Sunday, September 30, 2007

dikkat! asıl post aşağıda...

benim acemiliğim... blogger.com'u doğru dürüst kullanamayınca, sıralama karıştı.

bugünün "post"u birkaç sayfa aşağıda; 'yetti lan bu "mahalle" ağızları' başlıklı yazı. lûtfen onu okuyunuz...

Thursday, September 27, 2007

efendi gibi eleştirmek

hani, her hangi bir uyarı, duyuru, okuma ya da tecrübeden ders mers almaları mümkün değil (*) de, cumhuriyet halt fırkası yetkilileri, ankara hukuk fakültesi dekanı metin feyzioğlu'nun, sakin ve sağduyulu görünümü ile tayyib efendi & co. & gülsuyu organizasyon içinde bir sabite (constant) işlevi yapan dengir mir mehmet fırat ile yaptığı fikir teatisi (**) sonunda ortaya çıkan somut ve yararlı görüşleri takip etseler, doğru izi de bulup, neyin münazara edileceğini kavrarlardı belki... ama ne niyet var ne kaabiliyet.

feyzioğlu hoca, taslaktaki "genel adap" zırvalığının açacağı sorunlar ile, yüksek yargıyı siyasetten uzak tutma gereğini vurgulamış. fırat ise, "siz de bir teklif hazırlayın, onu da kaale alalım" demiş. kimse de "kaç paraya satın aldınız lan?.." edasında tophane ağzıyla anyasa taslak kumpanyasına çatmamış...

bu arada, ciddi olarak, anayasada değil hukukun her hangi bir bağlayıcı metninde bile "genel ahlak, adab-ı umumî " gibi abuk subuk, tarifi imkânsız ve herkesin her istediği yere çekebileceği muğlak, içi boş kavramlar arkasına saklanıp, başörtüsü, sarık ve/veya malezyalaşmayı aradan kaynattırarak legalize etme numaralarını da kimse yemez haa... anayasa ile öyle laba luba, laga luga ile oynarsanız, er geç 21 ekimde yaşayacağınız "seçeceğimiz 11. cumhurbaşkanı hangi 11. cumhurbaşkanı olacak?" gibi abuş durumlara da alışkanlık kesbeder, kuyruğunu yutmuş yılan gibi debelenir durursunuz, yaaa... benden uyarması.

---------
(*) mümkün olsaydı, baykal yerine, ondan da beter bir şirretlik edası içinde, siyaseti her şeye ve herkese çemkirmek sanmakta şampiyon haluk koç'un adı lider adayı diye geçer miydi?
(**) alış-veriş... hangisi daha lafa benziyor?

angarya

muhterem cumhuriyet halt fırkası sever halkım... gerçi örgütünüz de, lideriniz de hakkında laf etmeye değmez siyasi unsur arasında da, artık adam sade siz sadık üyelere/taraftara eziyet etmeyi bıraktı, "kamu zararlısı" halini aldı.

en son, daha bütünü hatta nüvesi ortaya çıkmayan, hakkında dedikodu ötesinde bir şey bilmediği ama her fırsatta gübre attığı taslak metni hazırlayan ergun özbudun & sivil anayasa kumpanyasına çatmaya başladı. ne imiş, adamlar (ve bizim serap yazıcı hanım) korkunç bir şey yapmışlar... ne yapmışlar? onlara anayasa siparişi veren iktidar partisinden, çalışmalarına mukabil, para almışlar! ne ayıp! ne hiyanet! ne dalalet! ne cinayet!

halbuki, siyasi bir müşteriye, akademik nitelikte bir iş yapıyorsan, bundan para alamazsın. cumhuriyet halt fırkası başkanı, doç. dr. deniz baykal'ın vakt-i zamanında yaptığı üzere, bir rapor hazırlar, parti büyüklerine arzeder ve şansın da yâver giderse, ikbal basamaklarını tırmanmaya başlarsın. nitekim, deniz bey aynen öyle yapmış, ismet (inönü) paşa, bülent ecevit aracılığı ile eline geçen rapor hoşuna gidince, baykal'a partide güneş doğmuştur.

