Wednesday, September 24, 2008

kâzım kaptan, selâmetle...

artık yaşımız arkadaş, akran ölümlerini hayretle karşılayacak kadar genç değil ama "eh, vakti gelmişti gayri, allah taksirâtını affetsin," diye tevekkül eylemek için de çok genç.

üstelik kâzım'ın püsküllü belâsı kanser yüzünden yaşadığı her günü, başta o, kâr saymada idik.

ama kâzım kaptan ölümün ufkuna aptal bir âlet yüzünden yelken açtı, o anlı şanlı rakîbi, ciğerlerinin yarısına konduğu halde sırtını yere getirdiği kanserden değil.

oğlu askere gittiğinde, kendisiyle dalga geçmişti, "ulann, iyi bir yere gitsin diye torpil yaptırdım gûyâ, adam kars'a düştü," diye.

kâzım'ın ciğerine ateş de o dünyanın öbür ucu kars'ta, düşmüş. sevinç hanım için eve koydurduğu air conditioner karşısında uyurken üşüyen, zayıf düşen ciğerlerine. kaderin kazığına bak...

benim "anjin makinesi" diye kat'iyyen kullanmadığım, kimseye de tavsiye etmediğim, ne yazık ki, aziz milletimin de, kötü mimarî dolayısıyla yurt çapında hava, su, ekmek gibi benimsediği o cihaz, bir beşinci kol ajanı gibi, kâzım'ı arkadan bile değil, göğsünden vurmuş.

eh, şimdi ufuktan meleğim süzülerek gelirken kâzım dümende olmayacak, yanında muhtemelen, sulhi ile. birbirimizi son selâmetlediğimizden beri kaç gün geçmişti ki şurada?..

yelken derken, kanat açtı kâzım kanat... selâmetle uçsun ruhu şimdi denizlerin üstünde.

Tuesday, September 23, 2008

garfucius'tan çağrı: sinyal verelim!..

gâvuristanda hayli yaygın bir âdettir ve vatandaşlık bilinç ve dayanışmasının da bir sembolü sayılabilir. araç kullandığı yolun karşı tarafında polis denetimi, radar vs. gören şoför, üzerine doğru gelen trafiği üç kerre selektör yaparak uyarır. devletin tuzağına düşmekten korur yâni.

oldu olacak bunu da itiraf edeyim... senelerdir bendeniz de cennet vatanımın yollarında aynı yaramaz cinliği yapar dururum.

bu yaz türkiye'de de bu güzel âdetin yerleşmeye başladığını sevinçle gözledim. en az iki - üç kerre de radara enselenmekten böyle kurtuldum..

siz de elinizi korkak alıştırmayın ve karşıdan gelenleri sinyal vererek radardan koruyun!

sizin gidiş yönünüze göre, ilk rastlayacağınız resmî polislerce yürütülen bir denetim ve cezâ yazdırmayı bekleyen sürücüler olacaktır. onlardan bir-iki kilometre ilerde de, genelde koyu renk bir renault (çoğu zaman r 19) araba, içinde cihazla, koyu bir ağaç gölgesinin altında pusuya yatar ve bekler. işte, işaret verilerek karşıdan gelenleri uyarmaya başlanacak an, budur.

merak buyurmayın... sür'at kendi başına felâket melaket değildir. kazâların çoğu hız yüzünden değil, yolun bir mekân olarak nasıl kullanılacağından bîhaber, kendini de büyük usta sanan dangalakların "sollama" tâbir edilen kamikaze uçuşları sırasında meydana gelmektedir. tabii ki, her şeye rağmen, bir sürü yobaz da olmadık yerde gaza basmayı mârifet sayar ve ölüm de saçar...

gelgelelim, unlutmayın ki siz olanları karşıdan görüp, kimin uyarılmaya değer olup olmadığına da karar verebilecek bir konumda olacaksınız. hattâ, belki onları bilhassa ve bazan yalandan uyararak hayatlarını kurtaracaksınız.

sivil itaatsizlik denen o periyle cilveleşmek de cabası...

yapın selektör, haydi...

valla billa var... devlet var yâni...

ceza yedim. epey uzun zamandır trafik polisleri ile bir sorunum olmamıştı. dün 110 km sür'at ile radar yakalayınca, kuyruğu kıstırdım.

