Sunday, June 29, 2008

işeyen köpek pozisyonunda türk mühendisliği

niye öyle denir, bilmem ama, öyle denir ya, "ayıptır söylemesi", evin 20 küsur yıllık tuvaletlerini yenileyesim tuttu. tesisatçının tavsiyesine uyup, ege seramik'in foça adlı ürününü aldım, taktırdım.

efendim, âdet oymuş, tuvalet oturak yeri, yani kibar tabir ile "klozet kapağı" olmadan satılırmış. hadiii, beherine 40 kayme bayılıp, birer adet de onlardan aldık, monte ettik.

ve deeee, ilk kullanımda, yâni 24 saat geçmeden, alt kat kenefindeki plastikten mâmûl oturak, çaaat diye bir ses çıkarıp, çatladı. "hop n'oluyoruz?" deyip öte tarafıma yeltenince, bir çuuut sesi de oradan kopmak sûreti ile, oturak bilfiil ikiye ayrıldı...

çürük malı kaptık, satıcı müesseseye damladık. aslında, basîretim bağlanmasa, her iki kapağı da söküp, götürür, değiştirirdim ama, üzerinize âfiyet, hıyarlığım tuttu. fazla vaktim de yoktu... her neyse, gittim ve oradaki uzman tezgâhtarın da tavsiyesi ile (*), yeni bir marka yerine yine foça'nın orijinal oturağı koltuğumun altında, eve döndüm.

ve de çatır, çutur; yeni kapak da gümledi!..

esasen de gümleyeceği malı (paketi değil, içindekini) ilk gördüğümde anladığım üzere, belli idi: hani şu dünyanın dört bir köşesinde insanlara parmak ısırtan, herkesi hayran bırakan, orta doğu ve balkanların tereyağından kenef oturağına, otomobilden prezervatife, her şeyin üretim üssü olmamızı sağlayan akıllara sezâ türk sanayiinin mimarı kenef tasarımında uzmanlaşmış bazı türk mühendisleri, kapağı dizayn ederken, lisede fizik okumuş veya archimedes'in adını duymuş herkesin fark edebileceği bir hatâyı, göz göre göre yapmışlardı: tuvalet taşına dayanarak oturağa direnç kazandıran lastik takozlar, o kadar saçma sapan bir aralık ile yerleştirilmiş idi ki, oturan kişinin vücud ağırlığının tamamı, taşıyıcı gücü pek az olan ince uzun bir plastik parçasına biniyordu.

türk dünya sanayiine parmak ısırtan türk mühendis ve dizaynerleri, her halde başka tanrılara mahsus yaratıklar sınıfına girdiklerinden, def-i hâcetten sonra silinen insanların, genelde, aynen ağaca işeyen köpekler gibi, ağırlıklarını vücudlarının bir tarafına aktardıklarının farkında değildiler. dolayısıyla, oturak direncinin takozları tüm vucudu çekecek şekilde yerleştirilerek arttırılması gerektiğini de düşünememişlerdi.

oysa, bin yıl öncesinden (haydi, abartmayalım, geçen milleniumdan) kalma şu meşhur neufert kitabına baksalardı, orada teknik ve ergonomik mâlûmatı bulurlardı.

işte böyle san'atsız, felsefesiz, edebiyat yoksunu ve sosyal bilim fukarası teknisyen ve mühendisler yetiştirip de, yök aklı ile medeniyet alanında sınıf atlama hayalleri şişirirseniz, övüne övüne yaptığınız işler de, ürettiğiniz mallar da, siz de; rezil olursunuz (**)...

çünkü, def-i hâcetin dahî, esâsen bir yaşam olgusu olduğunu kavrayamazsanız, kenef imâl ederken bir itin nasıl işediği size hiç bir ilham veremez!

atalarımız dememiş ama ben de bir gün ata olacağım nasıl olsa; siz garfuciustan duyun bu atasözünü: ey türk, câhil cesâreti ile kendine çok güvendin, pek bir çok övündün... şimdi de bir zahmet, önce düşün biraz!

