Sunday, December 21, 2008

aşağıda yeni post var!

blogspot'un azizliği... daha önce başlayıp bugün bitirdiğim bir post, eski tarihli sırasında yayınlandı. lûtfen iki başlık aşağıya bakınız (içinde temel olana).

Friday, December 19, 2008

ööööööğğğğ...

eee...ooo...üüü...aaa...ağğğ...eğğğ...uuu...üüüğğğğ...oooğğğ...

öööööööööööğğğğ!!!...

***

yok, vallahi midemle, safra kesemle vs. ilgili bir sorunum falan yok. sadece, ola ki, muhterem ve muhteşem "görsel" medyamızdan bir dâvet gelirse ekran raconu icabına, usûlüne uygun konuşabilmek için idman yapmadayım.

ne bu be?

ekrana çıka(rıla)n profesyonel spikerden muhabire, misafir topçudan futbol programı yapımcısına, en avam kabz-ı maldan en cafcaflı ünvanı haiz profesöre, maazaallah, allah kimi verdi ise alayı üstüme istifra edecekmiş gibi geliyor, oracıkta mikrofonun üstüne kusacaklar da içim kalkacak diye ödüm kopuyor...

inanmayacaksınız ama "mahsuscuktan" televizyonculuk oynadığımız derslerde, benim zekâ bâbında zayıf talebem arasından bu öğürmeyi marifet sanıp da, bil-umum sesli harfleri ardarda sıralayanlar bile zuhur etmekte!

bu "trend" devam ederse, üç-beş nesil sonra, mükemmel bir devolution (terse evrim) örneğini (ali kırca uslûbu ile) "gerçekten gerçekleştirip", şempanzeler gibi, bir takım sesler çıkararak "konuşmaya" başlayacağız, korkarım!

yahu, ihvanlar... akıcı konuşma becerisini geliştirememeniz (veyâ yitirmeniz) neye işaret eder bilir misiniz?

beyninizin diliniz kadar hızlı çalışmadığına.

haydi, hayırlı kusmalar.

Monday, December 15, 2008

orantı, güç, akıl ve temel

yunanistan'daki "intifada", her halde uzun zamandır cereyan eden en canlı ve heyecanlı toplumsal olay idi.

traji-komik bir "zekî tesâdüf" ise, tam yunanistan'ın birbirine girdiği günlerde, bizzat "orantısız güç" kullanmaktan soruşturulmuş bir polis müdürünün "auteur" olarak kaleme (klavyeye?) aldığı, güler - cerrah ortak şaheseri eseri 1 mayıs'taki rezalet sırasında, istanbul emniyetinin "orantılı güç" kullandığına (1) ilişkin raporunun yayınlanması ile zuhur etti.

iki olay arasındaki tenakuz, esâsen birbirine her bakımdan kardeşler kadar benzeyen iki insan topluluğunun aralarında giderek büyüdüğü hissedilen medeniyyet uçurumununbir başka dışavurumu da sayılabilirdi: "avrupaî" oldukça eğitimden yaşam kalitesine, kelle başı gelirden kâğıt tüketimine vs., tüm global gelişmişlik kıyaslamalarında ilk 20 içinde yer almayı başaran yunanistan (tıpkı bir zamanlar hiç alâkası olmasa da kendimize pek bir benzettiğimiz italya gibi), trafik kazaları, kadınlara kötü muamele, işkence, internet ve sair entellektüel medyada sansür gibi alanlar dışında, meselâ "yaşam kalitesi" bâbında ilk 50ye bile erişemeyen türkiye ile hızla arayı açmakta idi.

ulusların, ülkelerin ve toplumların, dolayısıyla da kültürlerin dünyadaki itibarî konumlarının "orantı - görelilik" içeren karşılaştırmalı kıstaslar ile belirlendiğini göz ardı etmeyi marifet sayan hukûmet erkânımız ve siyasî goygoy esnafımız ise, hâlâ altalta yazıp, büyüklüğe göre sıralanan listelerin mutlâkiyetinde sulh sukûn bulmakta, "dünyanın bilmemkaçıncı en büyük ekonomisi olduk," diye ter ter tepinmekte idiler (2).

türk'ün fizik, matematik ve ilimle 300 yıllık imtihanında bir türlü sınıf geçememesinin sebebi, mes'eleleri "orantı" ve "görecelik" içeren "contextual" mukayese ile çözümlemekteki isteksizliği, cehaleti, beceriksizliği ve hattâ inadı olabilir miydi acaba?

garfucius, vakti ile bu konuda da düşünmüş, bir şeyler çiziktirmiş idi. tam o sırada da, karadenizli vatandaşlarımızdan bir grup, uzan'ların elindeki star tv'de yayınlanan bir programa kızıp, studyo binalarını yaylım ateşe tutmuşlardı.

ösetle, "orantsızı güç" türkiye'de sadece devlet kuvvetlerinin başına musallat bir illet değil, genel orantısızlık hummasının bir özel ve vahim tecellisi olabilirdi pekâlâ...

bakalım garfucius ne buyurmuş "orantı"nın zihnî fonksiyonu hakkkında:


temel'in oranı (1996)

önsöz
sayın karadenizlilerden bir ricam olacak: silahlarına asılıp da – özellikle ben içinde veya yakınında iken – gazeteyi taramazdan önce, (aşağıdaki) laz fıkrasını izleyen (aşağıdaki) bölümü de okusunlar lütfen..

temel’ in meşhur hikayelerindendir : çağırmış oğlunu, sormuş : “ula idirus! de bağa! peş kere peş kaç eder?”. oğlan, kendinden emin “kirktur,” cevabın verince, yemiş tabii tokadı...

“ula,” diye kükremiş temel, “peş kere peş eder yırmıbes, ha pilemedun otuz… nereya bulaysun kirki ?”
***
karadenizli vatandaşlarımız mâlûm, milli günah keçimizdir. her türlü olmayacak haltı edip, suçunu bir fıkrayla temel’ in sırtına yıkarız ya; iş hesaba gelince endâzeyi tümden kaçırmak âdetimizdir...

matematik din, orantı ibadet olsa, ulusça ebed müddet cehennemliğiz demektir…
***
batıda matematik, modernite ile paralel biçimde, toplu yaşamdan bütün insanların pay almaya başlamasıyla birlikte yaygınlaşmıştır. bu anlamda, sadece düzenleyici değil, özgürleştirici de bir işlevi vardır: matematik mantığından türetilen oranlar, insanların “hak”larını belirlemiş ve birey olmanın temelindeki “hak” fikrinin köklerini oluşturmuştur.

şarkın ihsandan beslenen ahâlîleri için ise, haklar, özgürlükler, hem nâhoş, hem de tehlikeli olagelmişlerdir. onun için, aklın yakıtı matematik yerine, mantığı es geçip duyguları gıdıklayan hamasîyata çullanmak yeğlenmiştir.

matematik, modern olmanın amentûsüdür. her türlü sosyal ve teknik düzen, zihinlerin matematiği göre örgütlenmelerinin bir fonksiyonudur. orantı ise, matematiğin pratik modern yaşama uygulanmasındaki kıvraklığı sağlar. tek tek insanların mikrokozmoslarını evrene bağlantılandıran, bireysel tecrübeyi toplu yaşantı ile bağdaştıran unsur orantı kavramıdır... insaf, adalet, akıl ve gündelik yaşamı düzenleyen her şey, orantılara göre işler…

matematiği sevmeyen bizim köyde orantı da kavranmaz… bir düşünsenize, temel’ in küçük idris’e “ula oğlim, de baa; peş yirmibeşun kaça kaçidur?” diye sorduğunu...
***
orantı cehâleti ve fukarâlığı, kendini gündelik hayatın zorlaşmasında hemen belli eder. mesela, türkiye, coğrafî itibar ile, akdeniz ülkesidir... yazları, öğle üzeri ve sonrasındaki ilk saatler, iç kesimlerde bile cehennemî sıcak olabilirler. hekimler, her yaz, o saatlerde sokağa çıkılmamasını, güneşten kaçılmasını vs., vs., tavsiye eder dururlar… ama iş saatlerini belirleyen mutlakiyetçi bürokratik zihniyet, doğadan, iklimden, oransallıktan öylesine kopuktur ki, bu basit tıbbî talimata uyması ve milleti de uydurması imkânsızdır.

bu yüzden de, her yaz binlerce kişi, “hararet şehidi” olarak toprağa verilir...
***
türkiye akdeniz’ e uzanmıştır amma, doğasının ritmini yakalamayı becerememiştir...

iç denizin başka her köşesinde hayat temposu iklime gore oranlanmış, tabiatla boğuşmak yerine uyum sağlanmıştır. insanlar, sokaklarda gezmenin sağlıksız olduğu zamanlarda “siesta” yapar; işlerini günün serin bölümlerinde bitirirler.

bizde ise, ittihatçı ideolojide somutlaşan zihniyet, hâlâ egemendir. çalışma, üretim ve verimle orantılandırmaz, “mesai saatleri”nin aritmetik mutlâkiyetine indirgenir. "iş", elde edilen verim (randman) ile değil, israf edilen beygir gücüne bakılarak ölçülür.

ol sebebden de, tababetin önerdiği üzere "siesta" müessesesi canlandırılacağına, tepeden inmeci ideolojinin çalışmayı iş, işi verim, verimi güç, gücü tatmin ile orantılandırmaktan aciz, göreliliği esas almayı beceremeyen matematiksiz yobazlığının mutlakiyetçi iş rejimi yüzünden sıcak mevsimlerde insan sağlığı riske girdiği gibi, bireylerin verimi de büsbütün düşer...

en basitinden, pek çok kamuya açık işyerine burun direğini sızlatan kesif ter kokusu yüzünden adım atılamaz...

en acısı da, sıcakta şıpır şıpır ter döken, kalpten tansiyondan sapır sapır dökülen “vatandaş” sürüsünün, çalışma şartlarını çalıştığı dünyaya ayarlayacak bir talepte bulunacak kadar dahi orantıları kavrayamamasıdır (3).
***
orantısızlığın vehameti, modernitenin nimetlerinden faydalanmakla orantılı olarak da artar.

maymunların çok daha iyi becerebileceği şekilde ilkel reflekslere güvenerek çılgınca otomobil sürmek ile, “trafik” kavramını bütün halinde değerlendirmek arasındaki orantıyı kavramaktan aciz birçok avanak, hem kendilerini hem başkalarını yollarda telef etmekte beis görmez.

gelgelelim, ne hikmetse türkiye’den de şöyle adı altın harflerle tarihe yazılıp, saygı ile anılan bir otomobil yarışçısı da çıkmaz.
***
matematik yoksunluğu, modern medeniyetin nimetlerinden faydalanmakla, modern ve medeni olmak arasındaki orantı boşluğunun farkına varılabilmesini de güçleştirir. mercedes ile “dörtlü flaşörleri” açıp tam gaz ters yolda giden de, cep telefonuna böğürürken metresinin ne renk külot giydiğine kadar her türlü lûzumsuz ve mahrem mâlûmatı, bulunduğu mekandaki ahâlîye yayan da, modern olduklarını zannedip, üstelik bir de hava basabilmekteler…

heyhat! biraz kendi “mutlak”larından sıyrılıp, hayatın bütününü kapsayan matematiğe oranla ölçebilseler kendilerini, muhtemelen görecekler ki, ne mercedes kullanmak modern olmak, ne cep telefonu, ne de bu tür ömürsüz kazanımlarla hava atmak...

mercedes’in direksiyonunda, eli kulağına yapışık, cep telefonundan kapıcıya fıstıklı baklava siparişi verirken yapabileceği kazânın, başkalarının yaşama haklarına tecâvüz olduğunu idrak ettiren göreliliği farketmek, modern olmaya işaret edebilir ancak!

-------
(1) daha doğrusu, "orantısız güç kullanmadığına"; teknik olarak suç teşkil eden orantısız güç kullanımı çünkü...
(2) türk ekonomisi, trenin sığır vagonuna saklanmış kaçak yolcu gibi, dünya ekonomisi geliştikçe onun girdabında nısbî olarak gelişen, refah, yaşam kalitesi, şeffafiyet göstergelerinde en alt sıralarda yer tutsa da, nüfus arttıkça büyüklük bakımından yanıltıcı bir yükselme gösteren ekonomilerdendir. nüfusun 70 milyon olduğu bir ekonomide, her birey tinerci olsa, hiç bir şey yemeden, içmeden sadece tiner koklayarak bir yıl yaşasa, o kadar kişinin tükettiği sadece tiner ve üstübü bile, yıllık istatistiklerde moda tâbir ile "devâsâ" bir kemiyyet yaratır. eh, o kadar kişi günde kelle başı 10 dâne de arpa yese, alın size dünyanın dürtüncü (dördüncü değil) büyük ekonomisi.
(3) muazzez milletimiz, mes'eleyi "klima" adını taktığı air conditoner denen anjin makinesi amerikan işi icâd ile inanılmaz bir aşk geliştirerek "çözmüş"tür. bu çözüm sâyesinde yaz-kış, ortalık sümüklü, aksıran, "hattâ tıksıran" vatandaşlar ile dolmuş, ortalık kronik ciğer hastalıkları ve müsebbib olan virüs, mikrop, bakteri taifesinden geçilmez hal almıştır.


hak, hukuk, guguk, hayvan

bayram ile ilgili gibi görünebilir ama değil... "tatil" başlamadan bir kaç gün önce, istanbul'un (muhtemelen adına o uydurmaca tâbir ile ancak "kent" diyebildiğimiz bil-umum şehir bozuntularımızda da) sığırtmaçlar köyünün ortasına kurulmuş bir gaz ve kömür santralından beter koktuğu günlerde, vahded-ül evropa müfettişlerinin mübarek ibadet icabı hayvanat katliamını nasıl becerdiğimizi gözlemeye geleceği açıklandığında, muhterem medya, celep esnafı ile "röportaj" (yâni, mülâkat) yapmaya koşmuş idi. kurban fiyatı, ekonomik keriz durumları falan filan yanında, güzide matbuatımız, "hayvan hakları" hakkında hayvan tacirlerinin de ne "düşündüklerini" sual eylemişlerdi...

düşünürlükleri ile mâruf celep takımı da, beklenen ve adetâ milletimize mahsus bir slogan gibi tekrarlanagelen o mâlûm cevabı vermişler idi: "yav begim, melmekette insan haklari vardir mi ki heyvan hakki da olacaktir?"