tamam, genelde dikkatli ve kurallara uyan bir sürücü isem de, hele giderek kalitesi yükselen yollarda ve sınır teşkil eden 90 km hızda, dördüncü vitese ancak erişen arabalar ile, sür'at pek ciddiye aldığım bir kısıtlama sayılmaz. tabii, bilinçli kullanmak (1) kaydı ile.

avrupa mûktesebâtına uyum uygulamalarından mıdır bilmiyorum ama rüştü kâzım yücelen'in bakan iken, gâyet medenî bir gerekçe ile radar ile ava çıkan kahraman türk polisini yol kenarlarına "sür'at kontrolu" yapılmakta olduğuna dair seyyar uyarı levhaları koymaya mecbur bırakmış idi. polisi, o levhaları koymaya mecbur eden felsefe, "devletin vatandaşını tuzağa düşüremeyeceği" yolunda, evrensel hukuk-demokrasi anlayışının çoktaaaaan benimsediği ve cümle millî hâkimiyet dirençlerimizi kırarak, bize de "dayattığı" bir ilke idi. radar beni yakaladığında, polislere sordum, neden o levha yoktu diye. meğer, 2008 itibarı ile bir genelge ile uygulamaya son verilmiş... ünvanı prof. olan hukukçu ve sosyolog değerli dahiliye vekilimiz beşir atalay hoca,, selefinin aksine, zâten daha bütçe görüşmeleri sırasında bile pek şikâyet etmekte idi, hızlı türklere radar ile yol tuzakları kuramamaktan (2).

dinî hassasiyeti hayli yüksek olduğu için kurucu rektör olarak görev yaptığı kırıkkale üniversitesinin başından indirilen, daha önceki kabinelerde bakanlığa ataması eski cumhur başkanı a. necdet sezer tarafından veto edilen atalay, fırsatı bulur bulmaz avrupa, mavrupa, demokrasi memokrasi, hukuk mukuk kazımaksızın, vatandaş-devlet ilişkilerini ikincisi lehine büyük bir mutluluk içinde değiştirivermişti.

devlet, eğer medenî bir toplumdan söz ediyorsak, hukuk düzenini korur. kanun her yerde, diktatoryada dahî vardır ama, dengeli bir hukukî sistem, demokrasi ile mümkündür; çünkü hukuk, öncelikle bireyi devletin ezici ve mutlak gücünden sakınır.

gelgelelim, siyasetin ekonomi, aynı zamanda da psikoloji olduğu kadîm devletin en mûteber nesne sayıldığı global taşrada, devletin arabasına binen, onun prestij ve gücünden damarlarına sinen iktidarı da kişisel bir kazanım, bir imtiyâz gibi kurgular. ancak ve sadece o dışsal kaynaktan beslenebildiği için de, devleti kollamayı mârifet sanır. esas sanrısı ise, o heybetin ebediyyen üzerine asılı kalacağıdır. oysa, devlet fâni midir, değil midir; henüz bilen yoksa da, devlet görevinin ebedî olmadığı kesindir.

hukuk nosyonu olmayanlar, tıpkı "sür'at kontrolu" levhasını koyan hukuk devletinin vatandaşına tuzak kurmamayı esas ilke olarak benimsediğini anlamadıkları gibi, devletle gelenin devlette kalacağını da anlamazlar.


p.s. - bu cezaya 6 ekime kadar itiraz edebilirim ama araya tatil giriyor. bir kaç gün de posta süresi koymak lazım... bugün-yarın okuyan ve de benden yana çıkan olursa, lûtfen itiraz için akıllarına gelen okkalı gerekçeleri bana iletsinler de, hiç değilse anayasal dilekçe hakkımızı icra etmiş olalım...