-----
(*) aslında, çok güzel gözlü, pek hoş vesevimli bir müşteri ilişkileri sorumlusunun b üyüsüne kapıldım da gözümün gördüğğünü kulak arkası ettim sanırım. çocuklar bana kırıllan malın "yatık" olabileceğini, normal şartlarda ürünün gayet iyi olduğğunu söylediler; benim de inanmak işime geldi. umarım değiştirmeye gittiğimde o kkızcağız yine görevde olur!..
(**) bu ayrı bir konu, yakında katran ve tüy de okursunuz da burada açılışını yapayım...

Saturday, June 28, 2008

şaşkın matematik

benim matematik yine şaştı...

neredeyse bir aydır allahın günü, türk millî takımının avrupa kupasında ne muhteşem futbol oynadığını, dünyanın bize hayran kaldığını, yabancı yetkin spor yazarlarının da bizi öve öve bitiremediğini, yere göğe koyamadığını dinlemeden duymaktan gına gelmişti...

tıpkı, 1. dünya savaşı'nda kahraman ordularımız hiç mağlub olmadıkları halde, müttefiklerimiz yenildiği için bizim de yenik sayılmamız gibi, millî takım da almanya'ya yenik düşmüştü ama, adını tarihe yazdıran destansı bir oyunla...

ve de takımımız, başta imparator fatih, muzaffer birlikler gibi karşılanmııştı.

buraya kadar mâlûm ve mûtâd türk'ün türk'e türk propagandası uygulamasının hafiften dış kaynaklara da atıflı bir çeşidi ile kendimizi okşayarak mutluluk türetmekte ve tüketmekte idik.

gelgelelim, bugün gazetede okudum ki, kupanın en iyi 11'i, yani bir avrupa kupası süper takımı tesbit edilmiş ve bunun içinde yalnız, sade, tek bir türkiyeli oyuncu mevcud imiş...

imdiii... hani biz çok iyi idik? o zaman neden daha fazla oyuncu karmaya giremedi?

yoksa takım muhteşem idi de, oyuncular mı dökülmekte idi?

yine mi şu gâvurlar bizi ters köşe etmekte idi; allayıp pullayıp, sonra da yine kendilerinden olanları öne çıkarıp, bizi "müslüman olduğumuz için" dışlamakta idiler?

yine sevinin hanımlar beyler... yukarıdaki islamî gerekçe ne ki? "bizim çocuklar çamurda oynamaya alışık, çim sahada şaşırıyorlar, ondan yeniliyorlar" gibi palavralar bile ortaya atılırdı eskiden; 7-0, 8-0 lık millî mağlubiyetlerden sonra.

artık hiç değilse madara olmuyoruz.

bir de matematikten çakmasak ha bire...

Wednesday, June 11, 2008

imtiyazlı hürriyet

sabah gazetesinin haberinden:

"başbakan tayyip erdoğan, anayasa mahkemesi'nin türban kararını eleştirirken, yüksek mahkemeye 'ben yaptım, oldu anlayışı, demokratik hukuk devletlerinin kimyasını bozar' uyarısında bulundu..."

kendimi günlük gaile-i necâsete bulaşmış köşeci gazete yazıcısı gibi hissetmeye başladım ama, tayyib efendi ve şürekâ bugünlerde bol cevher üzerine bol kuluçka yattıklarından, değinmeden de geçemedim...

yâni, kalkıp türbanı, siyasî olduğu kadar, dinî anlamı ile de birlikte "velev ki..." çekip, anayasaya sokacak, kurumsal nitelik kazandıracaksın... böylelikle, toplumun siyasî örgütü olan devletin temeline, din hürriyetini (?) bir imtiyazlı hürriyet olarak sokup, diğer hürriyetlere göre de belirleyici hâle getireceksin... sana yapma, etme deyen milyonlara yüzde 46.6 lık el-hükmü lil-ekser zırvasını, kalkan niyetine savuracaksın... iş hukuka gidecek; hukuk müessesesi, biraz da nefs-i müdafaa güdüsü ile, yetkisini en geniş anlamda yorumlayarak seni durduracak... bu olup bitene karşılık, el-hükmü lil-ekser saplantından caymayıp, iyi hile-i şer'iye mayaları çalıp, hukuku guguk etmek sûreti ile, üstüne çıkamayacağın anayasa mahkemesini aşmaya veya sulandırmaya çalışacaksın...