binaenaleyh, "gâvura gene rezil olduk" sendromu doğrultusunda, boğaya domdom kurşunu sıkanlar, "apocalypse" filmini anımsatırcasına balta ile kurbanlığa dalanlar, danayı canlı canlı asanlar; allah ne nasîb etti ise, yurdum insanından her türlü kasabî manzaralar, bir bayramda daha orta yerde sergilendi. tabii ki, "hayvanata eziyet"in bu acaip "ibadet"in özünü oluşturduğunu söylemek abartma olacaktır ama eziyet yine de bir leitmotif olarak, 21. yüzyılın 10. kurban bayramına da (medya dili ile) "damgasını vurdu" ve "imzasını attı".

normaldi de elbet... insan hakkının olmadığı yerde, hayvan hakkının peşinde kim koşacaktı?

yüzlerce yıldır zâten bir türlü "şehir" özelliklerine kavuşturamadığımız koca istanbul'u köy azmanına çeviren âhîr zaman taşra-varoş kültürümüzde, bizzat o kültürün ürünü, taşıyıcısı, üreticisi ve tüketicisi olan entelecent-ziya makûlemizde de kimsenin, "hak" kavramının bir bütün olduğunu; o bütünün hayatın değişik veçhelerinde, insanlar; doğa-çevre; bedenî, sosyal, kültürel, maddî, manevî vs., ve hattâ entellektüel açılardan beslenebilmek için gereken kaynaklar; o arada doğal olarak da hayvanat ile ilişkilerimizden oluştuğunu; ve dahî o ilişkilerin "hak"kın çoğulu olan "hukuk" içinde örgütlenmesine medeniyyet dendiğini sorgulayacak da hali yoktu...

onun için, kimsenin aklına "acaba işe hayvan hukuku ile başlasak, insan hukuku da beraber yürümez mi?" gibisinden "aykırı" bir sual de gelmemekte idi.

yine de, türkiye sair islamî ülkelere göre şahâne durumda idi hakikaten... biz, alt tarafı bayramdan bayrama, sığırı vinç ile asıp öldürüyorduk; iran'da salkım salkım adamı aynı yöntemle sallandırıyorlardı.

tüm az gelişmişlerde ve az gelişmişliklerdeki ortak payda ise, "hayatı" meydana getiren cümle ilişkiler örgüsünde sınırların estetik ile değil, zorbalık ve hoyratlık ile belirlenmiş olması idi.

okuyucuya not

lûtfen kurban bayramı ile ilgili "post"ları latif demirci karikatürü ile donanmış en tepedeki yazıdan başlayarak aşağıya doğru okuyunuz.

teşekkürler

g

Sunday, December 14, 2008

latif demirci

bayram, türklerin pek bir övündükleri müslüman olma hallerinden aslında övüntüleri ile orantılı memnuniyet duymadıklarına dair belirtiler veren görüntü ve tartışmalarla geçti.

taşranın varoş kisvesinde şehrî mekânlara hâkimiyetini mutlak kılmasını artık kaldıramayan eski-ce şehirli ahalînin, kurban kesmenin ibadet mi vahşet mi olduğuna dair kuşkuları bir kerre daha dile getirildi.

sanki milyonlarca hayvan her gün belediye veya kaçak kasap mezbahalarında farklı şekilde telef ediliyorlarmış gibi, entellecent-ziyamız, hayvanata eziyet etmenin pek de insanî bir iş olmadığını ancak o katliam dört günlüğüne gözünün önünde yapılınca akıl edebilmekte.

birkaç yıldır vahdet-ül evropa, millî bir hummaya dönüşen o kan dökme orgysini teftiş buyurduğundan, entellecent-ziya mızı, halâ bile açıkça itiraf edemediğimiz batının şarka üstünlüğünü ilk keşfeden pre-tanzimat münevverândan miras, bir yandan garba özenirken bir yandan da kendini makyaj ile garbî bir şeye benzetme alışkanlığının muhtelif post-ab-adaylığı tezâhürleri cüzünde geçerliliği süren "tüh rezîl olduk gâvura" sendromunun hezeyanları da, ayrıca sarmakta.

eee, çelebi, ne diyeceksin?.. az gelişmiş olmak, önce gelişebilmişliklerin doruğunda başlar...

tek başına bir sosyal bilimler fakültesi kadar bilgece ve herkesin anlayabileceği kadar açık, seçik ve acımasız tahlilleri fırçası ile yapan, türkiye'nin yegâne dâhî mütefekkiri latif demirci'nin şu muhteşem karikatürü (*) de bu ezilmişlik ile başkalaşma, başkası olma baskısı arasındaki uçuruma 21. asırda da köprü gibi asılmış duran türk islamiyetinin açmazına delil olmakta.

--------
(*) latif demirci'nin bayramda kurban rezâleti konusunda çizdikleri, sesini çıkarma özürlü bir toplumun bir "vicar", adına konuşan bir temsilci aracılığı ile kendi medeniyyet özleminden özür dilemesi niteliğinde bence.

kurban estetiği

mâlûm, kurban, monoteist dinlere pagan inanışlardan miras bir uygulamadır. yüce üstâd-ı âzam sigmund freud, totem ve tabu (1) adlı eserinde totem (tanrı) - baba (iktidar) – oedipal kompleks - totemin katli (patrisid, babanın katli ile iktidara ortaklık) gibi psişik etkili rituel süreçlerin kültürel mekanizma içinde nasıl işlediğini mükemmelen anlatır.

bir çok mythologia külliyâtı da âyin ile ritualistik kan dökmenin ilkellere verdiği şehevî iktidar örnekleri ile doludur. hattâ bu âyinlerde köleler gibi, özgür insanlar bile kurban edilmişlerdir. en basitinden, troya'yı talana kalkacak gemilerin yelkenleri, agamemnon'un kızı iphigenia'nın kanı tanrılara sunulmak üzere akıtılmadıkça, rüzgâr ile dolmaz.

çok tanrının çok baş, çok başın çok fikir, çok fikrin çok yönlülük ve çoğulculuk; çoğulculuğun ise kavmî (millî de diyebiliriz) ve imânî vahded için bir müşkül olduğunu sezen yahuda ahalîsi de, kabîlenin birliğini esas alan tek tanrılı dinî öğretilerinde, çevrelerindeki pagan toplumların âdeti kurbanı, ibrahim ve ismail'in meseli ile dahil etmişlerdir.

hristiyanite, isa mesîh'i insanlık nâmına ölerek, tanrı katına yükselen son kurban saydığı için, kan dökmeyi bir ibadet şekli olarak benimsememiştir. isa’nın adlarından biri zâten "agnus dei", yâni, "tanrının kuzusu"dur. paskalya'da sembolik kuzu kesme âdetine yöresel olarak rastlansa ve "pascal lamb" figürü edebî olarak kullanılsa da, genelde kurban dinî bir vecibe olarak yoktur. hattâ, muhtemelen birlikte yaşaya yaşaya, hristiyanite etkisi ile, musevî cemaat de, ibrahim'in vasiyetine neredeyse külliyen sırt çevirmiştir.

bu arada, paskalyada kuzu kesme âdetinin en yaygın olduğu hristiyan ülkenin de, her şeyleri gibi dinleri de türkler ile pek çok benzerlik gösteren sevgili yunan komşularımızınki olduğunu belirtmek de, aydınlatıcı olacaktır. ispanyollar da dahil, müslüman halklar ile en uzun süre ve en yakın biçimde yaşayan hristiyan millet, yunanlardır ne de olsa...

özetle, kurban, yahudi peygamber urfalı ibrahim ile tek tanrılı inançlara girdiği halde, ne hristiyan kültüründe, ne de yahudi âdetlerinde kendine ciddî yer bulabilmiştir.

iphigenia'yı katletmeden sefere çıkmama inadındaki akkhalar gibi, kan dökmeyi bir ibadet olarak benimseyen ve bu çağda bile kollektif bir ihtiras ile yaşayan yegâne ahâlî, dünyadaki müslüman cemaattir.

konuya girmeden peşinen değineyim; tabii ki, din bu gibi konularda kesin belirleyici değildir, ama düşünme biçimlerine doğrudan ve dolaylı etkileri açısından bir âmil olduğu da red edilemez... acaba, kurban kesmenin, dahası, kan akıtmanın böylesine esas ve aslî bir ibadet olarak benimsenegeldiği islamî âlemin bu tapınma yöntemi ile, istisnasız, dünyadaki en geri kalmış, en baskıcı, (petrol servetlerine rağmen) hayat uçurumlarının en derin olduğu, insan malzemesi verimsiz, çözüm olarak şiddete müracaat etmeye meyyal, eğitimsiz, dünya kültür, san'at, fikir, yaratıcılık mirasına katkısı son derece mahdud, kadınlara, çocuklara "mal" muamelesi yapılan, insan/bireyin hiç değer taşımadığı, daha doğrusu ancak "mevkî" edinebilirse değere ulaşabildiği, bütçelerde silah ve zaptiyeye ayırılan payın en büyük ve yine istisnasız her yerde eğitim ve adalete ayrılan kaynaklardan kat-be-kat fazla olduğu toplumlardan meydana geldiği; görece en iyi durumdaki "ılımlı islâm ülkesi" türkiye'nin bile bu çizgiyi pek aşamadığı gerçeği; bağıntısız tesadüfler olabilir mi (2)?

ve de yukarıdakilere ek olarak, çoğu en az iki asır öncesinden kalan güzelliklerin sergilendiği müzeleri ve sinan-esque mimarî şâheserleri bir yana koyarsak, bu toplumlardaki acınası estetik fukaralığı, kahramanlık ve şûhedâ edebiyatının bolluğundan, tantanalı asker uğurlamalarından, külhanbeyivâri babalanmaların popularitesine; yok yere işlenen anlamsız cinâyetlerin alabildiğine yaygınlaşmasına kadar; hayatı yok etme tür ve biçimlerini öğrenip, geliştirmeye gösterilen özenin, hayatı üretmek söz konusu olduğunda "ben kuzuyu şişte severim" düzeyini aşamaması ile bağıntılı ve özdeş sayılamaz mı?

ne de olsa, her şey sonuçta "hayat" anlayışı ile alâkalı ve orantılı olduğuna göre, acaba hayatı yok etmeyi bir ibadet biçimi sayan kültür, o hayatı haz ve nitelik açısından, meselâ san’at ile, felsefe ile zenginleştirmek bâbında ne katkı sağlayabilir ki?

---------
(1) almanca bilenler tabii ki orijinalinden ama bilmeyenler de bir batı dilinden okusunlar; en iyi türkçe tercüme berkes'inki (vaktiyle varlık yayınları için yapmış) ama o bile iyi değil.
(2) ne olur, bana mevlâna’dan, ibn-i rüşd’den, yunus'tan, taptuk emre'den hattâ ömer hayyam'dan ve de islâmın insanî zenginliğinden falan bahsetmeye kalkmayın. o kadarını ben de biliyorum... ayrıca şunu da biliyorum; mevlevîden bektaşîye, bütün o tasavvufî islâmî ekoller, tıpkı diğer mistik öğretilerdeki gibi, sosyal ve bilhassa siyasî etkileri yönünden marjinal nitelik taşırlar. inanç biçimleri ne sistemin bütününe, ne de ruhbân sınıflarının çoğunluğuna yayılmışlardır. hatta ruhbân taifesi tarafından olduğu kadar, iktidar çevrelerince de tehlikeli değilse bile, sakıncalı bulunduklarından, çoğu zaman idarî ve askerî merkezlerden de uzaklarda konuşlanmışlardır. güncel deyimi ile ana-akım (mainstream) içinde yer tutamamış, siyaset müesseseleri ile öyle bir içiçelik geliştirememişlerdir.

kurbanda mantık aranmaz ama...

kurban kesmenin sosyal gerekçesi, "komşu açken tok yatmamak" ilkesi uyarınca, herkese yılda bir kerre de olsa, et taam ettirmek, varlığı "paylaşmak" olarak belirtilir.

dinî vecibelerin yerine getirilmesinde, prensip olarak mantık değil, îman önceliklidir. ancak, inançların “kör” denebilecek bir şekilde ifâ edilmeleri, zaman içinde hayatın akışkanlığı ile uyumsuz kurallara saplanıp kalmak tehlikesini de beraberinde taşır. dolayısıyla, dinler de kendilerini yeni ihtiyaçlara cevap verebilecek şekilde yeniden yorumlamak mecburiyetinde kalabilirler. o da, dinî gerekliliklerin çağdaş mantığa (*) adapte edilmesi anlamına gelir.

kurban kesme konusunda ileri sürülen genelgeçer gerekçe, şarkî zihniyetin bir yansıması olmak dışında, rasyonel mantık süzgecinden geçirilince, pek de anlamlı sayılamayacak iddialardan mürekkep görünmektedir:

1. amaç, komşu açken tok yatmamak ise, bunu senede dört, hadi ramazan ve bayramını da katalım, 37 gün ile sınırlamak, ancak her gün karnı doyabilenler için bir vicdan hafifletme, rahatlama yerine geçer. geride kalan 300e yakın günde kimin ne yiyebildiğini sorun etmek ise, ancak köklü ve rasyonel bir toplumsal örgütlenme ile mümkündür. tabii ki örgütsüzlük de müslüman halklar ile sınırlı değildir amma, islâmî kavimlerin, yığınların emir ile tâdâd ve sevk edilmelerine yatkınlık haricinde, iyi organize olabilme yeteneklerinin gerçek sınırı, modern insanlığın en basit örgütlenmiş medenî aktivitesi olan trafiğin istisnasız her müslüman ülkedeki hal-i pür melâlinden bellidir. topu topu on-onbeş kural, işaret ve ışık ile araç ve yaya akışını örgütleyemeyen toplumların, servet dağıtımını adilâne bir sistem ile örgütleyebileceklerine inanmak da zordur. kısaca, dört günlük tokluk "paylaşımı", kurban kesmenin toplumsal gerekliliğine iknâ etme açısından kötü bir gerekçedir.
2. velev ki, dört günlük kıyakçılık ağırlık çeken vicdanlara nefes, dört günlük etli sofra da fakire dört günlük beylik olsun, eyvalllah... ama ortada apaçık duran, zengin vicdanların kendi rahatlıkları için "verdikleri"nde somutlaşan bir sadaka geleneğinden ibarettir. sadaka, hele ki gizli ilâhî vurguları ile, fakr-u zarûret de dahil olmak üzere status-quonun meşru kılınması, "iyilik"ten (günümüz argo deyimi ile, kıyakçılıktan) geri durmadıkça, servet ve kudrete sorgusuz itaati zımnen şart koşar oysa... yâni, her sadaka durumunda olduğu üzere, kurban eti dağıtmak sûreti ile yapılan iyilik içinde de, gizli bir tahakkküm sezmemek imkânsızdır. (ayrıca, bu konu da, tabii ki sosyal organizasyon yetersizliği ve beceriksizliği ile yakından ilgilidir).
3. öte yandan, fukaraya yılda bir kerre et yedirmek, idam mahkûmuna yedirilen son taama benzer. ne doyurur, ne besler; ya hasta eder, ya hazımsızlık yapar, ya da ölümden sonra dışarı vurur. ayrıca, et eğer "iyi" bir şey ise, iyi şeylerden mahrumiyetin yaratacağı hasedin bilhassa iyi şeylere nâdiren, meselâ senede dört gün kavuşabilenlerde minnet ile karışık halde bulunabileceği de bir gerçektir. bu tür bir sınıf farklılaşmasının ayırdına varmak, toplumsal tesânüd açısından mahzur doğurabilir de (!)... yâni, kurban ile iyilik etmek, amacını aşan bir sosyal kutuplaşmaya yol da açabilir. hele ki bu devirde, islâmî jeeplerin (tüm simgeledikleri ile) islâmcı yazarlarca menfur, menhus ve mekrûh ilân edilmeye başladığı sıralarda...
4. hiç bir sosyal fayda, ekonomik veçhesi düşünülmeden anlamlı değildir.
velev ki, kurban için öne sürülen gerekçeyi kabul ettik. yine de suyu bulandıran bir unsur var... toplumdaki bireylerin temel protein kaynağını oluşturan et, ancak düzenli tüketillir ise faydalı bir gıda olur. bu da, kesimlik hayvan üretiminin de, tüketiminin de tüm yıl, hatta ömür boyunca mâkul bir denge içinde deverân etmesi ile mümkündür. asıl hayvanat katliamının bayramın ilk ve ikinci günlerinde yapıldığı gözönüne alınırsa, 365 günlük "kesilebilir" hayvan üretiminin çok ciddî, hattâ marazî bir yüzdesinin yılın sadece iki günde yok edildiğini saptamak zor değildir. bu, ekonomik açıdan irrasyonel olduğu kadar, kesilen hayvan, kellesinden toynağına kadar yenip tüketilse bile, bütün yıl açısından bakıldığında kurban âdetinin son derece müsrifâne bir uygulama olduğunu gösterir.
ve de cümle monoteist dinlerde olduğu gibi, islâmî gelenekte de israf haramdır.

