Friday, January 29, 2010

disantiestablishmentarianism a la tayyib efendi

garfucius hasta. ne zamandır klavyeden uzak kaldı. bu arada üçbuçukuncu dünya da, nev-i şahsına mahsus mâkus talihinin tarihî habis motoru girdabın içinde, çalkalandı, durdu.

türkiye’de çooook öncelerden, haydi kimsenin hatırlamadığı, askeriyeyi kışlasına hasretmek fırsatının göz göre göre kaçırıldığı 1975 “lockheed – northrop” skandalını es geçelim de; en azından 1990dan sonra sık sık sorgulanmış olması gereken “askerî hegemonya” (1) mes’elesinin bilhassa da, siyaset meydanında durumlar sarpa sardıkça ısıtılıp, ısıtılıp sofraya sürülmesi, ve de sanki alabildiğine demokrat bir idare, bir avuç hürriyet aşığı diğerkâm mücerrid (gazeteci) üç beş de müderris (ders veren, halk ağzıyla, profüsür) eşliğinde, ülkeyi ve toplumu hadım eden militarist –despotik kalıpları yıkmaya soyunmuş gibi bir tablo sunulması da, bu âciz döneminde yakaladı garfucius’u... son fasılda, önce “kozmik” garabe zuhur eyledi; ardından da balyoz gümbürtüsü koptu. fırsat o fırsat,
millete artık evdeki mobilya kadar âşinâ ve banal gelen aynı gazeteci ve ulemâdan mürekkep makûle, üçbuçuk yurdum televizyasında, aynı klişe fetvalarını birbiri ardına ve de karşıtına sıraladılar, geldiler…

eee, çelebi... üçbuçukuncu dünyada aklın yekûnu âşikâr iken, ukalânın daha iyisini kande bulacaksın (2)?

her ne ise, umumiyet ile, işbu ukalânın hem-fikir olduğu anlaşılan nokta, askeriyenin ülke üzerindeki siyasî boyunduruğunun militarist rezâletler fâş oldukça, azıcık gevşediği, demokrasinin bir gıdım daha ferah nefes aldığı ve bu ortamda nihâyet cihet-i askerîye aleyhine taraf gazeteler aracılığı ile bâri, adlî kovuşturmalar yapılabildiği bâbında idi.

gayet tabii ki her sosyal gözlem gibi kısmen de olsa, doğru... ve lâkin, bu, hâlin sade bir veçhesi. ordu, epeydir gûyâ sivil ve meyli mâlûm odakların, hukûmet tarafından da alenen veyâ çaktırmadan desteklenen baskısı altında kıvranmakta. hattâ abuk-subuk anayasamıza alenen aykırı olduğu bilinen “askere sivil yargı” gibi bir kanun dahî, meclisten geçirilebilmekte (3).

yarım asırı mütecaviz bir zamandır, ihtilâl üstüne ihtilâl, olmadı azıcık harb okulu talebesi kışkırtmaca, başbakan, bakan, isyancı albay, binbaşı, çoluk-çocuk ve saire sallandırmaca, tank yürütmece; üstüne de bir tutam tekno destekli ihtar, mihtar derken; “yediği hurmalar karnını tırmalar” durumuna düşen; höööt deyince milleti sindirme yeteneği hayli azalınca da, hafiften panik tepkiler sergileyen kumanda kademesi, yediği sivilimtrak salvodan kaçınmanın çaresini, nisbeten kabuğuna çekilmekle aramakta.

washington darbeleri şu sıralar pek tasvib etmediğinden (4), meydan siyaset esnafına; muhalefet diye bir politik varlığa ratlanamadığı için de, bilhassa iktidara kalmakta.

gel gelelim, hürriyet kokuları saçması gereken bu “askeriyenin belini kırma siyaseti”, insanlara daha fazla serbestî sunmak değil, öncelikle tayyib efendi, gülsuyu ve şûrekânın, mutlak ve rakipsiz erkinin önünde dikilme potansiyeli taşıyan en güçlü ve tehlikeli odağı ehlî kılmak gibi bir hedef gözettiği yönünde şiddetli bir bir intibâ yaratmakta...