baykal siyasi hayatı boyunca hiç bir işe yaramadığı gibi, hiç bir "" de yapmadığı için (*), her ne kadar gûyâ emekten yana bir partinin başında da olsa, insanların harcadıkları zaman ve gayret karşılığında ödül olarak ikbal vaadi yerine, çok daha objektif bir değer olan "para" aldıkları modern çağın da hayli gerisine kaymakta anlaşılan.

deniz bey açsın da, 12 eylül faşizan dikta döneminde yapılan yürürlükteki anayasamıza bir baksın. alternatif taslaklara bu kadar bozulduğuna, kendileri de bir yenisini sunmadıklarına göre anlaşılan pek memnun olduğu o otoriter hatta totaliter mantık ile yazılmış metinde dahi, "angarya", yani millete bedava iş yaptırmak, yasaktır.

baykal farkında olmayabilir ama, anayasa taslağı yazmak, bir ""tir. üstelik, bayağı da zihni ve bedenî çalışma gerektirir. ve sosyalist enternasyonal üyesi siyaset esnafı, sahiden emekten yana ise, çalışanlar "para aldılar" diye yaygara yapacağına, "para verdiniz mi?" diye çalıştıranı sigaya çekme durumundadır.

tabii, cumhuriyet halt fırkası için "beyin" vücudun bir aksesuvarı, zihnî çaba da "efkâr" sınıfında hoş bir boşluk ve "emek" 19. yüzyıl modeli beygir gücü harcamaya dayalı enerji tüketiminden ibaret ise, o başka...

neticede, başta söylenen, sonda bir daha doğrulanmakta, cumhuriyet halt fırkası da lideri de lafını etmeye değmez siyasi unsur arasında! siyasi mevta fırka "at eşşek yönetmek" kökünden gelen siyaseti bâri doğru dürüst yapacak kaabiliyet olsa, insanların emek karşılığı ödüllendirilmelerine parlayacağına, harcadıkları emeğin ürünü, yani, özbudun taslağının içeriği ile uğraşır.

-----------
(*) 12 eylül zoraki tatili zamanında iş yapar gibi yaptı ise de, muhtemelen. temelde yine eski siyasi bağlantılar ile devran dönmekte idi.

Wednesday, September 26, 2007

yetti lan bu "mahalle" ağızları

benim talebe hatırlamıyor, onlara söyletilmemiş... bizim çocukluğumuzda bir marş vardı:


türk çocukları, türk çocukları
gözler ileri, başlar yukarı
yarınki hayat yurt ufukları...


diye giden, faşizan tek parti anlayışının "her türk asker doğar" mantığı ile bileşkesinden türeme, zihinlere üniforma giydirmeye yönelik bir şartlama - endoktrinasyon geleneğinin ürünü, adı da zaten "marş" olan ruh fukarası bestenin güftesi de bir yerinde şöyle sürmekte idi:


çocuklar aziz vatan malıdır
yardım görmeli bakılmalıdır.


hani, mala, davara, eşşeğe, bineğe yemini, arpasını, suyunu verirsin de bakarsın ya... aynen öyle, "mal"a bakacaksın ki okusun büyüsün... ezberini öğensin, vatana millete hayırlı evlad olsun. ama kendine hayrı dokunan bir birey olması şart da değil. öyle kendi başına, aklına gelen her şeyi falan da düşünmesin. yurt ufuklarına "büyüklerini sayıp, küçüklerini severek", mevcutlu ve denetimli şekilde açılsın ki "varlığı türk varlıüına armağan olsun"...


cumhuriyetin pedagojik mantığı, "teb'â devleti içindir" düsturunu ilkokul seviyesindeki, artık "kul" olmaktan kurtulan ancak da "mal"lığa terfi eden küçük "uyruk"lara böyle aşılamakta idi...