--------
(*) doğru, yanlış, gelişmiş, geri kalmış, ilerici, mürteci ve saire değil, sadece çağdaş, yâni, sadece o zaman diliminin yaşama temposu ve felsefesi ile uyumlu.

asıl kurban medeniyyet

bayramdan bir-iki gün önce motosikletim ile fatih civarından geçmekte idim ki, yanık lastik ile ısınmış gaz kaçıran motor kokusu gibi, acaip bir koku hissettim.

dış çevreden gelen kokular, mâlûmunuz, geçidirler, uzaklaşınca kaybolurlar. bu berbat koku benimle beraber yoola devam edince, endişelendim. tekerleklere baktım, sağlam... makineden mi diye göstergeleri, çalışır aksamı yokladım, her şey âlâ.

ve o zaman fark ettim ki, o koku, has metan ile bileşik hayli kesif kükürt ve ancak tek mantıkî kaynağı olabilir... kesilmek üzere istanbul'un dört bir yanına tıkıştırılmış zavallı kurbanlık hayvanatın, son artıkları ve son gazları... öyle yoğun ki, köye bile gitseniz ancak bir ağıl veya ahırın içine girerseniz böylesine kokar.

emperyal erguvanların, şahâne lâlelerin şehri kostantiniyye semâlarını kaplamış...

bravo! hürriyet' ten tam bir asır sonra, medeniyyeti hiç bir yere götüremedik ise de, köyü tüm koku ve müesseseleri ile medineye (*) ithal ettik.

o koku ile galiba toplu halde, bir kerre daha, medeniyyeti kurban verdik geçen bayramda.

---------
(*) medeniyyeti medineli, şehirli olmak anlamında, aslına uygun içerik ile kullanmadayım, uydurmacadaki "uygarlık" karşılığı değil. medine de kutsal bir mekânı değil, sami dillerdeki manâ ile, şehiri simgelemekte.

kurban derken aklım kumara gidiverdi...

ibrahim, oğlu ismail'i, kanını akıtarak öldürmek üzere sunağa yatırdığında, tanrı kurbanlık olarak koçu gönderir.

yâni, ibrahim, çocuğunu zâten gözden çıkardıktan sonra...

ne alâkası vardır, ben de bilmiyorum da, aklıma bir soru takılmakta...

çoluk çocuğunun rızkı ile barbut atan baba, kazara yedi tutturup da parsayı toplasa... eve, pasta börek, çorap gömlek ne varsa yüklenip de götürse, eli kolu dolu dönse... o baba "iyi" bir baba mıdır, "kötü" bir baba mı?

haydi, ampirik düzlemden teorik düzeye bir adım atalım: kumar, masaya sürülen değerin kaybedilmesi ile mi bir illet olmaya başlar; değerin vazgeçilebilir bir met'a gibi masaya sürüldüğü anda mı?

Monday, December 8, 2008

garfucius kızgın!

akıl, tek işlev için lâzımdır: çelişik gibi görünen fenomena, aslında bir bütün içinde nasıl bağdaşık olarak mevcuddurlar, çözümleyebilmek için.

Monday, December 1, 2008

garfucius'tan bir inci daha...

her fikrin ağızdan çıkabilmesini savunmak, her ağızdan çıkanı fikir sanmak/saymak değildir.

Tuesday, November 18, 2008

globalite pantalon üretmekle olmaz, pantalonsuz bile olur, kültürsüz olmaz

önce sabah'ta yavuz donat'ın sütunundan alıntı yapalım:

{ aşçılar ve taşçılar

bir yanda "işsizlik tırmanırken..." bir yanda da "yetişmiş eleman sıkıntısı" yaşanıyor. gaziantep "orta yolu" bulmuş. büyükşehir belediye başkanı dr. asım güzelbey'le dolaşırken gördük ve dinledik ki: aşçılık okulu açılmış... antep yemekleri üzerine. taşçılık okulu açılmış... iki yaşlı amca öğretmenlik yapıyor... taş ustalığını öğretiyorlar. mozaik okulu... öğrencilerin çoğu kadın. 10 bin kişiye, 32 ayrı branşta ders. bir yanda "işsiz üniversite mezunları..." bir yanda da "taş ustalığını" öğrenip, istanbul'a, halep'e, izmir'e "çeşme yapmaya" gidenler. taş ustası olanların içinde eski "madde bağımlıları" bile var... en çok da onların "topluma kazandırılmalarına" sevindik. }

yavuz ağbi (1) antep'in çehresinin nasıl değiştiğini, o muhteşem mutfağının nasıl bir cazibe kaynağına dönüştürüldüğünü, ira fürstenberg gibi (eskimiş bile olsa) asil star'ların şehri nasıl ziyaret ettiklerini falan da yazarak sonuca varmış: gaziantep sınıf atlıyor...

antep, liman şehri olmasa da doğunun aslî medenî (2) merkezi olarak global dünyaya uygun bir rol üstlenmede... sadece baklava, lahmacun ve bakır mangal ile değil, sanayii, ticareti vs. ile de.

ammaaaaa... en başta da kültür geliştirebilmiş, tarihini insanlık tarihinin içinden akan rolü ile birlikte süzmüş; bugün ile geçmiş arasında, yaşantılarda sürdürülen bir geçişkenlik yaratabilmiş bir şehir olduğu için. kuşkusuz, o hoyratlık dönemlerinde, erken 50lerden itibaren dalgalar halinde tüm ülkeyi saran ve şehre doluşmanın şehirleşme zan edildiği, anadolu hisarı'na gecekondu kondurulmasının demokrasi sanıldığı, köylülüğün ilk def'a erdem olmaya teşebbüs edebildiği ve de bilhassa da erken 80lerde her tür yozluğun, cehâletin, kabalığın kurumsallaşarak nerdeyse ulusal kültürel hedef ve meziyet olarak benimsendiği kültür devrimlerinden (3) antep de payını aldı. onlarca saray, konak, anıt binâ ve ev, beton zevksizlik âbideleri dikmek uğruna dozerlere teslim edildi.

yine de bir tarihi olduğunu hatılrayacak kadar benliğinden sıyrılmamış idi anlaşılan ki, antep, nisbeten erken uyandı. şehir ve şehirlilik kültürünü canlandırmaya başladı, canlandırdıkça da iş âlemindeki ağırlığı ve türkiye çapında dahî olsa, global varoluş içindeki payı yükseldi.

özetle, antep'in ekonomik ve sosyal medenî merkez olarak belirginleşmesini "kültür"ü sağladı.

ve şimdi, ülkenin cazip turistik "destination"larından biri olarak da tebaruz etmekte.

çünkü antep, kültürünü, tarihini değer bildi, değerlendirdi. çünkü antep, böylelikle, sadece soluk alınıp verilen ve işten eve gidilen bir yerleşim yeri değil, zihinleri de besleyerek yaşayan bir şehir olarak büyükleşti. çünkü antep, yaşamanın tek tarifi olan duyusal hazlar geliştirme zenaatin, ama bakırcıların tokmak seslerinde, ama kilim dokumalarında, ama lahmacun ve baklavanın lezzetinde, ama kuşların cıvıltısında yakaladı ve medenî hayatının bütününe de nakş etti.

***
bundan 15 yıl önce yurt içinde ve dışında sanatçılar, aydınlar kasabası diye anılır iken ülkenin et pazarına dönüşen bodrum gibi, ruhunu kültürsüzlüğün sefalet ve fakrına teslim eden; pijama yerine eşofman altı ile sokağa çıkmayı şehirlilik sanan bilumum "kent"lerin muhterem ahalî ve yöneticilerine hayırlar ve esenlikler dilerim, efendim.

en başta da, gâvurluktan kurtuldukça kıraçlaşan, çocukluğumun canım izmir'ine...

[not: şimdi semiha baban hocamız ile kısa bir sohbet ettim. eşi, değerli üstad yaşar kemal ustanın taaa 1953'te antep'in insanına ve kültürüne bakarak, geleceğin büyük sanayi şehri olacağını bir röportajda (4) yazdığını söyledi. ]

--------
(1) yavuz donat ile zamanında, seçim gezilerinde linç girişimlerinden beraber kaçmışlığımız bile var. elbet de ağbi derim.
(2) orijinal anlamı ile: şehirli (medineli)
(3) kültür devrimi, çin'de mao çe dung'un köylü işi komünizmi yerleştirmek için gûyâ "burjuvazi" izlerini ve etkilerini ortadan kaldırmak üzere kalkıştığı, sonsuz sayıda yoz genç partilinin de cellâd rolünü üstlendiği, binlerce sanat eserinin, tarihî kalıntının, muhteşem çin kültür mirası birikiminin yok edildiği bir kültür katliamıdır. benzer ama çooook daha küçük ölçekli bir kıyam ve kıyıma da talibân afganistanında şahit olmuş idik, altı-yedi sene önce.
(4) hayır, o ayşe arman, neşe düzel gibi hanımların yaptıklarına röportaj değil, "mülâkat" denir. röportaj, bir olayı ya da olay kahramanını rapor (report) etmek, yâni, değişik boyutları ile haber haline getirmektir. yaşar kemal gökçeli de bu işin üstad-ı âzamlarından biridir.

Thursday, November 6, 2008

mecburî bir hatırlatma

şu sam amca - tom amca çatışması (!?!) ve hussein'in şahsında sam amca'nın tom amcalaşması sanrıları konusunda bir kaç hatırlatma, bizzat kendi akıl sağlığım açısından bir zarûret oldu:

1. beyaz, orta sınıf, sokaktaki amerikalının "amerika"sı, "zencileri" değil, "zenciliği" sevmez. amerika, en azından son 50 yıldır, siyahî veya muhtelif renkli vatandaşlarına yükselme yolunu kapatan bir toplumun ülkesi değildir. en azından, amerikalı orta sınıf bir zenci, almanya'daki bir türk'ten çok daha iyi bir statüdedir.
amerika, zenci olmayı, bilmem kaç yüz yıl önce çekilmiş kölelik ızdırâbının, üstelik de beyaz vicdanlarda sızlayan acılarını tersten sömürmek sûreti ile bazı imtiyazlar edinmek veyâ toplum ile uyum yerine suçtan serkeşliğe kadar uzanan bir uyuşukluk, tembellik, kural tanımazlık, aymazlık ve uymazlık çizgisini meşrû kılacak bahâne gibi kullanmayı âdet edinen zencilik alt-kültürünü sevmez. sokaklarda korkmadan yürümeye izin vermeyen serserilerin, soyguncuların, kaatillerin çoğunlıkla o kültürden gelme zenciler arasından çıkmasından dolayı da, bir siyahî vatandaşı önce bir araf aralığında bekletip, gözleyip ondan sonra içine almayı yeğleyebilir. bu ayırımcılık da olsa, bir nefsi müdafaa refleksidir ve en azından zenci altkültürünün "bizi köle yaptınız, şimdi de besleyin" beleşçiliği kadar meşrûdur.
durum, bir bakıma avrupa'daki müslüman göçmenlerinki ile benzeşmektedir. fark şu ki, çoğunluğu muhammedî olan o göçmenler konusunda, avrupa, müslümanlığa karşı olmamakla birlikte, zenci alt-kültürünün davranış kalıplarını pek fenâ halde andıran sosyal uyumsuzluk örüntülerine sarılmaları dolayısıyla, giderek müslümanları sevmemektedir.
barack hussein obama, zencilik alt kültürü ile yaşayan/yetişen siyahî kesimin aşırı uçlarınca "beyaz zenci" sayılabilecek bir kategori üyesi olabilecek kadar sosyal yükselme basamaklarını başarıyla tırmanabilmiş bir siyahîdir. bütün gerekli şartları hâiz olduğu için, başkan olmasında da hiç bir acaiplik yoktur.
yâni, tom amcaların zâten beyaz mahallelerinde yaşayan ve çocukları beyaz arkadaşları ile okula vs. giderken "good morning mr. tom" diye selâmlanan amerikalı olmayı başarmış zümresine dahildir. üstelik "mr. tom" diye de anılmaz, soyadı söylenir.
bu arada da, "tom amcanın kulubesi", orada bizdeki kadar meşhur bir eser sayılmaz.