bunların hiç biri "ben yaptım oldu" sayılmayacak da, sana "ne yapıyorsun be hacı? kendine gel" deyen mahkemenin hukukî müdahale ile dvleti dinîleştirme, hürriyetleri rûtbelendirme işlemine taş koyması, "devletin kimyasını" bozacak ha?

zihin dediğimiz mutasavver olgu, beynin fizikî-kimyevî faaliyetinin psikolojik neticesidir. beyindeki neuronal elektro-şimik aktivite, kortikal kapasitesi yüksek bil-umum hayvanatın ve de bu cüzde tabii ki insanın, doğru ve iyi düşünüp düşünmemesinin belirleyicisidir.

tıbben, ortada bir bozuk kimya vak'ası var gibi görünüyor amma, tayyib efendi yanlışı yanlış yerde aramakta. şürekâda da ne onu düzeltmeye cesâret var, ne de kimya denklemlerini çözebilecek bilgi.

allah fizikî müdahaleden saklasın cümlemizi, aaaamiiiin...

Tuesday, June 10, 2008

sidik kokmayan adliye

bu sabah şahit olarak ifâde vermek üzere mahkemeye gittim. şahit mahit de; daha önceki duruşmaları kaçırdığım için, bu sefer kuyruğu kaptırıp, mevcutlu, yâni, iki yanımda iki polis, hattâ işlerini fazla ciddiye alırlarsa, bileğimde de kelepçe ile götürülmem ihtimâli bulunduğundan, pek bir de gönüllü gittim...

şişli'deki sulh ceza mahkemeleri 2. katta toplanmış. aynı yerde muhtelif savcılık ofisleri de var. topu topu 200 metre-kare ya eder ya etmez bir iş hanı katı. allahtan asansör var; ilk iki katın aşına aşına bel vermiş mermerimsi basamakları, silme, elinde dilekçelerle sabıka kaydı çıkarmak isteyenlerin kuyruklarından tıkandığı için, merdivenlerden hayır yok.

sevinçle müşahade ettim ki, şişli adliyesinin en azından 2. katı, adliyelerimize yurt çapında musallat olan o ebedî illetten arî, sidik kokmuyor!..

lâkin, tıklım tıklım koridorlar, zâten istiabını aşmış odalar, dosya kabininden bozma duruşma salonları, sıcak ve boğucu ortam, olmayan havalandırma ve pencereler ardına dek açılsa bile, esas kalabalığın toplandığı yerlere sızmayan şişli'nin bol egzoslu ve muhtelif diğer sülfür içeren gazlarla dolu tertemiz havasının dahî içeriye tam nüfuz edemediği katta, yoğun bir insan, nefes ve ter kokusu zâten yerleşik.

hakimler, mübaşirler, kâtipler, savcılar, sanıklar, tanıklar, bilumum kafası bulanıklar, bir yandan ifâde vermekte, heyecan ve endîşe solumakta, volta atmakta ve bir yandan da elde ne varsa; kâğıt mendil, dosya, naylon zarf, gözlük kılıfı veya dosya kâğıdı, yelleyerek serinlemeye çalışmakta...

bütçeden diyanetin onda biri kadar falan pay alan adalet bakanlığının "adâlet" dağıttığı, türkiye'nin fiilî başşehrindeki, üstelik de sosyetik semtteki mahkemenin görüntüsü bu.

ve de bu görüntü, şimdi iktidar olup, olduğundan beri de dîne harcanan paranın oranını hukuka harcanan paranın oranına göre, allah bilir kaça katlayan a-ke-pe'nin, önceki iktidarlardan devralıp da sürdürdüğü tek siyasî gelenek: züğürt adâlet.

velev ki anayasa mahkemesi aldığı kararda haksız olsun... hattâ "haksız yere" a-ke-pe yi kapatsın da... velev ki iyi olduğu iddia edilen mayalar tutsun da, anayasa mahkemesinin dibi düşsün, ve saire, ve saire...

tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ, tüm iddialarında tamamen haklı dahî olsalar - ki değiller -, değil mi ki de iktidardalar, sırf adliyelerin bu pûr melâl fizikî hâlinin sürmesi bile onların hukuk, adâlet,mahkeme gibi kavramlar konusunda söz söyleme, ahkâm kesme haklarını ortadan kaldırır.

daha acınacak durum, ancak adâletin tevzii yeniden kadılara devredilirse olabilir.
el-hükmü lil-ekser zihniyeti bunda mahzur görmeyebilir tabii de...

anayasa mahkemesinin türban kararı da, velev ki siyasî olsun - ki değildir -, sayınız ki, mahkemenin değil ama hukukun a-ke-pe' nin çoğunluk oyuna mazhar şahsında, cümle türk siyaset esnafından intikamıdır.