şimdi de, entelecentsiyamız "mahalle baskısı" dolayısıyla aziz halkımızın bir bölümünün başörtüsü bağlamaya zımnen zorlanacağı, diğer bölümü de, modernist kesimlerin gizli kınaması sonucu vatan evladının dinden, imandan, ibadetten mahrum kalıp soğuyacakları korkusunu gütmekteler...


garfucius (ingilizce) yazdı: 19. yy bilgelerinden (1) alman sosyolog ferdinand tönnies'in saptadığı üzere, mahalle baskısı gibi insanı sosyal olarak üniform-ist yörüngelere yönlendiren belirleyici mekanizmalar, yüzyüze, tanışıklık boyutu yüksek ilişkilerin fazla da karmaşıklık arzetmediği, bireyi kontrol eden süreçlerin gayet sıkı işlediği, küçük ve kapalı "cemaat" (gemeinschaft) türü topluluklarda yaşanır. daha karmaşık, kalabalık ve kapsamlı cemiyetlerde (gesselschaft) ise, yüzyüze ilişkiler çok daha sınırlı, kişilerden/kişiliklerden bağımsız, kurumsallaşmış, genelgeçer bazı kurallara bağlanmış anonim ilişkiler egemendir. insanlar, dar köylü mekânlarda adam adama markajı andıran bir sosyal denetim yerine, daha çok, karmaşık bir örüntü içinde birlikte yaşamayı düzenleyebilecek kadar geniş kapsamlı, menfaate rasyonel düşünme yöntemi ile ulaşmayı öngören, medenî", (yani şehirli, asla da "kentli" değil) ve şehir ruhu dolayısıyla içselleştirilen normlar (kurallar) çerçevesinde hareket ederler. normların uygulanmasında umum (2) menfaati adına devlet gibi bir otoriter unsurun münhasıran (exclusively) kullandığı yaptırım gücü, çevreden gelen kınama-onaylama zincirinin yerini alır.


özetle, birey nasıl davranacağına geleneğe, dine, duyguya, metafiziğe göre değil, normların bilinci ile, kendi mantığına dayanarak karar vermek durumundadır. mantık, illiyet (3) atfetme bağlamında, hemen hemen her yaratıkta mecburen bulunan bir özelliktir. gesselschaft, karmaşık bir yapıyı simgeler. ilişkiler ne denli karmaşıklaşsa da, uslamlama (akıl yürütme) yöntemi, matematik ölçütlere uyarlanarak "rasyonalite" boyutuna erişmiş olmayan kişiler de toplumun bir parçası olarak o karışım içinde mevcutturlar. dolayısıyla, karar vetiresinde yine din, gelenek, adet, töre gibi düşünce ve davranışı kollektivize ve uniforme etmeye yarayan müesseselere atıfta bulunan kişiler de tabii ki etrafta var olabilirler. ancak, değişmeyen şudur ki, ne yapacağına ilişkin nihaî kararda belirleyici, insanı çevreleyen topluluğun tercihleri değil, bizzat kendi bilgisi ve ona dayanan iradesidir.


ayrıca, ilişkiler ne kadar cemiyete özgü anonimite çerçevesi içinde yürüse bile, elbet de insanın daha dar anlamda cemaat oluşturduğu, aile, dostluklar v.s., bir kaç yakın ilişki örüntüsü de daima vardır. her grup, kuralları ile birlikte varolduğu için, onlar da kişi üzerinde hem sınırlayıcı, hem yönlendirici etkiler yaparlar. burada önemli unsur da, insanın o dar çerçeve içindeki varlığının ne ölçekte mecburî, ne ölçekte gönüllü, ihtiyarî ve iradî olduğudur. bariz şekilde ortadadır ki, gemeinschaft türkçede kırsal diye pası kalaylanan köylülüğe özgü bir sistematik, gesselschaft ise şehirli, medenî bir örgütlenme ürünüdür.