2. türkiye ve ermeni lobisinin talepleri, emîn olunuz ki barack obama'nın "immediate" mes'eleleri arasında kampanya otobüsünün camındaki sinek pisliği kadar dahi önem ve ehem arz etmemektedir. daha uzunca dönemde de etmeyecektir. ancak ırak rezâletinin ayıklanması sırasında iş sıkışırsa, kıbrıs'tan kürdistan'a kadar her konuda amerika ile çatışan menfaat şemaları üzerinden siyaset yapmaya çalışan türkiye'nin, hele ki ekonomik bunalma dönemi ancak başlarken, işi kolay olmayacaktır.
bu dert obama değil, vural öger, hattâ abdullah gül amerika'ya başkan seçilse yine türkiye'nin başına vuracak cinstendir. ankara, memleketimizin en birinci önceliği olan futbolda kontrpiye tâbir edilen ters ayağa düşme oyunundan kurtulmak istiyor ise, dışarıya değil içine bakmak ve dış politika belirleyen status quo, nerelerden taviz kaldırır, onu hesaplamak zorundadır. komşudan kaz bekleyen, tavuğu olkmasa da yumurtayı gözden çıkarmak zorundadır.

garfucius'tan bir inci

büyük düşünmek, fare yerine fil tahayyûl etmek değildir (*)...

---------
(*) hussein obama'nın zaferi üzerine türk basınında "yorum" niyetine yayınlanan zırvalarrla doğrudan ilintilidir.

garfucius,
"aptallarla tartışma" düsturu muvacehesinde bu konuyu münakaşa etmeyecek ancak bir ara "işin aydınlatıcı esasiyesi"ni yazacaktır. çok mu havalı ve iddialı? memleketin en büyük ceridesi hürriyet, yüzücü kızımız merve'nin trajik ölümü dolayısıyla "amerika'yı mahkemeye veriyoruz," diye manşet atarsa, kusura bakmayın da garfucius kendini bilge sayma hakkını ihkak edebilir!

Monday, November 3, 2008

"terör" dediğimiz de bir suçtur; demokraside de olur!

türkiye'nin giderek büyüyen kürt sorunu üzerine birleştirici olduğunu sandığı nutuklar atmayı doğru ve iyi siyaset zanneden tayyib efendi, hakkâri gibi netâmeli, kürdî hassasiyetin doruğa yükseldiği bir ilde nutuk atarken ne buyurmuş: "bunlar (pkk) da (...çekirge gibi...) fazla atlayamayacaklar. her geçen gün eriyecekler ve benim milletim bunlara gereken dersi er veya geç verecek. şu anda geldikleri noktanın çok daha gerisine gidecekler. niçin? çünkü terörle demokrasi bir arada olamaz, bunu böyle bilelim. terörle özgürlük bir arada olamaz, bunu böyle bilelim..."

benim bildiğim, t.c. anayasasında; yâni, doğrulması imkânsız beline avrupa zoru ile biraz destek atılmasına rağmen özünde 12 eylül faşizminin eseri olan 1982 anayasasında bile, ülke bir "demokratik hukuk devleti" diye anılmaktadır.

terör, eğer devletin bu demokratik niteliğinin ortadan kalkması için gerekçe sayılır hale gelmiş ise, tayyib efendi'nin "terörle demokrasi ve özgürlük bir arada olamaz, bunu böyle bilelim," cevheri ile kenan evren'in 12 eylül 1980 günü trt radyo ve tv'lerinden yaptığı ihtilal duyurusu arasında mantık yapısı bakımından fark yok demektir.

eğer tayyib efendi bu lafla türkiye'nin tümünde değil de, "terör"ün bir iç harp yoğunluğuna ulaştığı güneydoğpu - doğu ve kürt yoğunluklu bölgelerinde demokrasinin olamayacağını kast etmekte ise, bu da doğrudan bölücülük yapmak sayılır.

"terörle demokrasi, terörle özgürlük bir arada olamaz" lâfı, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın demokrasiyi aslen değil de, daha çok usulen benimser göründüklerinin de bir delîli: hukûmet edenin görevi, anayasal düzeni, yani demokratik hukuk devletini korumak, kollamak; o hukuk sistemi tarafından kanunlar aracılığı ile öngörülen suçların işlenmesini mâkûl ölçüde önlemek, önleyemediği durumlarda da, suç işleyenleri kovuşturmak, cezalandırmaktır.

terör var diye demokrasiden vaz geçmek diye bir lüks, 1982 anayasasında bile mevcut değildir. zâten, ispanya, kuzey irlanda dolayısıyla ingiltere vs., ve hattâ hindistan örnekleri, terörün demokrasi ile yönetilen ülkelerde de var olabileceğini ama bunun demokrasiyi ortadan kaldıramaya gerekçe olamayacağını da göstermektedirler.

neticede terör, adî ama genellikle ağır suç sayılan eylemler var ise mevcuttur. fikir düzeyinde terör de suç da olamaz. yâni, terör, aslen suç sayılan bir eylemden ibarettir. demokratik hukûmetin, demokraside hukûmet etmenin esası da, ülkenin hukuk düzenini kanunları uygulayarak, uygulatarak tesis etmek, o suçları engellemek ve/veya cezâlandırmaktır.

"terörle demokrasi ve özgürlük bir arada olamaz" gibi, şeyhin kendinden menkûl kerâmet ile dolu lâflar, suç işleyen mahdud sayıda kişi yüzünden milyonların demokrasi hakkını gasp etmeyi vatanseverlik veyâ en azından siyaset sanan darbecilerin mantığıdır.

hukuk dışı olduğu kadar, siyasî aczin de ifâdesidir.

adî suçların önüne geçecek dirâyeti göstermekteki aczin... terör diye şişirilen eylemlerin, adî bir çetenin, muhtemelen karanlık ilişkilerle de beslenen adî suçları olduğunu saklayıp, terör kavramının zihinlerde yarattığı dehşetin arkasına saklanan bir aczin...

o aczi itiraf etmektense, terörü, demokrasiyi iptal edebilecek bir unsurmuşçasına sunan "terörle demokrasi, terörle özgürlük bir arada olamaz" uslûbunda cevherler döktürmek, teröre gerçekte asla edinemeyeceği bir güç atfetmek anlamına gelir.

bu tür bir gaf da,halka demokrasi konusunda hitâb eden iyi bir siyaset erbabına değil, ancak ayak parmaklarının aralarını iyi yıkamak sûreti ile diğer müslümanları kokuya gark etmemenin fazîleti konusunda vaaz veren bir kenar mahalle camii hatibine yakışır.

Saturday, October 18, 2008

pe-ke-ke ve beraber yaşayabilmek

şu anomie yazısının devamı yine bekleyecek korkarım. bugün onunla doğrudan ilişkili, ne zamandır kafama taktığım bir konuya değinmek istiyorum; "türklerin bir arada yaşayabilme kaabiliyeti" sorununa...

önce şu noktayı belirteyim: benim öngörebildiğim kadarı ile, padania modeli, "biz bu sefil bölgeleri, aç, bî-ilaç garibanı neden besleyelim kardeşim? gönderelim gitsinler başımızdan!" deyebilecek (1) bir siyasî hareket üstünlük kazanıp, asker-sivil devleti de ikna edemedikçe, mîsâk-ı millî + hatay'dan oluşan türk egemenlik alanından pe-ke-ke veyâ başka bir kürt örgütünün toprak koparabilmesi im-kân-sız-dıııır!..

işin aslına bakarsanız, gûyâ ortaya ilk çıktığı 1984 dolaylarından (2) bu yana, pe-ke-ke de kalkıp, "biz türkiye'den kopmak istiyoruz" nev'inden bir lâfı nammusu ile etmemiştir.

tamam, hareketin yönü, eylemlerinin niteliği, ayrılıkçı (secessionist); hattâ kuzey ırak'taki son dengeler oluştuğundan beri bir ölçüde de iltihâkçı (irredentist) niyetlerin bir ölçüde beslendiği izlenimini kısmen vermektedir; gelgelelim, resmen, örgüt adına konuşanların hiç kimse, böyle bir siyasî hedef bildirmiş değildir.

zâten pe-ke-ke de siyasî bir kuruluş, bir kürt "halk kurtuluş ordusu", hattâ bir terör örgütü falan da değildir. doğrudan doğruya, su katılmadık bir suç ve katliam çetesinden ibarettir.

anahtar mes'ele de şudur: pe-ke-ke denen cinayet ve suç şebekesi, tarihin en eski, en kritik ve en kârlı ticaret ve kaçakçılık kanallarından birini, mezopotamya-zigana hattını fiilen kontrol etmekte ve buradan tamamen illegal ve gayri-meşrû bir servet tedvir etmektedir (çevirmekte, döndürmektedir).

her iktisadî amaç güden suç örgütü gibi, pe-ke-ke de etnik çerçevesinin dışında da etkinlik kurmak, ittifaklar oluşturmak zorundadır. zaman zaman "bölücü örgüt" ile devlet kuvvetleri arasında, sivas ya da gümüşhane gibi, kürt nufusun ancak yakın dönemde göç ile yerleştiği ve çok küçük bir oran arz ettiği yörelerde yaşanan "çatışmalar" da, pe-ke-ke denen şebekenin gerçek faaliyet alanını gâyet açık göstermektedir.

pe-ke-ke, etnik kaynak olarak zayıf kaldığı bu gibi bölgelerde maliyeti düşük serdengeçtileri safına katmak üzere başka sosyal bölünmeleri ırgalamaktan, meselâ alevîleri kavga içine çekmeye çalışmaktan geri durmamaktadır. sözde, memlekette sosyalist devrim (!!!) yapacak dev-yol artığı "halkın teferruatı" bazı diğer siyasî kisvelisuç örgütleri, pe-ke-ke'nin mezopotamya-zigana hattını işler tutmakta eş menfaat gözeten ortakları arasındadır.

ve pe-ke-ke, asker öldürmek sûreti ile, iç savaş ile, câniyane yöntemler ile, kaçakçılık vs. ile olduğu kadar, çok büyük ihtimalle muhtelif siyasî ve sosyal, belki de bazı bürokratik ve maddî-malî ilişki ağları aracılığı ile de fiilen ciddî ölçekte etkili olabildiği bu altın yumurtlayan devekuşuna mâlolacak bir sahte (3) "bağımsızlığı", maazaallah, ankara gönüllü vermeye girişse dahî red edecektir!

bu hatttın kullanımından edinilen servetin dağılım şeması, eğer çözüldü ise veyâ çözülebilir ise, doğudaki şiddetin önüne geçmek o zaman mümkün olabilir. tabii, ciddî ve kararlı bir siyasî irade de, kanlı kanunsuzluk yerine hukuk ve kurallı demokratik yaşam düzenini ihdas etmeyi arzular ise.

bu şart da, pe-ke-ke ve şiddet senaryoları kadar, iç egemenlik örüntülerinin tümden yapısal değişikliklere uğraması demektir.

pe-ke-ke, elbet de amerika'dan, gücü yeterse, uganda'ya kadar bölgeye kaşık atmak heveslisi her gücün taşeron bozguncusu olarak "ücret mukâbili" görev(!) üstlenmeye hazırdır. ama ufku 19. asır diplomasi manevralarını aşabilmekte en az türkiye kadar yavaş, ermenistan, biraz da rusya gibi "düşman desteklemede mütekâbiliyet" boyutunda mahpus bölge politikası yürüten birimler dışında, bir çeteyi doğrudan siyaset ögesi haline yüceltecek "devlet" pek çıkmaz. o yüzden, a.b.d.'nin veyâ başını çektikleri evrensel birliğe üye olalım diye yola çıktığımız almanya ve fransa hukûmetlerinin pe-ke-ke'ye destek oldukları, türkiye'ye gizlice ve sinsice düşmanlık ettikleri gibi iddialar, komplo teorisi düzeyini pek de geçemez.

pe-ke-ke, başlı-başına bir kürt mes'elesi değildir ama türkiye'nin hukuk ile bir türlü bağdaşamamış siyasî yapı ve geleneğinin kürt mes'elesinden de kan emen bir türevidir. cinayet ve katliam ile edindiği yasadışı ticarî ve malî kazançlarını, ekonomik gücü ve siyasî söylemiyle süsleyerek, belli coğrafî yörelerde ve toplumun ülkenin her yanına dağılmış kürt kesimi üzerinde bir tür sosyal hâkimiyet kurmakta kullanmakta, bu hâkimiyeti de aynı döngünün sürmesi için denkleme geri döndürmektedir.

ve türkiye, şu aralar, bu denklem açısından kritik bir tecrübeden geçmektedir. dünya bir tür malî-iktisadî yeniden yapılanma içindedir. dönemin galiplerini, iktisadî açıdan birbirine yakın, akraba iki unsur belirleyecektir: sermaye, yâni, en kaba formu ile para ve de teknoloji.

türkiye gibi devletin orantısız ağırlığı dolayısıyla topal gelişmiş, cücük kadar sermayesi ile sıçrama yapmaya debelenen bir ekonomide, teknoloji acil çözüm olamayacağına göre, kriz ile baş etmenin yolu, "taze para" yakalamaktan geçer. kavram sermayeden paraya dönüşünce, kaynağı belirgin olmayan servetlerin malî sistem içine çekilmesi de hukuku özürlü bir yapıda, meşrû bir çâre dahî sayılabilir (4).

amma ve lâkin, yurtdışı bankalarda ikâmet edip de, bilmem kaç senedir zâten türkiye'nnin bol keseden dağıttığı faiz ile büsbütün şişen o serbest radikal para, pek âlâ pe-ke-ke gibi radikal çetelerin gizli hesaplarından da yurda doğru yola çıkabilir.

ve de, pe-ke-ke ile mücadelede 30 senedir ancak yükselen ordudan şikâyet sesleri, iktisadî-sosyal sıkıntılar ile bileşince, ister istemez de askerî harcamalara verilen öncelik ekonomide yaşanacak kaçın ılmaz zorlanmalar ile birleşince, farklı kamu siyasî tepkilerine de yol açılabilir.

en önemlisi; iç kamp ayırımları, son bir ayda altınova'dan adana'ya kadar yayılarak zuhur eden türk-kürt topluluklar arasındaki vuruşma, kavga ve şiddet, iktisadî buhran döneminde artma eğilimi gösterebilir. her zaman olduğu gibi, bu sorun(lar) muhtemelen halının altına süpürülmek istenecektir ki, bu da bir sorundur.

kaldı ki, linç üzerine sosyolojik çalışmalardan beri bilinen bir toplumsal eğilim de kendini gösterebilir: ezilen, yoksullaşan ve güven hissini kaybeden özellikle de alt ve lumpen sınıfların hırslarını kafalarında mevcut bir dış grup ya da moda deyimiyle "öteki" üzerine yoğunlaştırmasıdır. ekonomik kriz, dinden, mezhepten, siyasetten tnik farka, toplumsal bölünmelerin somutlaşmalarını hızlandırabilir. sonuçta, pe-ke-ke denen çetenin tetiğini çektiği olaylar, içine daldığımız konjonktür şartlarında, türkiye toplumunun "beraber yaşayabilme sınavı" olarak yansıyacaktır.