"adâlet evi" demek olan adliyeye sidik kokusunu revâ göregeldikleri için...

el-hükmü lil-ekser II

vallahi istihbarat falan yapmadım, sadece el-hükmü lil-ekser zihniyetinin marifetlerini kestirecek kadar okumuşluğum var. bakın gazetelere bugün, ahmet iyimaya diye bir şarkî demokrat, üstelik de tbmm adalet komisyonu başkanı, mecliste 330 karşı oy çıkarsa anayasa mahkemesi kararlarının yok sayılabilmesini öngören bir öneride bulunmuş.

mayasının iyi olduğu soyadında iddia edilen sayın başkanın teklifi, anayasada değişiklik gerektirdiğine göre, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ eyvallah der de, meclisten yeni bir madde çıkarırlarsa, anayasa mahkemesi devletin yapısını tamamen değiştirecek ve kuvvetler ayrılığını yürütmenin mutlak üstünlüğüne (1) teslim edecek bu kararı şeklen denetleyecek, yâni, kaç el kaç ayak parmağı kalktı, onu sayıp da hukukî mi bulacak şimdi?

hukuku parmak hesabına indirmek el-hükmü lil-eksercilerin işi zâten. bir de kendileri için anayasa yapmayı akıllılık sanan darbecilerin.

siz hiç islamî literatürde "hak" kavramına rastladınız mı ki, çoğulu olan "hukuk" düzeyine sıçrayabilsinler? sadece islâmcıların da değil, genel olarak cümle şarkîlerin zihin duvarları (2)arasında, müphem, muğlak ve metafizik bir adâlet mevhumu dolaşır sadece.

aradaki fark mı?

adâlet dediğiniz, tepeden inmedir ve ihsan faktörü içerir. adâlet, iktidârını, ilâhî kaynaklara atfeden bir hükümdar tarafından "dağıtılır". ne kadar kânun, kavanin ile bağlı da olsa, neticede keyfî bir boyut da içerir; çünkü kanun yapan da, onu denetleyen de zâten hükümdardır.

hukuk ise, insanların bireyler olarak bizâtihî o hükümdardan koparıp, res publicaya kazandırdıkları, "kamuya ait olan", "kamu malı" niteliğine dönüştükleri, sınırları matematik bir mantığa dayanarak çizilen ve toplumsal sözleşme ile belirlenen özgürlük alanlarından oluşur. dolayısıyla, objektif, net ve rasyonel olmak mecbûriyetindedir.

işte size zihin, işte size duvar, işte size kafa... medenî dünyada meclis adalet komisyonu başkanı, lâfı ciddiye alınabilecek bir kişidir; kuvvetler ayrılığı ilkesini ilgâ etmeye kalkıp, "lâf olsun, patronum da beni sevsin" diye hukuk düzenini tepetaklak çevirmeye kalkışan zihni duvarlı taşralı avukatlara (3) da o makam verilmez - irâdesi ile adam seçen kurullarda da, kimse ona oy vermez.

şaşırtmaya gelince... ilkellik, aslâ şaşırtıcı değildir. nâdiren ve kazâra iyi şeylere yol açtığı zaman bile, ondan hiç bir iyilik gelemeyeceğini baştan bilecek kadar rasyonel olabilirseniz, tabii.