eğer, toplum denen insan yığını, medenî hayatın bağlayıcı harcı demek olan özgün bir kültür geliştiremeden şehir adı verilen mekânlara doluşmuşlar, yanlarında da cemaat tarzı örgütlenmelerini getirip, şehre aynen yamamışlar ve en korkuncu, orada daha önce varolan kültür örüntülerine egemen kılacak biçimde ikâme etmişler ise, çoğu zaman sınıf ilişkilerini dahî aşan bir cemaatleşme şehir mekânı içinde de kendini gösterir. kültür, bir "zihin biçimi"dir. köylülük, o zihin yöntemini, özgürleştirici değil, kısıtlayıcı hükümleri ile tüketmeye başlar, çünkü şehir, sırf mekân olarak bile serbestî çağrıştırır. dar kalıpların alışkanlıklarını zorlar. şehri işgal eden gemeinschaft içinde daralan kafalar, kontrol edemedikleri serbestlikten korkar, muhtelif yasaklamalara girişerek, bir yandan zenginliğini ve diğer nimetlerini sömürdükleri o kültürel mekânı, tanıdık, bildik normlarla dönenbir gemeinschaft çevresine indirgemeye çalışırlar. taşra bu şekilde varoşa evrilir. insanlar, gruplar halinde markalaşır, tekdüzeleşir, özellik ve özgünlükleri tesviye (4) edilir; böylelikle aynılıktan doğan sun'î bir güven hissi yaratılır. şehir, medenî dinamiğini kaybeder, kentleşir.


ancak bu arada şehir de etkisini sürdürmektedir. sırf fizikî zorlamaları ile bile, mesela, kadınları gecekondu mahallesinden çıkartır, nişantaşı'na, çankaya'ya, kordon'a çalışmaya gönderir. o adaptasyon süresi ve de süreci, sosyal bilimler alemimizin evrensel gurur kaynaklarından mübeccel kıray hocamızın sosyoloji bilimine armağan ettiği "tampon kurum ve mekanizmalar" aracılığı ile geçiştirilmeye çalışılır.


bütün bu anlattıklarımda eksik olan tek unsur ise, "birey"dir. birey, bizzat modernitedir. birey, kişiliği, imkanları oranında özgürce gelişebilen insandır. birey, gemeinschaft darallarında gelişmesi çok güç olan bir medenî üründür. bir şehire ait olduğu ölçüde de, kosmopolit, yani her şehrin de hemşehrisi, dünyevîdir. hayatına yön veren kurallar en duygusal oldukları zaman bile rasyonalite terazisinde tartılabilir, gemeinschaft'a özgü metafizik ölçütlerle değil.

demek ki neymiş? mahallenin, köyün vs. baskısından mı çekinmektesiniz? inançlarınızdan başlayarak tüm "bilgi"lerinizi kabullenmeden önce gözden geçirebilir misiniz - çünkü bilgi zaten inançtır, bütün mes'ele, inanmak için yeğlenen ikna yöntemindedir -? kutsal saydıklarınızı ne bahasına da olsa da, seküler bir rasyonalite ile baştan tartabilir misiniz? kendinizi bu "eleştiri"nin merkez odağına yerleştirebilir misiniz? yetersiz bulduğunuz yerde ve takdirde, kendi kişiliğiniz ile de güreş tutabilir, sırtını yere vurabilir misiniz? düşünce, tutum, davranış kalıplarının kolaycı güvenliğini terkedip, düşünme yönteminize sorgulamacılığın kirpi oklarını yerleştirebilir misiniz?

kolay mı sandınız? son 40 yılda bunu sadece hippieler bir ölçüde becerebildi. onlardan önce de pek az filozof çoğunluğun ana kucağından kopup da existentialistler gibi, kendi karanlıklarınnı zihinleri ile ışığa boğmaya cesaret edebildi. medeniyyet, onlardan ışığı kullanmayı öğrendi. şehri medenî kılan zihin yöntemi, post-moş (5) konformizmler ile değil, reddiye (negation) ile umumun içinde özgün yerini bulmayı birey için mümkün kıldı. medenî olmak ile birey olmayı birbirine yakın tecrübeler haline getirdi.