çünkü, tamam türkiye'nin pe-ke-ke yüzünden coğrafî olarak bölünmesi (acaip bir takım işler dünyayı alt üst etmez ise) imkânsızdır; evet ama, aynı coğrafî yüzey üzerindeki insanların birbirleri ile yaşamayı becermeleri de gittikçe zor hale gelmektedir. esas sorun da budur.

------------
(1) sadece bir niyet değil, irâde, hattâ iktidar da gerektirdiği için "deyecek" yerine "deyebilecek" yazdım; yoksa kimseye ya da kadere falan meydan okumuyorum.
(2) gûyâ 1980lerde ortaya çıkan pe-ke--ke, değişik formlarda 1960lardan beri dile getirilen bir kürtçülük hareketinin devamıdır. 1970lerin "halklara özgürlük" sloganları ve "sol" kesimde zuhur eden kürtçü sayısız fraksiyon, bu sürecin bir başka boyutudur. değil 12 eylül, 12 marttan önce bile, kürt öğrenciler bankalardan öğrenim kredisi çeker ve geri ödemezlerdi. nasıl olsa kürt devleti kurulacak, onlar da türk devletine kazık atarak borçtan sıyırmış olacaklardı!..
(3) bir kürt bağımsızlığı, bağımsız bir kuzey ırak kürdistan'ına iltihâk etmedikçe ancak "sahte" olacaktır. o ise, doğrudan yalandır. ama bu ayrı konu.
(4) nitekim, daha önce turgut özal veya tansu çiller gibi öngörülü "lider"lerin üstüne atladıkları bu "çâre", tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ hukûmetince de malî bunalımda ilk akla gelen tedbirler arasında zikredilmiştır. geçmiş uygulamanın netice ve verimi ortadadır. bakalım işin içine mütedeyyin kadro karışınca ne değişecektir?

Wednesday, October 15, 2008

tayyib ül talibân?

sırada anomie hakkındaki yazının devamı ve güncel "uygulaması" bekliyor ama artık dayanamadım:

başbakanından ulaştırma bakanına, sırf solcu eskisi diye bakan yapılan kültür ile ilgili kabine üyesinden, bil-umum a-ke-pe damgalı bürokrat taifesine, şu kötü marmaray projesi gecikmesin diye, 2000 yıllık bizans arkeolojik kalıntılarının yok edilmesini değil normal, elzem saymayan yok tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâ camiasında.

"dubya" george bush talibân üzerine terör ile savaş seferi ilân ederken, batıda kamuoyu oluşturma sürecinde afganistan'a el koyan dağlı yobazların dağa oyulmuş, yüzlerce yıllık muhteşem buddha heykellerini dinamit ile berhava etmeleri işgalin meşrû kılınmasında bir kültürel silah olarak kullanılmıştı, hatırlarsanız.

pek âlâ da, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekânın, "asrın en büyük arkeolojik buluntusu" diye nitelenen bizans theodosiacus limanı kalıntılarını yok etme hevesi, talibân barbarlığından nerede ayrılıyor? fark var mı, var ise nerede?

yâni, camiden başka (*) hiç bir binayı "eser"den saymayan, değer vermeyen ve korumayan mütedeyyin zihniyet, islâm aleminin gûyâ en medenî ülkesinde bu derece hâkim ise, o dinin evrensel medeniyyet ile gizli-açık bir çatışma halinde olup olmadığını sorgulamamak mümkün mü?

islâmı politika edinenler bu tür bir barbarlığın, vandalizmin mücahitliğine de mi soyunmaktalar?

---------
(*) türkiye'de oldum olası câmiler konusunda bir resmî ikiyüzlülük egemendir. bir çok câmi hâlâ bile kaçak binadır. tarihî nitelikte olanlar dışında da, neredeyse istisnasız, son 50 yıl içinde estetik açıdan kifâyetli tek câmi dahi yapılmamıştır. gözü rahatsız etmeyebilecek azsayıdaki yeni câmiye de necmettin erbakan - tansu çiller teşriki sırasında inanılmaz çirkinlikte, üstelik de sivrisinek öksürüğü kuvvetinde rüzgâr estiğinde ahalinin başına yıkılan minareler diktiler. emin olabilirsiniz ki sultanbeyli'de ya da ankara pursaklar da bir yol yapacak olsalar, bir câmiye dokunmak yerine yolu dağdan aşacak şlekilde planlarlar. tamam, zevk fıkdânı ve şekilcilik türklerin ve türkiye'nin genel, ilksel ve bence de temel sorunu. gelgelelim, işe din, iman karışınca, câmilere gösterilen bu "aşırı" saygı, neticede bir mekâna, doğasında varolmayan bir kudsiyyet atfetmek sûreti ile o mekânı/yapıyı (ki, burada câmi olmakta) put mertebesine çıkartıp, islâmiyette günahların en ciddilerinden bir olan şirk sınıfına bile girmekte. benim düz gâvur rasyonalitem böyle diyor da, tayyibî talibân ne buyurur acap?

Tuesday, October 14, 2008

özür

bir teknik hata/beceriksizlik yüzünden global keriz yazısı ancak şimdi yayınlanabildi. kendini aldatılmış hisseden okuyuclardan şiddetle özür dilerim.

garfucius

Sunday, October 12, 2008

kriz mriz değil millet, keriz var

ben ekonomist değilim ama gûyâ iktisat tahsil edenlerin şu "global kriz" konusundaki miyopi derecelerine kızacak kadar da o işlerden çakarım.

bu bir global kriz değil, globalite çerçevesinde ve globalizasyon sürecinde tıkanan finans akışına yapılan bir lavmandır o kadar. kapitalizm arada bir kendi sistemini böyle temizler.

krizin esas "amacı" başta amerikan ekonomisinin dörtte üçü olmak üzere, global ivmenin ve çekim kuvvetinin dışında kalan olağanüstü, ancak verimsiz ve kağşamış ekonomik potansiyeli global ekonomi içine girdap gibi çekmektir. tabii ki kapitalizm bunu bir karar icâbı değil, taşan bir ırmağın kütleleri sürüklediği gibi, hayli kendiliğinden yapmaktadır.

globalite demek de, ulusallığın alanını terketmesi, geri basması demektir... onun için, banka devletleştirmeler, finans okyanuusuna çuvalla para dökmeler, fırtına dursun diye denize ekmek atmak türünden bâtıl itikad tezâhürlerinden farksız olacaktır.

kriz, başta amerika olmak üzere, "âtıl ve battal" ekonomiler global kapitalist verimlilik ve rekâbet içine çekilip, dünya çapında ekonominin debisi yeni seviyelere ulaşınca bitecektir.

o devrân dönene kadar da çok keriz, kriz diye diye kaderimize hükmedecektir.

o ahvâlde kim asıl kerizdir, münâzara etmeye değer de, siz şimdilik bir garfucius'un ingilizce blogundan bir kriz-keriz 101 okuması yapıverin lûtfen.

haa, bu arada türkiye krizden etkilenmeyecek, sadece çarpılacaktır. türkiye patetik ve hâlâ "islâmî", "anadolulu", "karaparalı" gibi sıfatlarla nitelenebilecek kadar bütünlükten yoksun sermaye yapısı ile, dünya ekonomisinin safrasında yer almaktadır. kapitalist falan değil, en fazla esnaf işi bir ekonomidir ve krizden de çapı kadar etkilenir. dedim ya, darbeyi yer yine de.

türkiye'nin de keriz olmama şansı ve şartı bellidir: verimsiz ve rekâbetten âciz binlerce küçük (esnaf) birime bölünmüş sermaye, işletme ve kaynakların birleşmesi...
gâvurcası ile "merger" yâni.

haydi bakalım bilmişler, garfucius okumaya...

Tuesday, October 7, 2008

durkheim, merton ve anomie kavramı

emile durkheim 19. yüzyılın sonunda sanayi ve şehir toplumlarının dayanışma (solidarité), yâni bir arada yaşama yöntemlerini incelerken, "modern", veya onun deyimiyle işbölümünün hayli yaygınlaştığı, insanî ilişkilerin bire-bir ferdî düzlemlerden, anonim bir kollektivite doğrultusunda genleştiği, kompleks "organik" sosyal örüntülerin ortaya çıktığı insan topluluklarında bireylerin birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiğine dair benimsedikleri normların etkinliğinde bir erozyon yaşandığını, kimsenin bir başkasının nasıl davranacağından emin olmadığı bir sosyal ortamın oluştuğunu gözlemiş ve kuralların geçerliliklerini az, çık ya da tümden yitirdikleri bu hale anomie (1) adını vermiş idi (işbölümü, 1893; intihar, 1897).

anomie, "köylü" diye niteleyebileceğimiz, az ayrışmış, iş bölümünün pek gelişmediği "mekanik" dayanışmanın egemen olduğu toplumsal birimlerde görülmemekte idi. em>köylüler, görece az sayıda, ahlakî boyutu, yaptırımları ve dayanakları baskın, kesin, mutlak ve çok daha bağlayıcı normatif silsileler çerçevesinde, basit ve sâde kalıplar içinde ilişkilerini yürütmekte idiler. dolayısıyla da, anomie yaratan belirsizliklere hayatlarında fazla yer kalmamakta, rastlansa bile, anomik bunalımlar daha düşük yoğunluklarda yaşanmakta idi.

amerikalı sosyolog robert king merton, durkheim'dan hareket ile, anomie kavramını, ortak toplumsal amaçlar ile o amaçlara ulaşmak için meşrû kabul edilen yollar/ araçlar/yöntemler arasındaki uyumsuzluk çerçevesinde açıklamaya çalıştı. durkheim'a göre, mekanik toplumlarda dinî ve ahlakî değerler, bireyin yetersiz kaldığı durumlarda bile ona ortak yaşama uygun davranma güdüsünü verebilmekte ve rehberlik edebilmekte idi. hızlı toplumsal ve ekonomik değişme ise bireyi karanlıkta, değerlerden yoksun, ve de "değersiz" bırakmakta, yabancılaşmasına yol açmakta idi. o sebeb ile, ekonomik bunalım, hattâ patlama dönemlerinde, intiharlar da artmakta idi.

merton'ın yorumunda ise, anomik baskı hisseden bireyin, toplumsal hedeflere, meselâ amerikan hayat tarzının büyük önem atfettiği maddî başarıya, her ne bahasına olursa olsun ulaşmayı saplantıya dönüştürmesi halinde, "sapma" davranışları içine girebileceği öngörülmekte idi. sapma illâ ki olumsuz, kötü bir sonuç olmayabilir, zaman içinde toplumsal yapıya nefes aldıran, sosyal yaşamı kolaylaştıran değişimlere ve hattâ isyan ve ihtilâle de yol açabilirdi.

durkheim, geç 19. yüzyıl fransa'sının proto-burjuva diyebileceğimiz bir tarihî aşamasını, merton (sosyal yapı ve anomi, 1949 ve 1957) ise feodal geçmişi olmadığı için, köylülük ve mekanik dayanışma dönemlerini avrupa'da bırakmış bir amerika'nın 20. yüzyıl ortalarına denk gelen ekonomik patlama, pazar, teknolojik ilerleme ve yaygınlaşma, iletişim ağları, sosyal hareketlilik vs. gibi "ulusal globalite" (2) kazanma aşamasında yaşanan kargaşa ve karmaşanın, "amerikan rûyası" ile güdülenen bireysel yaşantılar üzerine düşen gölgesini genel sosyoloji yasalarına dönüştürmeye uğraşmış, anomie üzerine sayısız çalışmanın da kapılarını açmıştı. özellikle amerika'da, merton'ın anomie kavramı, sosyolojik içeriğinden adetâ soyutlanarak, kişisel - ferdî bir davranış mekaniği çerçevesinde, özellikle sapma davrfanışlarına saplanan kriminoloji araştırmalarında uygulama çerçevesi olmuştu.

anomie ile ilgili çalışmalar, sovyet imparatorluğunun çöküşü ve eski avrupaî peyk devletlerin batı ile (yeniden) entegrasyon süreci içine girmesi üzerine, o toplumlarda baş gösteren hızlı değişim ve liberal hayata ayak uydurma sorunlarını incelemek amacıyla tekrar hız kazandı.

durkheim da, merton da, onu izleyen amerikalı meslekdaşları da anomie hakkında o genellemeleri yaparken, toplumların aslâ homojen yapılar arz etmediklerini fazla vurgulamamış idiler. oysa, köyden-şehire, köylüden şehirliye geçiş, basamak atlarcasına, bir oluş tarzından otekine sıçrama şeklinde vuk'u bulmamakta idi. üçüncü ve üçbuçukuncu dünyada çoğu zaman,yalnız köylüler değil, köyler de mekân değiştirip, şehirlere akmakta idiler. merhum mübeccel belik kıray, tampon mekanizma ve kurumlar ile ilgili kuramında, ezele kadar da sürebildiği türkiye tecrübesinde görülebilen geçiş sürecinin iki arada, bir derede belirsizliğini mükemmelen anlatmış idi:

sosyal yapı, bu yapıyı meydana getiren müesseselerin, insan ilişkilerinin ve sosyal değerlerin, birbirleri ile etkileşim içinde dönegeldikleri bir bütündü. bu bütün, her an değişme içinde idi ama her zaman aynı olmayan bir hız ve tempo ile. birbiriyle çatışan ögeler, değişme için sürekli bir itici güç oluştursalar da, özünde, toplumsal bütünlük ve denge değişim dolayısıyla nadiren bozulabilmekte idi.

tampon kurumlar, gelenekselden modernite yönünde ilerleyen toplumlarda, geçiş sürecinin baskısının toplumdaki dengeyi ve bütünlüğü bozmamasını sağlayan bir unsur idiler. sosyal yapının eski zaman diliminde salınan ve modern çağa uzanan muhtelif ve bazan çelişen uzuvları, tampon kurumlar sayesinde, göreli bir denge halinde, bütünlük içinde birlikte görülmekte idiler. bu işlevi sağlayan tampon mekanizma ve kurumlar, ne eski, ne de yeni sosyal yapıya ait ama kendileri yeni olan müesseseler, ilintiler, değerler ve fonksiyonlar idiler (ereğli: ağır sanayiden önce bir sahil kasabası;1964).

"gecekondu", tampon mekanizma ve kurumlara iyi bir örnek olarak verilebilir. ne köydür, ne şehirdir ama ikisinin zaman, mekân ve sosyal tecrübe olarak kesiştikleri noktadadır. modern zamanlara ilk geçiş dönemlerinde, apartman dairelerine alafranga tuvalet yanında bir çoğu hâlâ da duran alaturka helâ koymak, şalvar altına jean pantalon çekmek, türban ile sokağa çıkmak(daha doğrusu, çıkabilmek) da öyle...