--------
(1) eğer doğru dürüst bir hocadan anayasa hukuku dersi almış iseniz, bilirsiniz ki "kuvvetler ayrılığı", modern parlamanter sistemde hafiften laçka bir ilkedir. "parti disiplini"ne tâbîdir. tabii, ingiltere gibi, milletvekilinin partiye karşı seçim sistemi dolayısıyla nisbeten güçlü kılındığı toplumlarda, laçkalık daha azdır ama meselâ, bizim liderler diktatoryasına dayalı demokrasimizde, parmaklar merkez yönetim ne isterse ona kalkmak zorundadır. dolayısıyla, çoğunluğu eline geçiren bir iktidar, yasamadan istediği kararı zâten hemen hemen her zaman çıkartabilir.
(2) adında mayasının iyi olduğu iddiası saklı a-ke-pe milletvekili, anayasa mahkemesini 330 oyla by-pass etme teklifini "zihin duvarlarını aşan şaşırtıcı bir reform" diye reklam etmiş de... aslında, adam a-ke-pe li diye üstüne gitmemek lâzım, punduna getirseler sanki cumhuriyet halt fırkalılar aynı siyasî oportünizm illetinden münezzeh mi dururlar?
(3) zihin duvarlarını (hele de böyle bomba icadlar ile) aşma meraklısı olduğuna göre, zihninde duvarlar olduğunu kendisi açıklamış demektir.

Sunday, June 8, 2008

üzülmeyin, ustanız yendi sizi

"futbol aşkına" zavallı bir topkafanın etrafındaki herkesi futbol topu gibi gördüğü o reklâmı hatırladınız mı?

merâk etmeyin, daha 12 eylül cuntasının ve de arkadan özalizmin futbolun mâlûm uyuşturucu etkisini, kollektif bir toplumsal afyona dönüştürüp, bir topkafalar ulusu yaratmalarından 15 yıl önce hakkın rahmetine kavuşan antonio de oliveira salazar, portekiz gibi, medenî avrupa'nın burnunun dibindeki küçük bir ülkeyi nasıl demir yumruk ile yönetebildiğinin sırrını üç marifete bağlamış idi: futbol, fada, fiesta...

türkiye'nin salazar'ın bile, görse hayra yormayacağı bir ıslak rûyaya dönüşmesinde de, başta futbol, sonra bol arabesk ve şıkıdım şıkıdım eller havaya eğlentilerinin rolü, bir şebeğin ard tarafı kadar âşikâr değil mi?

beşerî tarihe gurur verici olarak kaydedilebilecek san'at, bilim yaratıcılık gibi evrensel değer içeren hiç bir şeyde başarılı olamayan, son 150 yılını birbirinin boğazına atlayarak yaşamış, son 50 yılda abuk subuk dâvâlar uğruna 100 küsur bin vatan evlâdını gömmüş bir toplum, sadece ve sadece top için yaşar hâle geldi ise, salazar'ın ruhu, haset ile kıvranmıyor mudur sizce?

eh, portekiz de diktatörünün intikamını aldı işte. ne de olsa onlar topkafalıkta daha tecrübeli... ustamız sayılır. yenildik, üzülme ey halkım.

Saturday, June 7, 2008

domatese dikkat!

"domates" mâlûm, cumhuriyet halt fırkası başkanı deniz baykal'ın eski lâkabı. her ne kadar "yiğit lâkabı ile anılır" deseler de, ya yiğit yok ortada, ya lâkab salça olmuş - ama mevzû o değil.

bildirildiği üzere, rusya bol miktarda zehirli tarımsal ilâç ile sıvayıp ihraç etmeye kalktığımız domatesleri iade etti. bizim esnaf da, ruslara nazîre, afiyetle o zehirli denen domatesleri yedi. bildiğim kadarı ile, domateslerin satışına resmî bir engel de bulunmadığından, zehirli diye rusların iade ettiği mallar, pazarlara, manavlara, işportaya doluştu.

şimdi, "rusların istemediği malı bize kakaladıklarına ve buna ses de çıkmadığına göre, acaba onlar insan da biz sadece türk müyüz?" diye sorsam, domatesleri millete sokuşturana değil de, bana 301 davâsı açılır her halde...

ama ben o soruyu falan sormayıp, kendimi halkın hizmetine adayacağım: domates alacaksanız, amman açık piyasadan değil, migros, carrefour, tansaş vs. gibi şu vahşi kapitalizmin global örneği harbî hipermarketlerden alın! öyle abdurrahmanlar süpermarket veya suludomat gıda pazarı gibi, mahallenize yerleşmiş, ucuza mal satan dükkânları da es geçin.

neden mi? çünkü, o global marketler bir takım evrensel tüketim normları ile (en azından, türkiye standardlarında bile, nisbeten) bağlı olduklarından, tezgâhlarına koydukları malların belli ölçütlere uymasını isterler, dolayısıyla, kontrol edip, öyle satın alırlar ve satarlar.

yâni, belki yine de garanti değildir ama hormon ve ilâç ile zehire dönmüş rus artığı domates yeme ihtimâliniz daha azdır..

yine de siz bilirsiniz.

zehirli domates ve a-ke-pe

bu arada, a-ke-pe zihniyetinin iflâsının en güzel, en açık, en net göstergesi de nedir biliyor musunuz?

mahkeme kararına kıyameti koparıp da; rusya'dan zehirli diye iade edilip, türk pazarlarında kapış kapış satılan ilaçlı domatesleri ne bileyim, toplatmak, imhâ etmek, satanları yargıya götürmek, o domateslerden tüketen vatandaşlara da tıbbî ilgi göstermek gibi çok daha önemli ve güncel, üstelik de mahkeme hükmünün aksine, geri dönüşü mümkün bir konuda eli kulağında bir bigânelik içinde oturmak.

tıpkı müflis esnafın kendine acıyan çaresizliği gibi.

siyâsî iflâs noktası

a-ke-pe sözcülerinin gazetelere yansıyan demeçlerinden, bilhassa da akşam'ın "kuvvetler ayrılığını netleştirmek" iddiası ile a-ke-pe tarafından anayasa mahkemesi'nin etkisinin budanacağı bazı anayasa değişiklikleri öngörüldüğüne dair haberinden anlaşılan şu ki, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın, tercihli özgürlüklerin mütedeyyin şampiyonu zihin yapısından kaynaklanan, sadece bana hürriyet ve "ekseriyet reyine ittibâ" inadı aynen devam etmekte.

şarkî demokrat avaneye, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ-perest âbîd tayfaya acı haberi verme zamanı gelmiş:

bu a-ke-pe'nin siyaseten iflâs noktasıdır. takımının oyuncusunun elle attığı golü hakem görmedi diye sevinerek alkışlayan taraftar durumunda olmak başkadır; tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın rol modeli, yaşam gurusu suudî prenslerin bir zamanlar yaptıkları üzere, takımlarının elle de gol atabileceklerine fetvâ vermek, yenilen oyuncu ve antrenörleri kırbaçlatmak, bambaşka!

birincisi, âdî ve çirkindir ama insanî bir zûldür, zevâldir.

ikincisi, âdî ve çirkin olduğu kadar, marazî bir dediğim dedik ihtirası, sayılara dayanan bir çoğunluğun haklılığını ve iktidârını mutlak belleyen, biraz da misyoner bir saplantıyı yansıtır.

o saplantının arkasında el-hükmü lil-ekser inancına dayalı bir "zor, oyunu bozar" kabadayılığı ve kurnazlığı da varsa; aman dikkat! bu sadece başka türlü bir zor ile bambaşka ve belki de bütün oyunları bozmaya hazır olanlara gerekçe, hattâ meşruiyyet sağladığı ile kalır!

esastan ayva yemek

anayasa mahkemesinin türbanı üniversitelerden sürgün eden kararından sonra, ali bayramoğlu, kürşat bumin, cengiz çandar vs. modeli, bize mahsus, iktidar yandaşı medyadan beslenen muhalif şarkî demokrat tayfasının tepine tepine itiraz ettikleri tek nokta var (*): mahkemenin, türbanı serbest bırakan anayasa değişikliği konusunda, denetimi ancak "şekil" üzerinden yapabilir. şekil denetiminin nasıl yapıılacağının şartları da, anayasada yer almaktadır.

anayasa mahkemesi, (gerekçesi hâlâ beklenen) türban ile ilgili kararında, büyük ihtimal ile, "laisizm ve eşitlik" ilkelerinin ihlâl edildiği kanaati ile hareket etmiş olabilir. bunun ne kadar esasa dair mütalâa veya ne kadar şeklî inceleme sayılabileceği bir doktrin tartışmasıdır. emîn olun ki, mevcud anayasamızın abukluğu da gözönüne alınınca, hukukçular için bile son derece sıkıcı bir iştir.