galibâ, iktidardaki “muhafazakâr” esvablı tutucu-tutunucu kadro açısından ideal olan, siyasî güce daha fazla hareket imkânı sağlayıp, yönetim karşıtlarının belini kıracak, iktidara karşı uysal ve taraf, diğer toplumsal kuvvetlere karşı da gaddar ve haşîn, “devrim muhafızı” kıvamında bir “yeni-çeri” (5) ordusu ihdas etmek... daha anayasası, yâni “esas teşkilât hukuku”, yâni toplumun ve devletin temel nitelikleri, ülke için ne tür bir demokrasi öngörüldüğü konusunda ilkeleri saptayan bir metin, bir “kovenant” üzerinde hiç bir oydaşma belirtisi dahî yok iken, cihet-i askerîyenin yeniden yapılandırılması, silahlı kuvvetlere revizyon, sınırlama getirilmesi vb. önerileri dillendirilmeye başladı bile.

benjamin disraeli’ yi bilenler bilir (6); en çok ingiltere’nin yahudi kökenli (çocukken anglikan olmuş) tek başbakanı olması ile tanınır. amma, türk tarihinin de önemli “belirleyici”lerinden biridir:

disraeli, ingiliz imparatorluğunun şampiyonlarındandır. majeste kraliçe victoria hazretlerinin dünya egemenliği uğruna, rusların balkan yarımadasından güneye doğru askerî ve siyasî nüfûz yayılmasını engellemek için, osmanlı’ya destek çıkılması gerektiğini savunmuş iktidarı süresince de o desteği sağlamıştır (7). meselâ, çar, ayastefanos’ta votkasını içerken, majeste kraliçenin hukûmeti araya girmiş, rus ordularının tuna ötesine çekilmesini zorladığı gibi, bulgaristan’ın bağımsızlığını da askıya aldırmıştır (berlin antlaşması). mukâbilinde, kıbrıs’a “hâmî” olarak “union jack”i çekmiştir, o da cabası...

yanî hırtlar vadisi veya türklere mahsus ve münhasır sair muâdil ilmî veyâ siyasî “görsel” (8) literatürde iddia edildiği gibi, imparatorluğumuz, düvel-i muazzama – en azından, bunların kapitalist kesimi tarafından – değil, ittihadcı ihtiraslar ve muhterisler yüzünden, kapitalist ittifaka önce biz saldırdığımız için yıkılmış, yok olmuştur.

gelgelelim, konumuz osmanlı değil, türkiye’dir ve az biraz da disraeli’dir...

benjamin disraeli, ingiltere’nin imparatorluk olmasının yolunu açan bir muhafazakâr politikacıdır. aman, muhafazakâr deyince, bizdeki mütedeyyin merkeziyetçi siyaset esnafı akla gelmesin... mâlûm, evropa’da, hattâ fransız ihtilâline de rağmen, muhafaza edilmek üzere sahip çıkılacak pek çok kültürel birikim olduğundan, sosyal kurumları yok etmek ve yahut yerlerine yenilerini ihdas etmektense, zamana uyum sağlayarak gelişmelerine elverişli bir toplumsal çevreyi yaşatmayı gözeten gelgelelim, “tutucu” ve tutunucu tutumlara da illâ ki yüz vermeyen politik akıma verilen addır “conservatism” (9).

nitekim, muhafazakâr disraeli, süveyş kanalına ortak olmaktan, rusya yayılmacılığına sed çekmeye, doğu ticaretini tekeline almaya vs. kadar kapitalist topluma şekil veren uygulamaların mimarı olmuştur; bunu yaparken de, kapitalizmin ilk şartı “serbest rekabet ve ticaret” yerine, korumacılığı da arslanlar gibi benimseyebilmiştir.

benjamin disraeli, batıda sekuler gelişimin başlıca formel safahatının temelinde yer tutan “disestablishmentarianist” mücadelede de yer almıştır. disestablishment, kısaca, devletlerin “resmî” kiliselerinin ve mümin kitlelerinin sahib oldukları “resmî” siyasî ve toplumsal imtiyazlardan arındırılıp, yalnızca birbirine eşit ve ayırımsız dinî müesseseler olarak faaliyet göstermelerini mecburî kılan laik sistemi mümkün kılan sekülarist-politik düzenlemedir.

doğaldır ki, ingiltere’de ve avrupa'nın başka yerlerinde bu akıma karşı çıkanlar da olmuştur. disestablishmentarianism muhalifi cereyana da, bir rivayete göre disraeli’nin uydurduğu deyimle, disantiestablishmentarianism (veyâ antidisestablishmentarianism) adı verilmiştir. işbu kelime, genellikle, ingiliz lisanında en uzun ikinci kelime olarak kabul edilir.