özetle, bir toplumda, hele ki modern ile geleneksel arasında sallanan toplumlarda, takvime ve saate göre aynı zaman, harita ve sekstanta göre aynı mekân diliminde birden fazla yapı bulunması doğaldır.

işin aslına bakarsak da, anomie dediğimiz olgu, bunca farklı ( immanuel wallerstein'ın tâbiri ile) "zaman-mekân"ın modern (3) karşısında direnç gösteremediği yaşamsal siklonların hiatuslarında ortaya çıkar.

nasıl mı? arkadan gelen postun konusu da bu zâten...


---------
(*) yun., kuralsızlık
(2) ulusal globalite ile kastedilen, bir coğrafî birimin pazar ve ekonomik bütünleşme çerçevesinde ulusal sınırların tamamı veya büyük bölümü dahilinde tek yapı oluşturmasıdır. son kriz de göstermiştir ki, amerikan ekonomisi II. savaş sonrasında ulusal entegrasyon sağlamış, dünyanın en büyük iktisadî varlığına dönüşmüştür. ancak içe dönük kalarak da, ağırlığı itibarı ile, hâlâ dünyevî bir globalite düzeyine ermekten geri kalmıştır. o zamanlarki aynı ulusal ve yerel globalite içinde çırpınmaktadır. zâten son finans kasırgası da kapitalist sistemin o dev ekonomik gücü rekabetçi evrensel şemasının içine çekecek kuvvetler uyguladığı bir girdaptır, o kadar.
(3) "modern", benim lugatimde matematik esaslara dayanan düşünme, mülâhaza ve praxis sistemleri üzerine kurulu medeniyetin adıdır. bir yaşama ve üretip, tüketme biçiminden ibaret olmayıp, bir kültür, yâni zihin yürütme yöntemidir (gâvurca söyleyeyim: way of mind).


Wednesday, September 24, 2008

kâzım kaptan, selâmetle...

artık yaşımız arkadaş, akran ölümlerini hayretle karşılayacak kadar genç değil ama "eh, vakti gelmişti gayri, allah taksirâtını affetsin," diye tevekkül eylemek için de çok genç.

üstelik kâzım'ın püsküllü belâsı kanser yüzünden yaşadığı her günü, başta o, kâr saymada idik.

ama kâzım kaptan ölümün ufkuna aptal bir âlet yüzünden yelken açtı, o anlı şanlı rakîbi, ciğerlerinin yarısına konduğu halde sırtını yere getirdiği kanserden değil.

oğlu askere gittiğinde, kendisiyle dalga geçmişti, "ulann, iyi bir yere gitsin diye torpil yaptırdım gûyâ, adam kars'a düştü," diye.

kâzım'ın ciğerine ateş de o dünyanın öbür ucu kars'ta, düşmüş. sevinç hanım için eve koydurduğu air conditioner karşısında uyurken üşüyen, zayıf düşen ciğerlerine. kaderin kazığına bak...

benim "anjin makinesi" diye kat'iyyen kullanmadığım, kimseye de tavsiye etmediğim, ne yazık ki, aziz milletimin de, kötü mimarî dolayısıyla yurt çapında hava, su, ekmek gibi benimsediği o cihaz, bir beşinci kol ajanı gibi, kâzım'ı arkadan bile değil, göğsünden vurmuş.

eh, şimdi ufuktan meleğim süzülerek gelirken kâzım dümende olmayacak, yanında muhtemelen, sulhi ile. birbirimizi son selâmetlediğimizden beri kaç gün geçmişti ki şurada?..

yelken derken, kanat açtı kâzım kanat... selâmetle uçsun ruhu şimdi denizlerin üstünde.

Tuesday, September 23, 2008

garfucius'tan çağrı: sinyal verelim!..

gâvuristanda hayli yaygın bir âdettir ve vatandaşlık bilinç ve dayanışmasının da bir sembolü sayılabilir. araç kullandığı yolun karşı tarafında polis denetimi, radar vs. gören şoför, üzerine doğru gelen trafiği üç kerre selektör yaparak uyarır. devletin tuzağına düşmekten korur yâni.

oldu olacak bunu da itiraf edeyim... senelerdir bendeniz de cennet vatanımın yollarında aynı yaramaz cinliği yapar dururum.

bu yaz türkiye'de de bu güzel âdetin yerleşmeye başladığını sevinçle gözledim. en az iki - üç kerre de radara enselenmekten böyle kurtuldum..

siz de elinizi korkak alıştırmayın ve karşıdan gelenleri sinyal vererek radardan koruyun!

sizin gidiş yönünüze göre, ilk rastlayacağınız resmî polislerce yürütülen bir denetim ve cezâ yazdırmayı bekleyen sürücüler olacaktır. onlardan bir-iki kilometre ilerde de, genelde koyu renk bir renault (çoğu zaman r 19) araba, içinde cihazla, koyu bir ağaç gölgesinin altında pusuya yatar ve bekler. işte, işaret verilerek karşıdan gelenleri uyarmaya başlanacak an, budur.

merak buyurmayın... sür'at kendi başına felâket melaket değildir. kazâların çoğu hız yüzünden değil, yolun bir mekân olarak nasıl kullanılacağından bîhaber, kendini de büyük usta sanan dangalakların "sollama" tâbir edilen kamikaze uçuşları sırasında meydana gelmektedir. tabii ki, her şeye rağmen, bir sürü yobaz da olmadık yerde gaza basmayı mârifet sayar ve ölüm de saçar...

gelgelelim, unlutmayın ki siz olanları karşıdan görüp, kimin uyarılmaya değer olup olmadığına da karar verebilecek bir konumda olacaksınız. hattâ, belki onları bilhassa ve bazan yalandan uyararak hayatlarını kurtaracaksınız.

sivil itaatsizlik denen o periyle cilveleşmek de cabası...

yapın selektör, haydi...

valla billa var... devlet var yâni...

ceza yedim. epey uzun zamandır trafik polisleri ile bir sorunum olmamıştı. dün 110 km sür'at ile radar yakalayınca, kuyruğu kıstırdım.

tamam, genelde dikkatli ve kurallara uyan bir sürücü isem de, hele giderek kalitesi yükselen yollarda ve sınır teşkil eden 90 km hızda, dördüncü vitese ancak erişen arabalar ile, sür'at pek ciddiye aldığım bir kısıtlama sayılmaz. tabii, bilinçli kullanmak (1) kaydı ile.

avrupa mûktesebâtına uyum uygulamalarından mıdır bilmiyorum ama rüştü kâzım yücelen'in bakan iken, gâyet medenî bir gerekçe ile radar ile ava çıkan kahraman türk polisini yol kenarlarına "sür'at kontrolu" yapılmakta olduğuna dair seyyar uyarı levhaları koymaya mecbur bırakmış idi. polisi, o levhaları koymaya mecbur eden felsefe, "devletin vatandaşını tuzağa düşüremeyeceği" yolunda, evrensel hukuk-demokrasi anlayışının çoktaaaaan benimsediği ve cümle millî hâkimiyet dirençlerimizi kırarak, bize de "dayattığı" bir ilke idi. radar beni yakaladığında, polislere sordum, neden o levha yoktu diye. meğer, 2008 itibarı ile bir genelge ile uygulamaya son verilmiş... ünvanı prof. olan hukukçu ve sosyolog değerli dahiliye vekilimiz beşir atalay hoca,, selefinin aksine, zâten daha bütçe görüşmeleri sırasında bile pek şikâyet etmekte idi, hızlı türklere radar ile yol tuzakları kuramamaktan (2).

dinî hassasiyeti hayli yüksek olduğu için kurucu rektör olarak görev yaptığı kırıkkale üniversitesinin başından indirilen, daha önceki kabinelerde bakanlığa ataması eski cumhur başkanı a. necdet sezer tarafından veto edilen atalay, fırsatı bulur bulmaz avrupa, mavrupa, demokrasi memokrasi, hukuk mukuk kazımaksızın, vatandaş-devlet ilişkilerini ikincisi lehine büyük bir mutluluk içinde değiştirivermişti.

devlet, eğer medenî bir toplumdan söz ediyorsak, hukuk düzenini korur. kanun her yerde, diktatoryada dahî vardır ama, dengeli bir hukukî sistem, demokrasi ile mümkündür; çünkü hukuk, öncelikle bireyi devletin ezici ve mutlak gücünden sakınır.

gelgelelim, siyasetin ekonomi, aynı zamanda da psikoloji olduğu kadîm devletin en mûteber nesne sayıldığı global taşrada, devletin arabasına binen, onun prestij ve gücünden damarlarına sinen iktidarı da kişisel bir kazanım, bir imtiyâz gibi kurgular. ancak ve sadece o dışsal kaynaktan beslenebildiği için de, devleti kollamayı mârifet sanır. esas sanrısı ise, o heybetin ebediyyen üzerine asılı kalacağıdır. oysa, devlet fâni midir, değil midir; henüz bilen yoksa da, devlet görevinin ebedî olmadığı kesindir.

hukuk nosyonu olmayanlar, tıpkı "sür'at kontrolu" levhasını koyan hukuk devletinin vatandaşına tuzak kurmamayı esas ilke olarak benimsediğini anlamadıkları gibi, devletle gelenin devlette kalacağını da anlamazlar.


p.s. - bu cezaya 6 ekime kadar itiraz edebilirim ama araya tatil giriyor. bir kaç gün de posta süresi koymak lazım... bugün-yarın okuyan ve de benden yana çıkan olursa, lûtfen itiraz için akıllarına gelen okkalı gerekçeleri bana iletsinler de, hiç değilse anayasal dilekçe hakkımızı icra etmiş olalım...

------
(1) hele ki direksiyon başına çöreklenmiş bir türk'ün "bilinçsiz" olması mümkün olamayacağına göre, bilinçli sürüşe biraz açıklık kazandıralım: görmediğin yere dalmamak; duramayacağın mesafede tam gaz uçmamak; 180 ile giderken ağızda da dumanı göze kaçan sigara ile hem öte hem tüte cepten geyik çevirmemek; boş diye o şeritten ötekine acıkmış maymun gibi atlamamak; emniyet mesafelerine ve diğer sürücülerin haklarına dikkat etmek, kimsenin kıçına koklayacakmışçasına yapışmamak; yol şartlarını, aracın huylarını tanımak; 100 km hızla en az 90 metre ötede durulacağı gibi temel fizikî verileri bilmek, vs., vs.
(2) bazı aklıevveller için burada belirteyim, ben hızlı bir şoför olsam da, bilhassa bu paragrafta savunup, arkasında durduğum, sür'at yaparak kanunu delme "özgürlüğü"
değil; yücelen'in de vurguladığı "devletin vatandaşına tuzak kuramayacağını" kabul eden evrensel ve medenî prensip. az gelişmiş kişi ve toplumlar özgürlük, serbestî ve başıbozukluk arasındaki uçurumları bilmezler ne de olsa, onu da kendimce açıklayayım:
kurallları bozmak, bireysel bir eylemdir. bir tercih, dolayısıyla da özgürlük konusudur. bunu yapan, sonuçlarına da katlanmak zorunda kalabileceğini baştan bilir. kurallların esnemesi, yavşaması ve cıvıması sonucu; ne zaman uyulmaları gerekip, ne zaman boş verilse de olacağının bilinemediği; çoğu zaman da kanun koruyucular dahil, kimsenin pek de umursamadığı, şarka hassaten mahsus kronik anomi halleri ise, suç işleyenin yakalanıp da ceza görmesini "kötü kader kurbanı olmak" diye izâh edebildiği bir başıbozuk ilkelliği târif eder. âşinâ mı geldi? hâşâ! türkiye'de devlet var.

oh bee... devlet varmış meğer!..

kanunî süleyman yazmış ya; "halk içinde mûteber nesne yok devlet gibi" diye, fatih mehmet, cümle beyleri dize getirip, osmanlı'yı askerî nitelikli bir merkezî despotizm olarak tesis ettiğinden bu yana, hakîkaten de, "devlet", türk toplumunu ayakta tutan "çadır direği" işlevini yapagelmiştir.

aslında, toplumun tüm hastalıklarının ve bir türlü medenîyyet sıçramalarını becerememesinin temelinde de, bu koşul yatmaktadır (amma, bu başka bir yazı konusudur).

bize göre "resmen" (*) tek dişi kalmış medeniyyet ile eşanlamlı sayılan modernite yayılıp, yerleştikçe; devletin klasik fonksiyonları terketmeksizin, hâlâ kanunî'nin atıfta buulunduğu aynı itibârı koruması da imkânsız hale gelmiştir.

o zaman da ne olmuştur?

türk toplum ve ahâlîsinin temel direği devlet, teknik, ilişkileri ve sosyal işleyişin akışını hızlandıracak kolaylaştırıcı bir rol üstlenmekte âciz kalmıştır.

meselâ, türk devleti, medeniyyetin en ilkel ve basit mekân örgütlenmesi olan trafiği düzenlemekten âcizdir. meselâ, türk devleti, basit önleyici asayiş tedbirlerini yerine getiremediği için, "olur böyle vak'alar, türk polisi yakalar" mantığı ile kamu düzeni sağlar. meselâ, türkiye'de en kıytırık davâ bile bir seneden evvel bitmez ama adalet mekanizması "hukuk" fikrine o kadar bîgânedir ki, bir kaynananın merhum oğlu adına gelinine karşı açtığı boşanma davâsı, dosya aşamasında baştan reddedilmek yerine, ancak ikinci celsede hâkim tarafından çöpe atılabilmiştir...

türk devleti, o kadar hukuk özürlüdür ki, meselâ bodrum'da veya boğaz'da hayatı zehir eden diskotek gürültülerini kesmeyi becermekten geçtik, ezan bile okuyabilen çalar saatlerin cep telefonlarına kadar düştüğü 21. yüzyılda, ulûfe dağıtır gibi, kaymakamlar aracılığı ile ramazan davulcularına tangır tungur milletin tepesini ütülesinler diye, mahalle tâyin eder.

perspektif medeniyyet ölçüleri olunca, onca avrupa mahmuzlu düzeltmeye de rağmen,
fiilen, türkiye'de devlet nâmevcud bir müessesedir.

gelgelelim, iş "devlet" çatısı altında örgütlenmiş, ülkenin tarihî olarak en kesin ve keskin ekonomik aktivitesi olan siyaset ile belirlenen geleneksel imtiyaz şema ve yapılarının, hem de alabildiğine muhafazakâr esaslar çerçevesinde muhafazasına gelince, devlet, olanca haşmeti ile hortlar.

onun için de, meselâ, kaldırımı işgâl eden hödük dükkân sahibine kimse lâf etmez de, üç öğretmen maaş azlığını yürüyüşle protesto ederse, çevik kuvvetin copunu anatomisinin muhtelif bölgelerinde hissediverir.

türk devleti, 301'e sığınacak kadar medeniyyet ürkeği ve ceberrut bir teşkilâttır!

epeydir, sadece pasif olarak, medenî sayılacak her türlü sosyal, yâni, " birlikte belirlenmiş kurallar dairesinde, birbirini rahatsız edip, engellemeden toplu halde yaşamaya dâir" düzenin bozulmasına seyirci kalma konumunda gözlemlediğim ulu ve yüce ve kaadir ve kadîm devletimiz, nihâyet aktif olarak da zuhur etti geçenlerde...

bu sıralar fazlaca seyyahat ettiğim için ciddî biçimde nerede vu'u bulduğunu takip edemedi isem de, bir mola sırasında uzaktan seyrettiğim haberlerde, gösteri yapan öğrencilerin, bermûtad, allah yarattı demeden polis tarafından coplandığını gördüm.

ve oh dedim... 1 mayıs'ta işçi makûlesine ulu ve yüce ve kaadir ve kadîm gücünü isbat eden devlet, ondan sonra ancak ahmad-i najad denen garâibin ziyâreti sırasında varlığını istanbul'a işkence ederek hissettirebilmişti.

neyse, bir şey eksilmemiş devletten. medeniyyet ile uğraşmaktan yorulup da, kendi kendine çözülüp, dağılmamış, korktuğum gibi...

------
(*) benim bildiğim kadarı ile, "yalnız ve güzel ülkemiz", yeryüzünde çağdaş medeniyyet için ulusal marşında tek dişi kalmış canavar gibi hakâretâmiz bir ifâde kullanan yegâne ülkedir. yâni "resmen", ait olmak istediği medeniyyet kategorisi, devletimizin taht-el şuurunda, bir öcüyü temsil etmektedir.

Thursday, September 11, 2008

katran ve tüy

yavuz'un (tanyeli) editörlüğünü deruhte ettiği, millîci, anti globalist, borderline anti-semitist, paleo-komunist görünümlü katran ve tüy blogunu da, www.katranvetuy.com sitesini de ziyaret etmenizi öneririm.

sadece garfucius arada bir o siteye de inciler saçtığından değil, aslında tüm ulusal ve hattâ parokial tonuna rağmen, yerelde yeşerebilecek evrensel tohumlar arayan bir entellektuel çaba olduğundan.

unutmayalım, benliğini kaybetmeden evrenin ortasında cûş edebilmenin ilhâmına, ege'nin ve akdeniz'in zorba'sı, en güzel emsâldir belki de...

varsın nikos kazancıoğlu "türk düşmanı" oluversin...

--------
p.s.: garfucius katran ve tüye bulanmaktan da pek korkmadığı için, sağcılık solculuk, molculuk üzerine bir takım notlar düştü oraya. isterseniz, bir uğrayınız.
p.s.s.: bu postu yanlışlıkla garfucius'un ingilizce bloguna göndermişim. buraya bayağı (genç nesilin yazdığı gibi "baya" değil!) gecikmeli geldi. sorry.

Wednesday, September 10, 2008

dîne saygı, davul dangırtısına da mı saygı gerektirmekte?

tamam, herkesin dîni, inancı, ibâdet ve bi'atı kendine.

hele ki, bu îman mes'eleleri, gûyâ yüzde 99 küsurunun müslüman olduğu iddia edilen, laik görüntüsüne rağmen fiilen de dînî akîdelerin davranışlara şiddetle yön verdiği, islamî bir toplumda cereyan etmekte ise...

zâten o nedenle şu yüzde 1'den az eksik küsürat içinde kaldığı varsayılan ama sayıca sağlam birkaç milyonu bulan îmansız, ateist, gayrimüslim ve "revizyonist" müslüman nüfusun hemen hemen hepsi, gıcırtılı, hışırtılı, cayırtılı ses abartma avadanlıkları ile okunan ezanlara tahammülü bir birlikte yaşama görevi saymakta değil mi? (*)

üstelik, bilhassa sabahları, her câminin şafağı bir başka zamana denk gelip, yüzlerce minare hoparlörleründen, yarım saat boyunca non-stop ezan okunduğu halde!..

oysa, ezan teknik amplifikasyonla değil, doğal sesle ve makâmına uygun okunduğunda, rahatsızlık bir yana, huşû veren bir ibâdet dâveti. ne yazık ki, dînî her türlü uygulamayı, irdelemeden kutsal addetme huyumuz yüzünden, o geleneği yaşatabilecek müezzinler de yetiştirilememekte artık. tıpkı, beton fetişizminde kurban edilen klasik câmi mîmarîsi gibi...

neyse, ortaya atacağım konu, ezan veyâ câmiler değil. dedik ya, onlar beğeniden bağımmsız olarak kollektivitenin taleb ettiği saygı çerçevesinde, en azından şimdilik, eleştiriden muaf kalmakta.

ama, allah rızâsı için... ramazan davulu denen ilkellik alâmeti garâbenin, yok islâmî gelenek, yok sosyal âdet, yok osmanlı tarz-ı hayatına nostalji vs. gibi abuk gerekçelerle, yurt sathında dangır dungur çalınmmak sûreti ile milyonlarca kişinin huzur hakkına resmî himâye altında alenen tecâvüz edilmesi, hangi müslümanlık akîdesinden kaynaklanmakta?

-------
(*) burada, laik ülkemizde, millî marşımızın okumadığımız kısmına göre, "şahadetleri dînin temeli" sayılıp, "ebedî yurdumun üstünde inlemeli" diye temennî edilen ezana muhalefet edilmemektedir. karşı çıkılan, ezanın ses estetiği bakımından çirkin ve gereksiz desibel düzeylerine yükselten elektronik amplifikasyon yöntemleri ile yayılması. yâni, değil din düşmanlığı yapmak, garfucius ilgilileri islâmın estetik akîdelerini ihlâl etmeksizin dînî vecîbeleri yerine getirmeye çağırmakta.

Monday, September 8, 2008

siyasî ve diplomatlara vize koyulsun

alamanya'yı müteakiben, bütün evropa'da ilk furya başladığında sıkı mıydı ağzımızı açalım? cunta kesiverirdi dilimizi maazaallah! tam 12 eylül ertesi; kimi canı kurtulduğu için memnun, kimi canını kurtarmak için köşe bucak gizlenmekte idi. bazıları "arayış" içindeydi, bazıları aranış...

aranıp da bulunan, ayvayı ne kelime, copu, yediği ayvanın bedeni terkettiği noktadan yemekteydi... gerçi, bol yıldızlı üniformasını siyaset aşkına soyunan adamın biri, sonraları "niye cop sokalım efendim? elimizde aslan gibi delikanlılar vardı; bir şey sokacak olsak onları kullanırdık," yollu demeçler verdi amma, siz ziyafeti sunana değil, yeyenlere sorun yine de...

neyse, konu 12 eylül'ün vatana, millete, derin umumî neşriyat müdürlerinin canını kurtarmaya faydaları değil.

zâten 12 eylül'ün öyle ya da başka türlü, bir faydası da yok, olmadı da (*).

burada konu, evrupa ülkelerinin türklere uyguladıkları vize karşısında, ulu ve yüce ve müstesnâ, ebed-müdded, 16. ve son türk devletinin, kendi öz-be-öz vatandaşlarının hakkını davulcu öksürüğü sayan tutumu karşısında, sayın vatandaşın davulcu öksürüğü kadar bile hükmü olmayan etkisi ve tepkisi. aslında, lâfı fazla uzattım. "olmayan etkisi ve tepkisi" desem yeterdi.

kulunuz garfucius ,12 eylülün uygun ses aralıkları da dahil, çeyrek asırdır, türk diplomat makûlesinin milleet mmenafîine sadâkatine sonsuz güvenini hep ifâde edegelmiştir. garfucius'a kalırsa, türk dışişleri bakanlığının türk vatandaşlarına uygulanan vize gibi bir problemi aslâ yoktur. haydi, o kadar abartmayalım: vize sorunu, aziz türk hariciyesi için, ancak başka bir konu görüşülürken "ama siz de bize kötü muamele ediyorsunuz, canım," diye mırın kırın ve mızmızlık ederek, pazarlığı sündürebilecek bir koz olarak, müzâkere için lâzımm arsenal bünyesinde, bir ucuz koz olarak işe yarar. o kadar...

hâriciyenin zerre kadar umurunda değildir, sarı çizmeli âfet hanım veya beymen takım elbiseli vatandaş mehmet bey'in konsolos binası önünde sürünmesi, evropa gümrüklerinde vebâlı sığır gibi tecrit muamelesi görmesi.

diplomat kardeşlerimiz, kırmızı pasaport hâmili olduklarından, o kuyruklardan külliyen muaftırlar. eh, daha yüce devlet erkânı da kırmızı pasaport taşır, onun bir alt kademesi de durumu yeşil ile idare eder. binaenaleyh, devlet kadrosunun vize ile pek de öyle vahim bir pratik sorunu yoktur.

eh... el, elin eşeğini türkü çağırarak arar demiş atalarımız... kendisi vize sorunu yaşamayan memur diye tanımlayabilleceğimiz diplomat da, diplomasinin başındaki siyasî irâde de umursamaz tabii ki âfet hannım ile mehmet beyin derdini.

o yüzden de, evropa birliği "huuu, muhterem türkler, siz şu vizeden rahatsız değil misiniz yahu? bakın, öteki aday-maday memleketlerle oturduk, giriş-çıkışları kolaylaştırıyoruz, haydi siz de buyurun," diye dâvet ettiğinde dahî, hariciyecilerimiz tenezzül edip böyle bir basit mes'eleyi çözmek için masayı teşrif eylememişler.

üstâd-ül mücerridîn ve dahî reis-ül şûra-yı matbuat, oktay ekşi hazretleri bile bu hal-i pûr melâlden haberdâr değilmiş ki, geçenlerde pek kızmış, ver yansın etmiş yüce 16. ve son türk devleti memurinine. hani, vural öger avrupa parlamentosunda sormuş, türklere niye kolaylık uygulanmadığını da, olli rehn de cevap vermiş "biz vizeyi kolaylaştıralım diye türk hukûmetini çağırıyoruz, onlar masaya gelmiyorlar," diye... işte onun üzerine üstâd, vize konusunda avrupa bizi fıştıklasa da bizimkilerin ayak sürümesinden şikâyetçi olmuş.

gelmezler, üstâdım, gelmezler masaya. ve olli'ciğim, sen de duy: gelmezler...

adamlara dert değil ki...

dahası ve de beteri, vergileri ile onların menfaatini korusunlar diye maaşlarını ödedikleri hariciye memurlarının ne yapıp ne etmedikleri de, aziz ve muazzez milletimin derdi değil. gûyâ, milletin gözü kulağı olması gerekirken, avanta-lavanta mes'elelerinden başını alamayan medyanın, hiç değil - velev ki olli ağabey gibi dostlar bir lâf etmesin.

iki gol yeyince tecâvüze uğradığını sandığımız millî gururumuzu pek de okşadığı söylenemeyecek olan şu çeyrek asrı aşkın ızdırâb; yani şu vize mes'elesi, ne zaman çözülür biliyor musunuz? tüm ülkeler ingiltere kralllığı gibi, diplomat, bakan, çakan, tutan kazımadan, cümle türk vatandaşlarından vize taleb ettikleri gün.

yoksa, muazzez türk milletinin vatandaşlık bilincine erip de, vize kuyruklarında ve yabancı gümrüklerde çektiği sefâlet ile uğraşacak esas sorumluların türk dışişleri bakanlığı olduğunu kavrayıp, hakkını aramasını beklerseeeek...

-------
(*) 13 eylül 1980de ortalığı süt liman eden ordunun elindeki cümle imkân, 11 eylül günü de mevcut idi. siyasilerin biri bile de "anarşi ve terör ile mücadele" konusunda orduya karşı çıkabilecek güçte değildi. eksik olan neydi o zaman, ne değişti 48 saatte?

Thursday, August 28, 2008

ilhan berk

eski bir han kapısı

hani sana eski bir han kapısı göstermiştim
ölümün sanki çağdaş bir cesedi gibi kaldı sende
bakamamıştın hani
belki benim, belki de kendi bırakılmışlığın geldi aklına
ölümüm belki de.

(ilhan berk, kül, 1978)

bodrum'dan, dünyanın tüm hakîki madinalarından ve güzel şiirlerden hemşehrim ilhan hocamıza güle güle.

...........
ben ki o kadar çok sevdim
yıkıldım ki o kadar
bir cehennemim artık.

...........
varsın ol be hocam! bize dünyayı cennet yapmak için şiirler bıraktın, duyguların cehennemine serin nefesler üfledin ya, cehennem de olsan, mekânın gönlümüzde cennet.

güle güle, ölümde bile.

kâğıt kaplan rusya

urusya, kafkasya denen o ezelî cehennemi birbirine kattı. burnumuzun dibinde olan bitene biz de kovboy filmi seyreder gibi baktık ya; şimdi tv'lerde, gazetelerde bil-umum ukalâ (1) ahvâl-i dünya hakkında ahkâm kesmede.

bende hazreti eyyûb sabrı olmadığından bu emvâl konuşmalara 12 saniye falan, yazılara da ancak üç satır takılabilmekteyim.

bütün bildiğim şu: yaklaşık 10 sene önce, boris yeltzin votka şişesinde boğulup, sekreterlere parmak atarken, urusya eski gücüne kavuşsun, bir istikrar unsuru olsun diye debelenen, onu hiç yoktan, sırf soğuk savaş edebiyatı uğruna, g-8 üyesi falan yapan ve yapılmasına alkış tutan hemen hemen herkes, şimdi parmakları (2) ağızlarında, vladimir putin'i ve henüz ilk adını dahî öğrenmeye tenezzül etmediğim çömezini fenâ halde ayıplamadalar.

merâk etmeyin, millet... urusya halâ kâğıttan kaplan.