------
(1) hele ki direksiyon başına çöreklenmiş bir türk'ün "bilinçsiz" olması mümkün olamayacağına göre, bilinçli sürüşe biraz açıklık kazandıralım: görmediğin yere dalmamak; duramayacağın mesafede tam gaz uçmamak; 180 ile giderken ağızda da dumanı göze kaçan sigara ile hem öte hem tüte cepten geyik çevirmemek; boş diye o şeritten ötekine acıkmış maymun gibi atlamamak; emniyet mesafelerine ve diğer sürücülerin haklarına dikkat etmek, kimsenin kıçına koklayacakmışçasına yapışmamak; yol şartlarını, aracın huylarını tanımak; 100 km hızla en az 90 metre ötede durulacağı gibi temel fizikî verileri bilmek, vs., vs.
(2) bazı aklıevveller için burada belirteyim, ben hızlı bir şoför olsam da, bilhassa bu paragrafta savunup, arkasında durduğum, sür'at yaparak kanunu delme "özgürlüğü"
değil; yücelen'in de vurguladığı "devletin vatandaşına tuzak kuramayacağını" kabul eden evrensel ve medenî prensip. az gelişmiş kişi ve toplumlar özgürlük, serbestî ve başıbozukluk arasındaki uçurumları bilmezler ne de olsa, onu da kendimce açıklayayım:
kurallları bozmak, bireysel bir eylemdir. bir tercih, dolayısıyla da özgürlük konusudur. bunu yapan, sonuçlarına da katlanmak zorunda kalabileceğini baştan bilir. kurallların esnemesi, yavşaması ve cıvıması sonucu; ne zaman uyulmaları gerekip, ne zaman boş verilse de olacağının bilinemediği; çoğu zaman da kanun koruyucular dahil, kimsenin pek de umursamadığı, şarka hassaten mahsus kronik anomi halleri ise, suç işleyenin yakalanıp da ceza görmesini "kötü kader kurbanı olmak" diye izâh edebildiği bir başıbozuk ilkelliği târif eder. âşinâ mı geldi? hâşâ! türkiye'de devlet var.

oh bee... devlet varmış meğer!..

kanunî süleyman yazmış ya; "halk içinde mûteber nesne yok devlet gibi" diye, fatih mehmet, cümle beyleri dize getirip, osmanlı'yı askerî nitelikli bir merkezî despotizm olarak tesis ettiğinden bu yana, hakîkaten de, "devlet", türk toplumunu ayakta tutan "çadır direği" işlevini yapagelmiştir.

aslında, toplumun tüm hastalıklarının ve bir türlü medenîyyet sıçramalarını becerememesinin temelinde de, bu koşul yatmaktadır (amma, bu başka bir yazı konusudur).

bize göre "resmen" (*) tek dişi kalmış medeniyyet ile eşanlamlı sayılan modernite yayılıp, yerleştikçe; devletin klasik fonksiyonları terketmeksizin, hâlâ kanunî'nin atıfta buulunduğu aynı itibârı koruması da imkânsız hale gelmiştir.

o zaman da ne olmuştur?

türk toplum ve ahâlîsinin temel direği devlet, teknik, ilişkileri ve sosyal işleyişin akışını hızlandıracak kolaylaştırıcı bir rol üstlenmekte âciz kalmıştır.

meselâ, türk devleti, medeniyyetin en ilkel ve basit mekân örgütlenmesi olan trafiği düzenlemekten âcizdir. meselâ, türk devleti, basit önleyici asayiş tedbirlerini yerine getiremediği için, "olur böyle vak'alar, türk polisi yakalar" mantığı ile kamu düzeni sağlar. meselâ, türkiye'de en kıytırık davâ bile bir seneden evvel bitmez ama adalet mekanizması "hukuk" fikrine o kadar bîgânedir ki, bir kaynananın merhum oğlu adına gelinine karşı açtığı boşanma davâsı, dosya aşamasında baştan reddedilmek yerine, ancak ikinci celsede hâkim tarafından çöpe atılabilmiştir...

türk devleti, o kadar hukuk özürlüdür ki, meselâ bodrum'da veya boğaz'da hayatı zehir eden diskotek gürültülerini kesmeyi becermekten geçtik, ezan bile okuyabilen çalar saatlerin cep telefonlarına kadar düştüğü 21. yüzyılda, ulûfe dağıtır gibi, kaymakamlar aracılığı ile ramazan davulcularına tangır tungur milletin tepesini ütülesinler diye, mahalle tâyin eder.

perspektif medeniyyet ölçüleri olunca, onca avrupa mahmuzlu düzeltmeye de rağmen,
fiilen, türkiye'de devlet nâmevcud bir müessesedir.

gelgelelim, iş "devlet" çatısı altında örgütlenmiş, ülkenin tarihî olarak en kesin ve keskin ekonomik aktivitesi olan siyaset ile belirlenen geleneksel imtiyaz şema ve yapılarının, hem de alabildiğine muhafazakâr esaslar çerçevesinde muhafazasına gelince, devlet, olanca haşmeti ile hortlar.

onun için de, meselâ, kaldırımı işgâl eden hödük dükkân sahibine kimse lâf etmez de, üç öğretmen maaş azlığını yürüyüşle protesto ederse, çevik kuvvetin copunu anatomisinin muhtelif bölgelerinde hissediverir.

türk devleti, 301'e sığınacak kadar medeniyyet ürkeği ve ceberrut bir teşkilâttır!

epeydir, sadece pasif olarak, medenî sayılacak her türlü sosyal, yâni, " birlikte belirlenmiş kurallar dairesinde, birbirini rahatsız edip, engellemeden toplu halde yaşamaya dâir" düzenin bozulmasına seyirci kalma konumunda gözlemlediğim ulu ve yüce ve kaadir ve kadîm devletimiz, nihâyet aktif olarak da zuhur etti geçenlerde...

bu sıralar fazlaca seyyahat ettiğim için ciddî biçimde nerede vu'u bulduğunu takip edemedi isem de, bir mola sırasında uzaktan seyrettiğim haberlerde, gösteri yapan öğrencilerin, bermûtad, allah yarattı demeden polis tarafından coplandığını gördüm.

ve oh dedim... 1 mayıs'ta işçi makûlesine ulu ve yüce ve kaadir ve kadîm gücünü isbat eden devlet, ondan sonra ancak ahmad-i najad denen garâibin ziyâreti sırasında varlığını istanbul'a işkence ederek hissettirebilmişti.

neyse, bir şey eksilmemiş devletten. medeniyyet ile uğraşmaktan yorulup da, kendi kendine çözülüp, dağılmamış, korktuğum gibi...

------
(*) benim bildiğim kadarı ile, "yalnız ve güzel ülkemiz", yeryüzünde çağdaş medeniyyet için ulusal marşında tek dişi kalmış canavar gibi hakâretâmiz bir ifâde kullanan yegâne ülkedir. yâni "resmen", ait olmak istediği medeniyyet kategorisi, devletimizin taht-el şuurunda, bir öcüyü temsil etmektedir.

Thursday, September 11, 2008

katran ve tüy

yavuz'un (tanyeli) editörlüğünü deruhte ettiği, millîci, anti globalist, borderline anti-semitist, paleo-komunist görünümlü katran ve tüy blogunu da, www.katranvetuy.com sitesini de ziyaret etmenizi öneririm.

sadece garfucius arada bir o siteye de inciler saçtığından değil, aslında tüm ulusal ve hattâ parokial tonuna rağmen, yerelde yeşerebilecek evrensel tohumlar arayan bir entellektuel çaba olduğundan.

unutmayalım, benliğini kaybetmeden evrenin ortasında cûş edebilmenin ilhâmına, ege'nin ve akdeniz'in zorba'sı, en güzel emsâldir belki de...

varsın nikos kazancıoğlu "türk düşmanı" oluversin...

--------
p.s.: garfucius katran ve tüye bulanmaktan da pek korkmadığı için, sağcılık solculuk, molculuk üzerine bir takım notlar düştü oraya. isterseniz, bir uğrayınız.
p.s.s.: bu postu yanlışlıkla garfucius'un ingilizce bloguna göndermişim. buraya bayağı (genç nesilin yazdığı gibi "baya" değil!) gecikmeli geldi. sorry.

Wednesday, September 10, 2008

dîne saygı, davul dangırtısına da mı saygı gerektirmekte?

tamam, herkesin dîni, inancı, ibâdet ve bi'atı kendine.

hele ki, bu îman mes'eleleri, gûyâ yüzde 99 küsurunun müslüman olduğu iddia edilen, laik görüntüsüne rağmen fiilen de dînî akîdelerin davranışlara şiddetle yön verdiği, islamî bir toplumda cereyan etmekte ise...

zâten o nedenle şu yüzde 1'den az eksik küsürat içinde kaldığı varsayılan ama sayıca sağlam birkaç milyonu bulan îmansız, ateist, gayrimüslim ve "revizyonist" müslüman nüfusun hemen hemen hepsi, gıcırtılı, hışırtılı, cayırtılı ses abartma avadanlıkları ile okunan ezanlara tahammülü bir birlikte yaşama görevi saymakta değil mi? (*)

üstelik, bilhassa sabahları, her câminin şafağı bir başka zamana denk gelip, yüzlerce minare hoparlörleründen, yarım saat boyunca non-stop ezan okunduğu halde!..

oysa, ezan teknik amplifikasyonla değil, doğal sesle ve makâmına uygun okunduğunda, rahatsızlık bir yana, huşû veren bir ibâdet dâveti. ne yazık ki, dînî her türlü uygulamayı, irdelemeden kutsal addetme huyumuz yüzünden, o geleneği yaşatabilecek müezzinler de yetiştirilememekte artık. tıpkı, beton fetişizminde kurban edilen klasik câmi mîmarîsi gibi...

neyse, ortaya atacağım konu, ezan veyâ câmiler değil. dedik ya, onlar beğeniden bağımmsız olarak kollektivitenin taleb ettiği saygı çerçevesinde, en azından şimdilik, eleştiriden muaf kalmakta.

ama, allah rızâsı için... ramazan davulu denen ilkellik alâmeti garâbenin, yok islâmî gelenek, yok sosyal âdet, yok osmanlı tarz-ı hayatına nostalji vs. gibi abuk gerekçelerle, yurt sathında dangır dungur çalınmmak sûreti ile milyonlarca kişinin huzur hakkına resmî himâye altında alenen tecâvüz edilmesi, hangi müslümanlık akîdesinden kaynaklanmakta?

-------
(*) burada, laik ülkemizde, millî marşımızın okumadığımız kısmına göre, "şahadetleri dînin temeli" sayılıp, "ebedî yurdumun üstünde inlemeli" diye temennî edilen ezana muhalefet edilmemektedir. karşı çıkılan, ezanın ses estetiği bakımından çirkin ve gereksiz desibel düzeylerine yükselten elektronik amplifikasyon yöntemleri ile yayılması. yâni, değil din düşmanlığı yapmak, garfucius ilgilileri islâmın estetik akîdelerini ihlâl etmeksizin dînî vecîbeleri yerine getirmeye çağırmakta.

Monday, September 8, 2008

siyasî ve diplomatlara vize koyulsun

alamanya'yı müteakiben, bütün evropa'da ilk furya başladığında sıkı mıydı ağzımızı açalım? cunta kesiverirdi dilimizi maazaallah! tam 12 eylül ertesi; kimi canı kurtulduğu için memnun, kimi canını kurtarmak için köşe bucak gizlenmekte idi. bazıları "arayış" içindeydi, bazıları aranış...

aranıp da bulunan, ayvayı ne kelime, copu, yediği ayvanın bedeni terkettiği noktadan yemekteydi... gerçi, bol yıldızlı üniformasını siyaset aşkına soyunan adamın biri, sonraları "niye cop sokalım efendim? elimizde aslan gibi delikanlılar vardı; bir şey sokacak olsak onları kullanırdık," yollu demeçler verdi amma, siz ziyafeti sunana değil, yeyenlere sorun yine de...

neyse, konu 12 eylül'ün vatana, millete, derin umumî neşriyat müdürlerinin canını kurtarmaya faydaları değil.

zâten 12 eylül'ün öyle ya da başka türlü, bir faydası da yok, olmadı da (*).

burada konu, evrupa ülkelerinin türklere uyguladıkları vize karşısında, ulu ve yüce ve müstesnâ, ebed-müdded, 16. ve son türk devletinin, kendi öz-be-öz vatandaşlarının hakkını davulcu öksürüğü sayan tutumu karşısında, sayın vatandaşın davulcu öksürüğü kadar bile hükmü olmayan etkisi ve tepkisi. aslında, lâfı fazla uzattım. "olmayan etkisi ve tepkisi" desem yeterdi.

kulunuz garfucius ,12 eylülün uygun ses aralıkları da dahil, çeyrek asırdır, türk diplomat makûlesinin milleet mmenafîine sadâkatine sonsuz güvenini hep ifâde edegelmiştir. garfucius'a kalırsa, türk dışişleri bakanlığının türk vatandaşlarına uygulanan vize gibi bir problemi aslâ yoktur. haydi, o kadar abartmayalım: vize sorunu, aziz türk hariciyesi için, ancak başka bir konu görüşülürken "ama siz de bize kötü muamele ediyorsunuz, canım," diye mırın kırın ve mızmızlık ederek, pazarlığı sündürebilecek bir koz olarak, müzâkere için lâzımm arsenal bünyesinde, bir ucuz koz olarak işe yarar. o kadar...

hâriciyenin zerre kadar umurunda değildir, sarı çizmeli âfet hanım veya beymen takım elbiseli vatandaş mehmet bey'in konsolos binası önünde sürünmesi, evropa gümrüklerinde vebâlı sığır gibi tecrit muamelesi görmesi.

diplomat kardeşlerimiz, kırmızı pasaport hâmili olduklarından, o kuyruklardan külliyen muaftırlar. eh, daha yüce devlet erkânı da kırmızı pasaport taşır, onun bir alt kademesi de durumu yeşil ile idare eder. binaenaleyh, devlet kadrosunun vize ile pek de öyle vahim bir pratik sorunu yoktur.

eh... el, elin eşeğini türkü çağırarak arar demiş atalarımız... kendisi vize sorunu yaşamayan memur diye tanımlayabilleceğimiz diplomat da, diplomasinin başındaki siyasî irâde de umursamaz tabii ki âfet hannım ile mehmet beyin derdini.

o yüzden de, evropa birliği "huuu, muhterem türkler, siz şu vizeden rahatsız değil misiniz yahu? bakın, öteki aday-maday memleketlerle oturduk, giriş-çıkışları kolaylaştırıyoruz, haydi siz de buyurun," diye dâvet ettiğinde dahî, hariciyecilerimiz tenezzül edip böyle bir basit mes'eleyi çözmek için masayı teşrif eylememişler.

üstâd-ül mücerridîn ve dahî reis-ül şûra-yı matbuat, oktay ekşi hazretleri bile bu hal-i pûr melâlden haberdâr değilmiş ki, geçenlerde pek kızmış, ver yansın etmiş yüce 16. ve son türk devleti memurinine. hani, vural öger avrupa parlamentosunda sormuş, türklere niye kolaylık uygulanmadığını da, olli rehn de cevap vermiş "biz vizeyi kolaylaştıralım diye türk hukûmetini çağırıyoruz, onlar masaya gelmiyorlar," diye... işte onun üzerine üstâd, vize konusunda avrupa bizi fıştıklasa da bizimkilerin ayak sürümesinden şikâyetçi olmuş.

gelmezler, üstâdım, gelmezler masaya. ve olli'ciğim, sen de duy: gelmezler...

adamlara dert değil ki...

dahası ve de beteri, vergileri ile onların menfaatini korusunlar diye maaşlarını ödedikleri hariciye memurlarının ne yapıp ne etmedikleri de, aziz ve muazzez milletimin derdi değil. gûyâ, milletin gözü kulağı olması gerekirken, avanta-lavanta mes'elelerinden başını alamayan medyanın, hiç değil - velev ki olli ağabey gibi dostlar bir lâf etmesin.

iki gol yeyince tecâvüze uğradığını sandığımız millî gururumuzu pek de okşadığı söylenemeyecek olan şu çeyrek asrı aşkın ızdırâb; yani şu vize mes'elesi, ne zaman çözülür biliyor musunuz? tüm ülkeler ingiltere kralllığı gibi, diplomat, bakan, çakan, tutan kazımadan, cümle türk vatandaşlarından vize taleb ettikleri gün.

yoksa, muazzez türk milletinin vatandaşlık bilincine erip de, vize kuyruklarında ve yabancı gümrüklerde çektiği sefâlet ile uğraşacak esas sorumluların türk dışişleri bakanlığı olduğunu kavrayıp, hakkını aramasını beklerseeeek...

-------
(*) 13 eylül 1980de ortalığı süt liman eden ordunun elindeki cümle imkân, 11 eylül günü de mevcut idi. siyasilerin biri bile de "anarşi ve terör ile mücadele" konusunda orduya karşı çıkabilecek güçte değildi. eksik olan neydi o zaman, ne değişti 48 saatte?