garfucius’a sorarsanız, bizdeki siyasî ve askerî – mülkî erkân arasındaki kavgadan da disestablishmentarianism makâmında nağmeler yükselmeye çalışmakta. gelgelelim, demokrasinin tüketicisi, dolayısıyla da dayanağı olan ama hukukunun ferağını siyasî sınıfa bağışlamaktan şikâyet de etmeyen demos’un kulağı bu musikîye pek de aşinâ olmadığından, ahengi, düzeni hayli bozuk sazlar, kakofonik sadâ vermekte...

demos’un en azından II. mahmut’tan beri ve de kesinlikle cumhuriyet devrinde, iktidar ile arasına muhtelif sedler çekilen ve mütedeyyin-tutucu-tutunucu karaktere bürünegelen bir kesiminden kaynaklanan yeni-elit bir zümre ise, asgarî sekiz yıldır, kaç asır boyunca hasret sonrası kavuştuğu siyasî gücü, mümkün ise de bir daha terketmemek üzere tedrîcen tümden kendine mal etmek uğraşı ile meşgul.

nüfus olarak da, iktisadî olarak da, bir tür kontr-modernist kültür olarak da epey semirmiş olan, üstelik siyasî tırmanış sürecinde, camiânın heterojen niteliklerini bir “silsile-i merâtib” (10) zarfında ikincil plana atabilerek bitişik bir mücadele cephesi sunmayı da başarabilen bu sosyal kesim, osmanlı’dan beri devletin ve iktidarın aslî sahibi, en azından muhafızı görünümündeki asker – sivil memurin, ve de devlet aracılığı ile onların elinden beslenerek geliştirilen iş, emek, medya vs. alanındaki “egemen” sosyal kuvvetlerden analarının ak sütü gibi helâl iktidar haklarını taleb etmekte.

bu açıdan, a-ke-pe önderliğinde bürokratik ve sair politik status quo odaklarına karşı sürdürülen kampanya, disestablishmentarianist bir karakter izdüşümü yaratmakta.

amma ve lâkin, iş bu gölge oyunu ile bitmemekte. topluma ve yönetişimine (11) dahil olmak amacına dönük, bu son derece meşrû çabanın üzerine kuşku gölgeleri düşmekte... çünkü tayyyib efendi, gülsuyu ve şürekânın yaptıkları yapacaklarının teminâtı ise, bu meşrûiyeti de “münhasıran” kendilerine yontacakları korkusu ortalığı bulandırmakta. a-ke-pe’nin 2002 seçimlerinden beri attığı her demokratik esprideki adımın, özgürlükleri genleştirmekten çok, kendi varlığını tehdid edebilecek tüm unsurları nötralize etmek, hattâ o özgürlüklerden yararlanmayı tekeline almak eğilimi, ciddî endişe yaratmakta. nitekim, baştan beri a-ke-pe’nin giriştiği, aklı başında hiç bir medenî kişinin karşı çıkamayacağı çok boyutlu (hayır! eksenli değil, sadece boyutlu!) dış politikadan, avrupa birliği üyeliğine veyâ kürt açılımına kadar, hemen hemen her düzenleme, kıçı üstüne oturmuş halde!

özetle, a-ke-pe’nin son dört yıldır “doğru işi yanlış yapmak” gibi bir illete dûçâr olduğu, bunun da islamcı tellerden çalan bir global politika kovalamaktan kaynaklandığını, çoğu gazeteci makûlesi bile anlamış bulunmakta!

bu ahvalde de, a-ke-pe usûlü disestablishmentarianism girişiminin “beygir dursun da suvâri değişsin” mantığından menkûl bir tür antidisestablishmentarianism ile netice bulması ihtimali hayli güçlenmekte. nasıl tayyyib efendi, gülsuyu ve şürekâ, demokrasiyi yalnız kendileri için ve kendilerine kadar istemekten maznun (12) iseler, askerî bâbdaki disestablishmentarianism sevdalarının da “kışlasından beni koruması gerekmedikçe çıkmayan ve hoşlanacağımı söylemedikçe dilini tutan, benim askerim, benim zâbitanım, benim kumandanım,” hırsını aşıp da, evrensel sivilizasyon ölçülerine ulaşabileceğini ummak hayâlperestîden ibaret görünmekte.

bunda şaşacak bir şey de yok... tayyib efendi’nin popularite değeri azaldıkça hatıralarına sığındığı “demokrasi kahramanları”, tahkikat komisyonu rezâletinin mîmarı, despotik eğilimleri acı kaderinin hüznü ile unutulan adnan menderes ile siyasî yasaklar aşkına seferberliğe çıkmış, “bir kerre delinmekle anayasaya bir şey olmaz” faciasının müellifi turgut özal.

gel de disraeli’yi ve o kadîr muhafazakâr siyaseti yağ kandili ile arama!