şimdi ulu strateji uzmanları bu lâfı duysa, ya küfrederler, ya burun kıvırıp geçerler amma, 1980'lerde immanuel wallerstein "sscb çökecek, dağılacak" dediğinde, ona gülmüşlerdi. halbuki üstâd, bir yola, bir de trene bakmış, ufuktaki uçurumun kaçınılmazlığını görmüş idi. sscb, kapitalist evrenselliğin 1970 başlarındaki dönüşüm bunalımından sonra, o sistemin tâlî parçası olmuş, arkaik devlet yapısı ile, ekonomik iyileşme yerine silah yarışına dalınca da, burun üstü çakılmış idi.

putin'in urusya'sı, bir bakıma daha avantajlı; bir bakıma o kadar dahî talihi yok.

bir kerre, urusya, dünyanın neresinde bilen yok. yeltzin zamanında kürekle dağıtılan dolarlara rağmen, kapitalist bir gelişmeden söz etmek imkansız. dolayısıyla, bir zamanların uzay yarışçısı ülkede, teknolojik gelişme de patetik.

yeltzin döneminin temel sanayii olan yolsuzluk, putin'in "bu memlekette mafyalık (3) yapılacaksa, onun da iyisini biz yaparız" siyaseti ile, devlet şemsiyesi altında bir oligarşiye dönüşmüş durumda. hiç bir oligark tek başına devlete (4
) karşı koyamayacağı için de, ekonominin kâbesi yine kremlin...

bir zamanlar yeltzin'in arkasına takılıp, kızıl ordu tanklarına kafa tutan moskof ahâlisi, bu hürriyetçi kahramanlığı izleyen vahşi özel teşebbüsçülük, çeçen mafyası vs. gibi sosyal güzellikler ile taçlanan bir dizi sefâlet günlerinden sonra, ekmek elden su gölden, kaadir ve kadîm devletin inâyeti ile geçindikleri gomonizma çağını andıran putin kıyakçılığı uygulamasından gâyet memnun. tipik despotik hegemonya modeli içinde, devletlû oligarşi, "orta sınıf" ahâliye de, odun, kömür, votka, makarna, iş-güç bir şeyler sağlayarak, memnuniyetsizliği asgarî, itaati azamî seviyede tutma marifetini göstermekte.

zâten, çok konuşanın da sesi kesilmekte. mâlûm, rus mafyasının âdeti önce ateş edip, sonra sual sormak. ölü cevap vermeyip de kafanızı kızdırırsa, üç-beş daha sıkıp, veyâ bir başkasını da öldürüp, hırsınızı alıyorsunuz. oh, kekâ!..

ve de urusya'nın tek reel gücü, petrol ve gaz (5). çoğunu, çar zargana devrinden kalma teknolojisi ile yeraltından bile çıkarmaktan aciz olduğu petrol ve gaz...

onu da, satamadığı zaman, memleket resmen aç kalacak. ve o despotik saadet zinciri, kopmasa da, hayli incelecek. aynı zamanda, oligarşinin mutluluğu da sarsıntı geçirecek.

ya "rus petrol ve gazına bağımlı" batı avrupa ne olacak?

hmmm... her halde batacak, yok olacak. ortaçağın veba salgını ya da 1945 yıkımı gibi felâketlere dûçâr olacak... insanlar sokaklarda birbirini yiyecek...

dedim ya, sonunu dinlemeye veyâ okumaya sabrım yetmiyor ama, bu tür senaryolar kulağıma çalınmıyor da değil.

neyse, ben size de onca ukalâya da söyleyeyim; kapitalizmin tarihî performans sicili, öyle gazla, tuzla yıkılabilecek bir sistem olduğu intibâını vermemekte doğrusu. altı yıl, hem de güçlü, kapitalist rakiplerle savaşabilecek petrolü bulabilen alman askerî mekanizmasının becerisini, emîn olun, avrupa'nın sınaî-ticarî-malî konsorsiumu da sergileyebilecektir.

abd ve evropa, 10 yıl önce kendi anlamsız korkuları dolayısıyla büyüttükleri arsız ve azgın bir pitbullun kaprisleri ile uğraşmaktalar... şimdilik!..

en uygun zamanda, pitbullun keskin dişleri törpülenecek, tasması biraz daha kısa bağlanacak; yeni çapına alışsın diye de, önüne osetya, abhazya emsâli, (6) bir-iki ufak kemik atılacak. etrafındaki çitler yükseltilecek, korusun diye verilen alan ise, gitgide daraltılacak.

buna karşılık, urusya, tıpkı 19. yüzyıldaki gibi, medeniyyet treninin yük vagonuna kaçak yolcu misâli tıkışıp,
tarih yolculuğuna mecburî bir safra olarak devam edecek.

bu arada rus yayılmacılığının tarihine, sovyetik dönem de dâhil, bir göz atın bakalım, koca ayı, önünde doğru dürüst, dişli bir enngel gördüğünde frene köküne kadar basmış mı, basmamış mı?

boşuna mı dedik kâğıt kaplan diye?.. gücü anca yeter garip gürcü'ye.

-----------
(1) memlekette garip bir psikoloji hâkim bir on yıldır falan... herkes, hoşuna gitmeyen ne duysa "aşağılandığı" kanaatine kapılıyor. vay canına! ne kendine güven ortamı be! şimdi ukalâ kelimesinde de tahkîr kıraat ederek, (hani, gözde deyişlerden ya "okumak", garfucius' a da kıraat eylemek yakışır elbet) zıplayıp, hoplayacak birileri de çıkabilir elbet... hâşâ yâ huuu!.. ukalâ, âkilin, yâni akıllının çoğuludur, o kadar... gerçi bizim entelecent-ziyamıza akıllı demek de bir tür hakâret sayılabilir belki de, bir düşünmek lâzım...
(2)
boris'inkiler değil, kendilerininki.
(3) burada imlâ hatası yok. ruslar mafia demez, mafya der.
(4)
yani; ismi ne diye değiştirilirse değiştirilsin, kgb'ye.
(5) tabii, rusya da elinin altında, iran, afganistan gibi ateşli iltihâb bölgelerini çomaklayarak batının rahatını kaçırabilecek kozlar tutmakta. rusya'nın bu kadar şişip, kendini yeniden büyük oyuncu sanmasında en önemli etkenlerden biri, tabii ki g. walker "yürüyesice" bush... dünyanın böylesine beceriksiz bir kuklanın elinde kalması, moskova'nın önünde de, beklemediği bir ferah avlu yarattı. rusya'nın iran ve afganistan'da bulduğu hareket marjları da, bush'un çuvallamalarının sonucu.

(6) rusya, türkiye'nin (daha doğrusu, denktaş'ın) kıbrıs'ta yaptığına benzer bir emr-i vâkî ile, hemen tanımasa, dünya diplomatik makinesi, bir şekilde gürcistan'ı da kollayarak, zâten bu kofti devletlere özerklik, mözerkliik kotarırdı da...

Sunday, August 24, 2008

garfucius buyurdu...

deniz feneri, su ile aynı seviyede ise, ancak yakamoz kadar işlev görebilir...

Wednesday, August 13, 2008

çukur mukur yerleri dolduralım da...


ege cansen'in hürriyet'teki sütununda mng holding'in bodrum güvercinllik'teki pina yarımadasının kıyılarını, otel yapmak bahanesiyledümdüz edercesine doldurmasını, bırakınız aklamayı, öven, teşvik eden ve uydurma verilere dayanarak deniz doldurmanın doğayı tahrib etmediğini öne süren "daha fazla deniz doldurulmalı" başlıklı zırvalarını dehşet ve ibret ile okuyunca, yine geçmişin izlerine daldım. bundan 15 yıl önce merhum belediye başkanıı emin anter ve demiryolları, limanlar havalimanları genel müdürlüğü elele verip bodrum limanını 12 metre doldurarak "onarmak" (1) niyetiyle yola çıktıklarında, sıkı bir mücadele başlatıp, tâmirâtın mâkul ve sağlam bir boyutta yapılmasını sağlamak konusunda epey çaba sarf etmiştim. aşağıdaki "baldızlar ve çukurlar" adlı yazı, o mücadelenin matbû cephânesinnden biri idi.


eğer lağım kanalına dönüşmemişse, bir tek deresinden su akmayan; gölleri, nehirleri çöl olmuş; umut diye sarıldığı gap gibi dev projeleri, çevre bilinçsizliği yüzünden salamura edilmiş (2); ormanlarının yanmayan kısmı, ya otel binâları ya golf delikleri ile tecâvüze uğramış bir toprak parçasının, ancak, ege cansen gibi, ömrünü paraya vakfetmiş insanları entellektüel sayan bir hâkim kültür ile bu hâle dönüşebileceğini çoktaaaaan öğrendiğim için, bu doğaya hıyânet belgesine şaşırmadım..


ona-buna tahsis edilen ormanların, sulak alanların, golf sahalarının vs., 70 milyon aslî sahibinden sadece biri olarak, yıllardır çıktığı kadar sesimi yükseltmekteydim. ama değil mi ki, kahîr ekseriyeti zâten ondan, bundan ve benden gaspedilen "kamusal alanlar" üzerine dikilen gecekondularda yetişen, en azından orada yeşeren kültürün küf ve mantar gibi sardığı bir zihin ortamında büyüyen, eğitim gören bir insan topluluğunun alâmeti üstünde ben de aynı kıyâmete doğru yol almaktayım, sesim de, üzerinize âfiyet, ancak davulcu öksürüğü kadar duyulabildi ise duyuldu.


bîl umum kulağı duysa da, ruhu sağır vatan evlâdına ve vatanı üzerinde biriken dolarla tanımlayan kalem suvârilerine bedduam şudur ki; vermeye allah gecinden versin de, sizin de üstünüz toprakla dolarken, benim şimdi hissettiklerimi hissedesiniz, evrenin meçhul bir köşesinde...


sayelerinizde, memleket sengi cümle betondan bir mezarlığa dönmekte zâten.


buyurun, şimdi yazıyı okuyalım:


baldızlar ve çukurlar


bilmeyenler kaldıysa, onların da tv reklam ve dizilerindenöğrendikleri üzere, askerlikte eğitim koşuları, “yaylalar, yaylalar” türküsünün aksak ritmine, matara tıkırtısı, tüfek şakırtısı, postal patırtısı ile tam teçhizat makam tutarak yapılır. brüt 90 gün sürdüğü için, bizim dönemin erkeklerinde nisbeten az anısı kalan “vatan görevinden” benim hatırladığım episodlardan biri, türkülere dairdir. “yaylalar”ın bitip tükenmeyen yaygarasından gına gelmesi üzerine, bölüğümüzün girişken er'atı, bir başka türkü eşliğinde koşmaya emir ve müsaade çıkmasını sağlamıştır. bu türküden, benim aklıma, sadece şu nakarat nakşolmuştur:


aman baldız olmuyorsa olduralım,

çukur mukur yerleri dolduralım...


***


her ne kadar erkeksiliğin ağır bastığı folklor hazinemizdeki baldız motifinin, erkek egemen toplum ve aile yapısı ve bu yapı içinde yetişen özellikle erkek bireylerin seksüel açlıkları ve yetersizlilleri perspektifinden ele alınması, lezzetli soslarla süslenebilecek bir sosyolojik araştırmayı ilham eylese de, bu yazının konusu baldızlardan ziyade, çukurlar ve hatta doldurmak fiilidir. baldızlar bir meslek trükü olarak, gavurcada “come on” tabir edilen şekilde, okuyucunun dikkatini çeksin diye başlığa çıkarılmışlardır. bu meyanda, kamunun baldızlara

düşkünlüğünden istifade edilirken, aynı zamanda, bu düşkünlük, ilmen bir kez daha kanıtlanmış da olmaktadır.


çukurlara gelince, anlaşıldığı kadarı ile halkımız baldızlara gösterdiği hassasiyeti çukurlardan esirgemektedir. ya da, çukurlarla, baldızların birer seks objesi olarak, gerçek veya muhayyel mevcudiyeti tahtında ilgilenmekte ve çukur mukur yerleri doldurmak, ancak baldızlar muvacehesinde öncelik kesbetmektedir. nitekim, yurt sathında, yollarımızın hal-i pür melali, bu gözlemi teyid etmektedir.


yine de, baldızlardan bağımsız olarak doldurulan çukur mukur yerlere de bazı bazı rastlanmaktadır. yüzyılların mimarî kültürünün estetik mirası asırlık yalıların, taş evlerin yerlerine çok katlı kerpiç gudubetler dikmek uğruna kazılıp, anında betonlanan temel çukurları gibi...


demek ki, milli kültürümüzde doldurulası çukurlar kadar doldurulmasa da olur çukurlar bulunduğu anlaşılmaktadır.


***


türküde, baldızlarla çukurların ortak paydasını oluşturan “doldurmak” fiili de, tıpkı baldızlara olan folklorik düşkünlük gibi, sosyo -psikolojik incelemeler için engin bir derya sunmaktadır. evli erkeklerin, eşlerinin kız kardeşlerine yönelik zaafları kadar, resmi sıfatlı şahısların orayı burayı, çukur mukur, deniz meniz, plaj mlaj, kara mara demeden doldurma heveslerinin ardındaki patolojik nedenler de, ele alınmayı beklemektedirler.


mesela, doldurma temayülünün psikoseksüel gelişim sürecindeki aksamalar ile muhtemel bağıntısını saptayacak bir test, hem bilime, hem bu şahısların yönettiği mekânlarda yaşayan bizlerin günlük hayattan beklentilerimize ışık tutabilecektir. bu tür bir turnusol yoklaması, biz seçmen sürüsünü yetkililerin denizi doldurup beton kıyılar düzmek tutkuları ile, seksüel argodaki dümdüz etmek deyiminin içeriği arasındaki olası ilişki konusunda aydınlatabilecek ve bilumum düzleyicilerin bu özelliklerinin, erkeksi yönü ağır basan köylü düşünce tarzından doğup doğmadığını tartarak oy vermek babında bazı ölçütler sunabilecektir.


***


esasen, baldızların enişteleri ile oynadıkları veya oynamak isteyebilecekleri kova kürek oyunları beni hiç ilgilendirmemektedir. buna dair türkünün dahi, sadece nakaratı nadiren belleğimi yoklamaktadır. bir motosikletçi sıfatıyla, yollardaki çukurlarla ilgim ise, kaçılmaz ve kaçınılmaz bir dikkat-sabır- küfür dairesi içinde sürmektedir.


iş doldurmaya gelince...


fiilin nesnesi deniz ve kıyılar ise, tüylerim diken diken olmaktadır. hele aklı, mantığı, çağdaşlık bilincini, bilimi ve doğa estetiğini dümdüz ederek, ırzlarına geçen uygulamaları, oylarımızla makamlarına diktiğimiz, üstelik kimi de diplomalı cahillerin gerçekleştirmeleri, şiddetle kanıma dokunmaktadır... dünyadan bîhaber olmayı fazilet sayan bu okumuş köylülerin uzmanlık tanımaz yozlukları, estetik fukarâsı hoyratlıkları, bana, insanların kulakları arasında da dibine ulaşılması imkansız abyssler (3) olabileceğini düşündürmektedir...


----------

(1) bilenler bilir, bodrumcada onarmak fiilinin pek de terbiyeli sayılamayacak ve sanırım, artık, âşikâr olan bir anlamı daha vardır da... yok canıım, ben öyle kötü şeyler yazmam; bilin istedim sadece.

(2) meşhur gap sâyesinde çin kadar ziraî üretim yapmayı umduğumuz güney doğu ovalarında hektarlarca toprak, daha sulama projeleri yarılanmadan tuzlandı ve tarım arazîsi vasfını kaybetti bile.

(3) abyss: dipsiz çukur