Thursday, July 31, 2008

ilâve meşruiyet mi?

sabahtan beri gâvurca gazete sitelerini, reuters vs. bültenlerini vs. didikleyip duruyorum. dünden beri de, kefere tv'lerinin alt bant ve haberlerine bakıyorum. olağan "foreign news" kotasına dâhil röportaj ötesinde de, a-ke-pe'nin kapanmaktan kurtuluşunu öyle flaş diye, veya çok önemli imişçesine büyüterek veren bir yere rastlamadım.

pekiyi de, başta hukûmetperest kesimi olmak üzere, nedir bizim necip türk medyasının bu iddiacılığı? yok, dünyanın gözü üstümüzde imiş, yerde gökte herkes anayasa mahkemesi kararını alkışlıyormuş, evren a-ke-pe dâvâsı ile çalkalanıyormuş, ve saire ve saire?

tabii, medenî dünya medyası, tıpkı medenî toplumlar gibi, parti kapatma şehvetimize azıcık burun kıvırarak baktığından, bu haberler iktidar için hayli destek havası taşımakta da, acaba, ilginin boyutu abartılmasa etkileri azalacak mı sanılmakta?

yoksa tam azgelişmişliğin ağır basması ile, mahkeme kararına "ek meşruiyet" mi aranmakta?

ya da, acı ama, hâlâ, gizli bir koloni gibi, bir şeyler için onay mı beklemekteyiz kendimizi doğru hissedebilmek için?

matematik rasyonalite yoksa, sadece akıl değil, duygular âlemi de paymâl olmakta. esâsen de mesele, bunu kavrayacak rasyonalitenin olup olmamasında...

laik olmak şart değil mi imiş?

burası anlama özürlülerin diyârı türkiye, onun için açık seçik, önceden söyleyeyim: ben a-ke-pe'si de, de-te-pe'si de; deretepe faşisti de düzova dincisi de dâhil, başka melânete bulaşmayıp, salt siyâset ile uğraşan hiç bir parti için faaliyetten men cezâsı uygulayan bir hukuk sistemini tasvîb etmemekteyim.

anayasamız, avrupa birliği zoruna yapılan değişikliklerle, köylü ve esnaf düzeyini aşmamış bir kapalı toplumun taşralı bedenine medenî kılık giyme şevkiyle, şalvar üstüne frenk gömleği geçirmesine benzer bir düzeltmeye uğramış ise de, özde hâlâ, 12 eylül denen insan, akıl ve hukuk katliâmının güzîde bir meyvesidir.

dolayısıyla, dün ortaya çıkan hukukî ve adlî garabe de, doğrudan, o muhteşem hukuk ayıbı 12 eylül anayasasının, ülkenin medeniyyete erme çabası üzerine bir kerre daha istifrâ etmişliğidir; o kadar...

anayasa mahkemesinin a-ke-pe ile tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâyı da esâsen "aklayan" kararı, türkiye'de laisizm ilkesinin artık siyasî bir gereklilik olmadığını da belgeye bağlamıştır.
şöyle ki:

1. karar, parti ve parti üyelerinnen oluşan hukûmet tarafından laisizm ilkesini ihlâl eden uygulamalar yapıldığını açıkça tevsîk etmiştir;
2. bu, a-ke-pe'nin bir anayasayı ihlâl suçu işlediğinin de tevsîkidir;
3. ancak, ihlâl, parti hakkında kapatma cezâsı verilecek kadar "ağır bulunmadığından", bir "negatif para cezâsı"na ircâ edilmiştir. yânî, a-ke-pe veya tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ, cepten bir meblâğ ödemek sûreti ile değil, cebe girecek belli bir meblâğ paradan, zorâkî ferâgat etme cezâsına çarptırılmıştır.

irdelersek, anayasa mahkemesi, tıpkı, siyâsî tarihimizin meşguk kahramanlarından merhum turgut özal'ın, "bir kerre delmekle anayasaya bir şey olmaz", vecizesini model almışçasına, "laisizm biraz ihlâl edilmekle bir şey olmaz", anlamına gelen bir karar vermiştir.