------------
(1) “hegemonya”, antonio gramsci nin işaret ettiği üzere, hakim taraf dışında hükmedilenin de hakimiyyet biçimine “rızâ” gösterdiği fikrini varsayar. ol sebeb ile, garfucius tarafından dillere pelesenk “vesâyet” yerine tercihan kulllanılmıştır. ayrıca o hegemonya 1982 anayasasının hukukî himâyesi altında iktidar ve nimetini, derece, kademe, atanmış ve de seçilmiş devlet yöneticilerine teşmil ettiğinden (kapsamına aldığı), mevcudu da dahil her hükûmet için dokunulmazlığa bürünegelmiştir. yukarıda da arz edildiği üzere, mevcudların derdi de hegemonya kırmak değil, nüfuz edemedikleri hegemonik erk alanlarının kale kapılarını zorlamaktır.
(2) hattâ, şimdi bunlar (nadiratta, kes’atta da olsa) kendilerine “ukalâ” diyerek iltifat ettiğim için bana hakaret davâsı bile açabilirler.
(3) tabii ki asker de, tüm diğer memurin de ezcümle vatandaş gibi sivil yargıya cevap vermelidir – askeriyenin görevin tabiatından doğan özel şartlarına mahsus düzenlemeler de şeffafiyet ilkesine kat’iyyen uymak zorundadır. pek alâ da, çoğunluk partisinde anayasanın acaip hükümlerini ve o hükümlere binaen anayasa mahkemesinin o tavşan kaç, tazı kovala modeli “askere sivil mahkeme” kanununu iptal edeceğini bilen, ön gören kimse yok mu idi? yoksa maksat körün gözüne parmak batırmak mı idi?
(4) aman, buna pek güvenmeyelim. merhum samuel huntington halâ haklı: “öğrenciler ve rahipler memleket yönetemez ama albaylar yönetebilir”. yemen, ırak, talibân ile détente falan derken, birileri üçüncü (karîne ile de üçbuçukuncu) dünyaya demokrasiyi yine fazla görebilir. en azından seçilmiş dikta şıkkının câzibesi giderek artabilir. ama bu başka konu...
(5) mâlûm, yeniçeri ordumuzun bir adı da “kapıkulu” idi.
(6) mâlûmatfuruş takılmayayım: bendeniz mülkiyeli olsam da, hazreti, siyasî tarihten değil, galiba daha kolej bebesi falan iken dinlediğim cream’in harika white blues-rock “klasiği” disraeli gears albumü dolayısı ile tanımış idim... cream? eric clapton, jack bruce ve ginger baker. who’s better?
(7) çelebi, memlekette altı kişiye bir kitap bile düşmüyor yılda! okuyacak değil ya milletim bir şey öğrenmek için... aptal kutularından birine bakacak.
(8) disraeli bu yüzden muhalefet ile karşılaşmış, rus düşmanı (russophobe) ve türk dostu (turcophile) diye adlandırılmıştı. kimileri, türklerin balkan hristiyan ahalîsine ettikleri eziyete rağmen (bkz. meselâ oscar wilde) disraeli’nin turkofil siyaset izlemesini antisemitik rusya’ya karşı yahudileri himâye eden türklere minnet duymasına bağlamışlardı. bu fasıl, gazze ve gazâ erbâbı tayyib efendi’ye ithaf olunur amma, garfucius işin aslında ingiltere’nin akdeniz hâkimiyetinin yattığı, realpolitik’in duygularla da desteklenmiş olabileceği kanaatinde.
(9) hazret kendi dilinden anlatsın: “i am a conservative to preserve all that is good in our constitution, a radical to remove all that is bad. i seek to preserve property and to respect order, and i equally decry the appeal to the passions of the many or the prejudices of the few.”
(10) rûtbe silsilesi, hiyerarşi.
(11) bu korkunç uydurukça kelimeyi kullanmam, ondan iğrenme hakkımdan vaz geçtiğim anlamına aslâ gelmemektedir!
(12) “zanlı” diye de türkçeden türkçeye çevirdiler; sanık...

No comments: