun gibi boğazlamak", âdetâ bıçakla işlenen cinâyetlerde ulusal yöntemimiz olmaya başladı!

bugün de adana'da bir çift aynı şekilde katledilmişler. zavallı köpekleri de başlarında bekler halde bulunmuş.

boğaz keserek öldürmek en geleneksel kurban sunma ritüellerinden biridir. islâmiyette de tercih edilen usûl budur. hattâ, çeçenistan falan gibi bazı seçkin islamî cemaatlerde, idam cezası da bu şekilde infaz edilir. suudiler mâlûm, kelleyi keskin kılıçla, külliyen uçurmayı tercih ederler.

acabâ, dinî akîdeler toplumun her praxisinde giderek daha kanaat ve davranış belirleyici bir kuvvete bürünürken, durumdan cânîler de mi etkilenmekte?