benim takıldığım ise, kahraman şarkî demokrat taifenin, yellim yepelek, adetâ zikr eyler gibi, "ille de şekil, esasa girme" diye feryâdı basmaları... hani sağlıksız bir paranoya düzeyine çıkmışlığım ya da "kompile teorisi" terziliğine soyunmmuşluğum yoktur amma, ister istemez aklıma takılıyor:

yâ hû, ihvanlar... "esas"tan bu korku niyedir? acap, paşaların cunta anayasasının hukuk katili dehlizlerinde bulup sarıldığınız, matematik bir hukuk anlayışına göre de anayasa mahkemesini çankaya 2. noteri düzeyine indirgeyen şeklî denetim ile sınırlama maddesine bu ibâdet raddesine varan saygınız nedendir?

sakın, mahkeme esâsa dalacak olsa, zâten değiştirilen maddelerin laisizm ihlâli, eşitliğin bozulması, devletin niteliğinin değiştirilmesi vs. nedeni veya gerekçeleriyle kafadan iptâl edileceğini farketmeniz olmasın? (**)

---------
(*) bu noktaya "liberal" anayasal hukuk uzmanları (meselâ serap yazıcı) da şerh koymakta. bu arada, meselâ sami selçuk da mevcud yasal sistemin hiç bir şekilde türbanı yasaklayan bir hüküm içermediğini iddia etmekte. aihm ise, türk devletini türban davâlarında hep haklı görmekte...
(**) anayasanın tuhaf lâfzına yumulup da, ruhunu kaale almayan şarkî demokrat hukuk anlayışı ile bağdaşmam mümkün değil. bu, türbanın yasaklanmasını istediğim anlamına da gelmez. türk, şark ve şarkî demokrat işi, çarşafın sokaklarda serbest dolaşabildiği ama birbirine sarılan gencecik sevgililerin dövülüp, tutuklandıkları, "yeni şafak" tarafından simgelenen zihniyetin himâyesinde, islâm ile mahdud değilse de belirlenen bir özgürlük projesi de, bana göre, en azından şarkî demokrat mentalite kadar itici.
ne yazık ki, hürriyet deyince zihin ufku türbanı ve ibâdeti aşabilen, dînin ya da "mahalle"nin değil, bireyin seçim ve irâdesini, özgürlüğünü, bu arada tabii, aşkı, sevgiyi de kâbe belleyecek bir toplum ve hukuk özlemi de, maalesef, türkiye'nin bu asırdaki değişim ve medeniyet öncelikleri arasında yer almamakta galibâ...

el-hükmü lil-ekser

ben, anayasa mahkemesinin mahdud hürriyet zihniyeti koalisyonu tarafından "kıvırttırılıveren" türbanın serbest bırakılmasına ilişkin düzenlemeyi iptâl etmekle ve bâtıl saymakla, meşru fakat zorlama bir karar aldığı kanaatindeyim: şarkî demokrat ve kökten şekilci hukukçuların tutturduğu üzere, kânunun lâfzı ile sınırlı, amacını ve işlevini gözardı eden dar anlamda bir şekil denetiminin, mahkemenin sebeb-i mevcudiyeti olan anayasal düzeni korumak görevini red ve inkârı anlamına geleceği inancındayım. ayrıca, 11 seçkin hukuk adamının neyin esas neyin şekil olduğuna hükmedebilecek hukukî donanıma sahip olduklarını da varsaymaktayım.

anayasa mahkemesi, değişiklikleri denetleme hakkını kötü yazılmış metinlerle dolu bir anayasanın bozuk ifâdeden kaynaklanan kısıtlarına terkederse, bir gün, meselâ, bizzat anayasa mahkemesini ilgâ eden (*), hilâfeti yeniden ihdâs eden ya da başbakanı koltuğuna elini öpeceği ayasofya müftüsünün salâ vererek oturtmasını öngören bir değişikliği de salt parmak hesabı açısından ele alması gerekebilecektir. bu da hem vâz-ı kânun olan cuntanın, hem de hukkuk anlayışının kabul edemeyeceği türden, maksadı aşan teknik sınırlamalara dayalı bir "dar anlam" olacaktır.

kaldı ki, eğer anayasa denetimi, esasa mûteallik değil ise, denetim de değildir. bu da ben garibin tezi değil, doktrin müellifleri tarafından da genel kabul gören yaklaşımdır.

maazaaallah, bunun aksi sonucu ise, tayyyib efendi, gülsuyu ve şürekânın yana yakıla istedikleri "millî irade"nin, yâni yasama çoğunluğunun mutlak üstünlüğü, bir başka deyişle, diktatoryal hâkimiyeti şeklinde tecellî edecektir.