anayasa mahkemesinin kararı, karısını döverek öldüren bir adamı, niyetin katl olduğunu gösteren bıçak, tabanca vs. silâh kullanmadığı gerekçesi ile, cinâyet yerine, kazara cana kıymaktan mahkûm eden bir cezâ mahkemesinin, kanunun rûhunu değil, vak'aya uygulanmasını öne çıkaran, teknik ağırlıklı hukuk mantığını anımsatır niteliktedir. oysa, döverek öldürme örneğinde, değil dayak, kıskanma eylemi dahî, kadının öz ve kişisel, anayasa ile teminât altına alınan temel haklarını tehdîd eden, özgürlüğüne yönelen bir saldırıyı kapsayan suçlardan sayılmak durumunda olsa gerekir.

mahkemenin başvurduğu paradigma, temel haklar, özgürlükler ve özgürleşme ile hukukun (hakların!) garanti altına alınması değil ise, o hukuk aslâ demokratik ve medenî bir toplumun
işleyişini düzen lemeye yetkin ve yeterli olamaz!

anayasa mahkemesi de, ne yazık ki, hükmünü verirken, hukukun lâfzî ve teknik boyutunu öne çıkarmak zorunda kalmıştır!.. bu durumda da, kararda hukukun üstünlüğü değil, siyâsî pragmatizm aslî paradigma olarak belirmiş gibidir.

çünkü, anayasa mahkemesi, mevcut anayasa metni ile, hukukun rûhunu işletip, "laisizm ilkesi ihlâl edilemez, cezâsı kapatmadır" gibi bir karar alsa, memleketin kaos içine girmesi kaçınılmaz olduğu gibi, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın temsil ettiği zihniyetin de bundan azamî fayda sağlayacağı hemen hemen kesindir (*). ayrıca, kapatmanın ekonomik, diplomatik, politik vs. öyle geri tepmeleri olacaktır ki, türkiye, muzu yetiştiremeyen ama ithal eden bir muz cumhuriyeti olarak tarihe tescîlen geçecektir.

bu durumda, hukukî garabesine rağmen, karar, ehven-i şerdir.

çünkü türkiye, himmet edip de, 12 eylül denen toplumsal cinâyetin anayasasından ve o anayasayı yazdıran, yaptıran, onaylatan faşist zihniyet kütlesinden artıklarını da süpürerek arınmadıkça, kaderi zaten, şerden nasıl kurtulabilirse onu ehven sayarak/sanarak tarih tüketmekten öteye gidemeyecektir.

---------
(*) aman aman! mahkeme millî görüş yeniden güçlenir korkusu ile kapatma kararı vermedi falan demek istemiyorum. anlamayan anlamasın da, yanlış hiç anlamasın.

Saturday, July 19, 2008

âmin deyelim, eyvallah ama...

hâdî uluengin'in yazılarını daha cumhuriyet'te bruksel muhabiri iken okumaya başlamıştım. engin - her hakikî entellektuel ve bu arada, tabiî, kulunuz gibi, zaman zaman mâlûmatfuruşluğa viraj alsa da- bilgisi, dili, zekâsı, görgüsü, âkîl yorumları ile bana "ne yazıktır ki burası türkiye ve bu adam bir gazete köşesinden başka felsefe yapacak ortam bulamamaka," diye efkâr düşürten nâdir kişilerdendir. hâdî beyin, cemil meriç' in "her asırda üç-beş kişi düşünür, geri kalan düşünüleni düşünür," sözündeki o üç-beş kişi arasında olduğu bence kesindir ama ne yazık, "geri kalanlar" gibi davranmak zorundadır, çünkü francala ekmeğini yediği, şarabını içtiği îrâd kapısı, gazeteciliktir; feylesofî değil...

elbet hâdî bey, peygamber, enbiyâ, evliyâ suyundan içmediği için, arada benim katılamayacağım fikriyât da öne sürdüğü vâkîdir. hayır, "ulusalcı" tayfayı ve de bilhassa eski yoldaşları karanlık maocu çeteyi diline pelesenk etmesinden bahsetmiyorum; ciddî ve ciddîye alınması gerekirken, belki en fazla, sözel rakı mezesi gibi değerlendirilmekten öte geçmeyen düşüncelerine değiniyorum.

meselâ, hâdî bey, geçenlerde "tarihin ergenekonu" (16 temmuz) başlıklı yazısında, türkiye'deki son gelişmeleri, tarihe direnen statuko yanlısı ve ergenekon ile simgelenen zinde güçler ile onların karşısında yer alan yenilenmeci sosyal kuvvetler (*) arasında, ülkenin yönünü demokrasi-kapitalizm rotasına çevirmek konusunda yaşanan modernist çekişmeye bağlamakta idi.

tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın ilk beş yıllık iktidar döneminin üç-üçbuçuk yılı boyunca, dünyadaki post-911 gelişmelerin ve silahlı kuvvetler yönetiminin musâmahakâr etkisi ile de, hakîkaten bu yönde bir eğilim oluşmuş idi. sonraki dönemde ise, konjonkturel ve kazâî, meselâ 397 maskaralığı, tayyib efendiye fiilî çankaya engellemesi gibi abes olayların tantanası arkasına gizlenen, ancak derindeki kökleri ile esâsa değgin bir fenomen daha yaşandı. üstün parmak sayısının verdiği cesaret ile, iktidar imkânlarından nemâ edinme girişimleri sonunda, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ, ait oldukları dînî hassâsiyeti yüksek toplum kesimine taaa tanzimat'tan beri yasak olan ulu ve yüce kadîm devlet katlarının, kânunî'nin meşhûr beyitindeki sıhhatten bile muteber olduğunun farkına vardılar.

ve inceden, devlet denen o soyut iktidâr mekanizmasının organik unsurunu teşkil eden bürokrasi içinde fütûhat seferine, hem de takdir edilecek başarı ile koyuldular. öyle ki, 2008 yazında, iş devletin fethini de aşıp, ahâlînin umurunda dâhî değil iken, içinde rakı lâfı geçen abuk subuk şarkılara sivil âlemde sansür konmasına kadar uzandı. tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın devleti kılıç gibi badem bıyıklar ile fethi işini hızla abrayabilmeleri, sivil ve avrupaî ekonomi-politik yapının da onların yanında yeralması sâyesinde, çok daha çabuk ve pürüzsüz oldu.

ama bütün bu süreç, kapitalist-demokrat bir genel toplumsal yapıya yönelmekten çok, devlet odaklı ve merkezli, hâlâ bir oriental despotizm görünümünü aşamayan ve muhtemelen de ebedîyen aşamayacak olan toplumsal örgütlenmenin kalbindeki, her türlü belirleyici kudreti tekelinde tutan devlet denen o aygıta, mümkünse tamâmen ama hiç değilse operasyonel düzeyde hâkim olmak düzleminde, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın temsil ettikleri kesim adına, aslında da, daha çok kendi elit zümreleri için sürdürdükleri çabadan kaynaklanan bir çatışmadan ibaret idi.

son beş yıldır falan, devletin geleneksel sahibi sayılan askerî destekli bürokrat ve onlardan beslenen sivil sosyal zümre, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın baskılı ve başarılı kuşatmaları karşısında, gazî osman paşavarî bir plevne müdafaası sergilemekte idiler. gelgelelim, sivil ve populer rüzgârı arkasına alan tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ, artık eski statuko güçlerinin devlet ile hukûmeti ayrı zâtiyetler imiş gibi sunan ve siyâsetin bütünlüğü içinde, en büyük alanı partiler ve parlamento demokrasisinin özünü oluşturan siyasî yarışmadan/rekâbetten soyutlayarak, kendilerine mâleden devletçileri tasfiye mücadelesinde hayli yol katetmişti bile...

"hukûmetler gelir gider, devlet onlardan ayrıdır; bâkî, ebedî ve özerktir", şeklinde sloganize edebileceğim, tanzîmat sonrasında modernizasyon ile de silâhlanan mantalite etrafında örgütlenen bu eski statuko yandaşı elit kesim, son kalelerini şimdi parti kapatma dâvâları vs. ile savunma derdindeler.

velhâsıl, mücadele aslında, dini bütün ve pek beyaz olmayan türklerin siyâseten yürüttükleri, nasreddin hocanın "azıcık da biz ölelim" deyip, baklava tepsisinin dolu tarafına oturmasına benzer bir post mücadelesinden başka bir şey değil.

tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ, işlerine geldiği sürece özgürlükçü takıldılar. ancak, hele de, ülkenin en önemli ve öncelikli konusu olan hukuk düzenine geçiş konusunda devrim denebilecek bir dayanak noktası olabilecek ergenekon soruşturmasının ve dâvâsının (en azından iddianâme boyutunda) tam bir hayal kırıklığına dönmesini de sağladıktan sonra, özlerinde daha da beter yasakçı, tahakkümcü ve statukocu oldukları, neredeyse avrupalıların bile kavrayabileceği kadar âşikâr hale geldi.

yâni, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın zaferi, türkiye'nin "medeniyyet" yolunda ilerlemesine katkı yapmaktan çok, hâlâ toplumun en güçlü unsuru, ekonominin ve ekonomiden alınacak payın belirlenmesinde temel kararlara hâkim mekanizma olan ve de toplumun özgürleşmesinde daima ve her yerde en tutucu, en engelleyici rolü oynayan devletin sahipliği kavgasına nokta koyacak. bir başka deyişle, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ hedefe ulaşabilirlerse, statukonun ne olduğunu onlar belirleyecek.

iktidarı tümden ele geçirebildiklrei anda, yeni statuko, medeniyyete "tek dişi kalmış canavar" diyen şâire biât eden, mütedeyyin bir ekip tarafından şekillendirilecek! askerî esaslar doğrultusunda belirlenen geleneksel statuko değişse bile, aynı derecede kısıtlayıcı, ve gizli ya da açık islâmî yorumlara dayanan bir başka yeni statuko ihdâs edilmeye çalışılacak.

türkiye'de özgürleşmenin ve medeniyyetin en önemli engeli olan devletin bastırılıp, hukukun emrine verilmesi ise, aslâ olmayacak.

onun için, tüm gerçekçiliğine ve güçlü öngörülerine rağmen, hâdî beyin rûyâsı, tüm âminleri hakettiği halde, olmayacak dua olarak kalacak.

-------
(*) benim seçtiğim, antonio gramsci'ye ait bir deyim

Sunday, July 13, 2008

kenef kapağından mülhem

ege seramik dizayn ve imâli, foça tipi payandasız kenef kapağı mâcerâmın ardından, hürriyet'in otomobil ilâvesinde bir yazı çıktı... gûyâ, türkiye'den teşvik görmediği için çekoslovakya ve polonya'ya kaçan otomobil üreticileri, çalıştıracak işçi bulamadıkları için pişman olmuşlar. "gûyâ" diyorum, çünkü her ne kadar, bu işletmelerin tepelerindeki adamlardan da çıksa, bu tür lafları gargara yapmadan yutmamakta faide vardır, çünkü amaç genelde gaz vermektir. tabii, türk'ün türk'e türkçe türk propagandası tandansı muvacehesinde, söylenenlerin güzîde türk matbuatına nasıl aksettiği gibi konular da, şüpheciliğimin caba yanı...

işin doğru bir boyutu da var. üzüm, incir, sümerbank postalı ve yüzde yüz yerli amerikan bezi imalatını aşıp, görece çok daha hi-tech otomobil ihracatı işine soyunduğumuz gerçek. gelgelelim, bu da mârifet değil... çünkü, nihâî ürün ne kadar hi-tech olsa da, öz itibârıyla ağabeyden karddeşe geçen palto gibi hand-me-down teknoloji içeren üretim süreci, görece emek yoğun kaldığı sürece; madde bir, ülke ekonomisinin dünya nisbî sıralamalarındaki yeri pek değişmemekte; yâni, türkiye elli senedir falan, üç aşağı beş yukarı dünya sıralamasında aynı konumlarda dalgalı denizde sandal gibi inip çıkmakta (1). madde iki, teknolojiyi belirleyen, yâni, en doğrudan ifâdesi ile, işi düşünen, atı alıp, değil üsküdarı, bering boğazını da geçmekte...

demek ki neymiş, kenef kapağı dizayn edemeyen, otomobilin de ancak şemada gösterilen vidasını sıkabilirmiş.

demek ki neymiş? leonardo da vinci boşuna anatomi ve fizik çalışmamış.... demek ki neymiş? geçtim leonardo yetiştirmeyi, elli yıldır eli yüzü düzgün cami bile yapamayacak kadar san'at ve görgü fukarası toplumlar, kenef kapağının neresine payanda konacağını bilen dizaynerler bile yetiştiremezmiş.

demek ki neymiş? bir memleket ahâlîsi, 500 küsûr çeşidin piştiği koca bizans-osmanlı mutfağının ancak dürüm sektörüne belki bir de kötü salçalı kuru fasulye-pilav faslına sahip çıkmayı becerebilir, "cuisine"i kebab ocakbaşına indirger ise, o memlekette otomobil yarışçısı da çıkmazmış.

demek ki neymiş? bir tek mugannî veya mugannîye, "bir tatlı huzur almaya geldik kalamış'tan" şarkısını doğru makâm ile icra edemez, mimarî profesörü istanbul manifaturacılar çarşısı denen acaip, karmaşık ve karışık ve kullanışsız olduğun kadar da sevimsiz beton yığınını modern sanat eseri ilan eder (2) ise...

yıl üstüne yıl, en az yarım asırdır, senede sekiz-on kişi başına sadece bir kitap basılırsa...

insan denen hayvan kendi zihnine o kadar yabancı düşermiş ki, kıçını nereye koyacağını bile hesab edemezmiiiişşşş.

şimdi edin bakalım bu kenefin içine.

--------
(1) lutfen bana "dünyada bilmemkaçıncı ekonomi olduk," diye türk'e türkçe türk propagandası davulu çalmayın. padişahın büyükbaşlarının adedi üzerinden yapılan zenginlik klasmanları çooook geride kaldı. sadece şu kadarını hatırlatayım, teknolojik atılım yaparak türkiye'nin önünde uçurum atlayan, meselâ irlanda'ya giren aktif, reel kapital, çişini tutamayan bebeler de dahil olmak üzere, kelle başı 10 bin eurodan fazla!
(2) aman aman... bizim hacılar unkapanı'na (süleymaniye mi desek?) "osmanlı evleri" diye zırva bir avanta yerleşimi projesi de uydurmuşlar, imç yıkılıp yerine yapılacakmış. sakın o acaipliğe yandaş olduğum falan sanılmasın. abukluğun, çirkinliğin islamî ya da cumhurî modernist olması, şer niteliğini değiştirmez.
bence, imç imha edilmeli, yerine istanbul'un, ve hele de, o havalînin en gerçek ve en büyük ihtiyacı olan bir yeşil alan, kocaman bir park yapılmalı.
imç'deki ithal dokumalar ve "gupir" kumaşlar ve onları ilân eden pankartlar arasında kaybolmuş mevtâ sanatçıların eseri, resim ve heykeller de o parkta sergilenmeli...
böyle bir öneri, bazıları şehir yöneticisi mevkîini de işgal eden yüzlerce avantaperest betonperverimiz için muhterem vâlidelerine hakaret etmek kadar korkunç gelebilir ama, eh insâf edin canım, dünyanın en pahalı gayrimenkûlü manhattan'ın göbeğinde yüzlerce park var da, istanbul'un, üstelik tam da bizans ve osmanlı geleneklerinin kesiştiği noktasında, muhteşem bir yeşil alanı niye olmasın?
hem unutmayalım, beton oksijen üretmez, su tutmaz.
ağaçlar otlar, çiçekler ise, böyle hayırlı işler yaparlar.

ersin faralyalı, veya global ile kelobal

adamcağız öldü gitti...

normalde türk milleti ve medyası, siyasî cenâzelerine pek itibâr eder ama ersin faralyalı'nın ölümü, tam millî futbol takımının (bence meşguk) zaferinin mimarı sayılan, bu yüzden de aziz seviyesine yüceltilen, görevde yeterince duramadığı için, linç edilmesine de henüz fırsat çıkmadan emr-i hâk vâkî olan hasan doğan'ın vefatı ile aynı günlere rastladığından, gölgede kaldı.

faralyalı, ege bölgesinin cılız sesini, bitip giden, üç-beş esnaf kolonisine inen izmir ekonomisinin hâl-i pûr melâlini iyi bilen işadamı ve uzmanlardan biri idi. lâf uzatmaya gerek yok, ege'nin, özelllikle de izmir'in, ilkçağlardan beri süren eknomik üstünlük ve özerklik niteliğini kaybettiğinin, üstelik de niye kaybettiğinin farkında idi.

ege, yapmaktan ve satmaktan öte düşünmeyi beceremediği için geride kalmış, istanbul'un ve o kanal ile de, ona ihtiyacı olduğu kadar sömüren global iktisadın kolonize, periferik bir sıkılmış limonuna dönmüştü.

faralyalı bunu görmüştü de, izmir bir türlü anlayamamıştı. global ile kelobal arasındaki fark da, homo faber ile homo sapiensin farkı kadardı zâten. aynı mekânda birkaç milyon yıl... ya da birkaç derecelik fazladan görüş açısı...