esâsen, türban değişikliğini "411 oyla tecelli eden millî irâde" gibi sunan ve haklılığı, doğruluğu yalnız parmak hesabıyla ölçebilen hazret taifesinin ve şarkî demokrat avanenin gerçek talebi de de bu diktatoryal hakimiyettir. islâmî siyâset literatüründe bunun adı da bellidir: meşveret!

meşveret, taa muhammed zamanından (muhtemelen, daha da evvelinden) beri şarkî ve islâmî yönetimlerde uygulanan istişâre (görüş alış verişi) ve karar alma sürecine verilen isimdir. sahâb denilen, konusunda uzman sayılan kişilerin oluşturduğu bir şûrâ (assembly), meseleyi görüşür. muhalefet serdetmek, bir raddede, serbest bırakılır. ortaya muhtelif fikirler atılır, münâkaşa edilir ve reye sunulur. gelgelelim, müzâkere sonunda, "el-hükmü lil-ekser" kaidesince, "ekseriyet reyine ittibâ" şarttır!

türkçesini mi merâk ettiniz? çoğunluğun dediğini mutlaka kabul etmek, çoğunluğa "biât" etmek, yâni uymak, ya da tayyib efendi nin tercih ettiği ifâde ile, çoğunluğun irâdesine râm olmak mecbûrîdir.

buradan şarkî demokrat avaneye ve tercihli özgürlüklerin dindâr şampiyonu tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâperest ve âbîd tayfaya bir çağrıda bulunayım: hürriyet, parça parça değil, bir bütün olarak anlamlıdır. bir kişi ya da kesimin, zümrenin hürriyeti, diğerlerinin hürriyetine mânî teşkil edemez. medeniyyet, yasal metinlerin yasaklama değil, düzenleme ile hak sınırlarını saptadığı bir covenant (**) çerçevesinde erişilen bir mahbûbedir.

anayasa mevzuunda, çoğunluk tahakkümü sevdasını bir kenara bırakır, bu ilkede aynı noktada buluşabilir isek, sorunun çözümü, kaynağın ortadan kaldırılmasındadır; yâni, 1982 anayasasının baştan sona değiştirilmesidir.,

------
(*) anayasa mahkemesi ilâhî bir mecbûriyet falan değildir elbet. maksat, o ya da bu şekilde, yasama ve yürütmenin yargı ile dengelenmesi ve denetlenmesidir. ingiltere'nin resmen anayasası bile yoktur. amerikan mahkemelerinin en düşük yetkili olanı bile, anayasa mahkemesine falan gerek kalmadan, bir hukuk metninin anayasaya aykırı olduğuna karar verebilir. ayrıca, dünyanın her yerinde mahkemelerin kararları ucundan kıyısından, mutlakâ biraz siyâsî, epeyce de sosyal niteliktedir. nitekim, abd üst mahkemesi, 1976ya kadar idam cezasının anayasaya aykırı olduğuna hükmetmiş; tutucu siyasî ve toplumsal akımlar güçlenince de, artan suç dalgasınının önüne ölüm cezası ile sed çekilebileceği hissiyâtı ile, tekrar anayasal olduğu kararına varmıştır.
(**) birlikte gelmek, aynı yere varmak anlamından türetilen anlaşma anlamına gelen latince bir deyiş. her hangi bir anlaşmadan farkını anlatmak için, ilâhî bir referans vereyim: incilde, musa ile tanrı arasında varılan 10 emir ile somutlaşan oydaşmaya covenant denir.

Thursday, June 5, 2008

garfucius'un kandilcikleri III

kimsenin söylemediğini, daha önce kimseden duymadığını dile getiren kişiyi dinlemeyen biri için kullanılabilecek en âdil niteleme sıfatı, ahmaktır.

garfucius'un kandilcikleri II

insan, önce en sevdiklerini keşfedebilecek kadar akıllı bir yaratık olsaydı, fetihlerin katliamlara dönüşmesi gerekmezdi.

garfucius'un kandilcikleri I

deniz fenerleri, ışığın doğasını insanlar için genleştirip, hayatı sindirdikleri huzmelerinde işlevini de aydınlatıp-göstermekten öteye taşıdıkları için, kutsaldırlar.