yoksa, o mahalle baskısı dediğiniz olgu, her zaman, her yerde var ve hep olacak. insanlar, hepimiz, her birimiz, kişiliklerimizin direnmeyi başaramadığı noktada ona bir türlü boyun eğeceğiz. bu boyun eğmenin derecesini de, aklımızın sağladığı imkânları ne ölçüde özgürleşme arzumuzun emrine verebildiğimiz belirleyecek. paradigma özgürlük değilse, kimimiz başını zorla örtecek, kimimiz imaj uğruna bilmem ne kafeden çıkmayacak, bilmem ne mağazası dışında bir yerden giyinmeyecek; illa da bilmem ne marka cip kullanmazsa, en önce kendisi kendini adam yerine koymayacak...

eh çıkıyor ortaya değil mi, neden öncelikle türban takma, çarşaf giyme, cübbe-sarık ile dolaşma hakkını değil de kıçını, başını, göbeğini açma hakkını korumak gerektiğini?

--------

(1) az önce tv'de hasan bülent kahraman, tarihî perspektif sana-geldiği eskiye bakış katıklı geleneksel laf kalabalığı içinde "mahalle baskısı" kavramını şerif mardin hocaya mahsus bir kurgu gibi sunmakta idi. mardin hoca elbet de olguya pek de hoş bir ad taktı ise de, tönnies ile sınırlı olmayarak çevrenin birey üzerindeki şekillendirici baskısı ilm-i içtimaiyede (sosyoloji) hayli eski bir illgi alanıdır. ruhiyat-ı içtimaiyede de (sosyal psikoloji) "peer presure" veya grup baskısı gibi başlıklarla, bıktırasıya incelenmiş, kurcalanmıştır. sosyal bilimi medya tatavası sananlara duyurulur. isterlerse veysel batmaz ile yazdığımız "ben ve toplum" adlı kitaptan bir kopya satın alıp, oradan bazı "basic" bilgileri öğrenebilirler.

(2) amme, kamu ama kamunun düşüncesi, "efkâr-ı umumiyye" diye de anılan kamunun "oyu" değil...
(3) aetiology, sebeb-sonuç ilişkileri
(4) aynı seviyeye getirmek
(5) postmodern-ist...

Sunday, September 23, 2007

otuzbirim, kare asım... ah kıprısım kıprısımmm...

kıbrıs ile ilgili çocukluk anılarım, "kıbrıs türktür türk kalacaktır, makarios ittir it kalacaktır" nev'inden selis sloganlarla, sokaklar dolusu nârâlar atarak "nümâyiş" (gösteri) yapan, yıkanmamış, heyecanı hezeyana dönüşmüş, gözlerinden hiddet fışkıran, koyu giyinmiş ve maalesef genç kalabalıklar ile; şahane mezeleri erken yaşta damak tadımı şekillendiren ankara'nın meşhur delicatesseni trakya pazarı'nın kapanmasında somutlaşır. sınıf arkadaşım, babası çiçekçi yanni'nin, mahalledeki izmirli aliko'nun trakya pazarı' nın adını zaten ebeveynlerimden duyduğum, artık da unuttuğum sahibi gibi, pek de ülkeleri olarak benimsemedikleri bir yunanistan'a zoraki gurbetçi gitmeleri de, hep ruhumun bir kıyısında kıbrıs davası ile birlikte uyanan bir istifham (1) olagelmiştir...

kıbrıs, bilhassa türkiye'nin askeri müdahalesinden beri, şu veya bu şekilde benim neslim kadar, izleyen her kuşağın da boynuna değirmen taşından, giderek de ağırlaşan bir kolye gibi asıldı kaldı. kimyevi etkileşimi değiştiren ama kendisi aynen kalan bir katalizör gibi, türkiye'nin modernite ile kucaklaşmasını geciktiren her vetirede (2) ve her olayda doğrudan veya dolaylı ama hep olumsuz bir etki yaptı.

felsefe fukarası bir topluluğun, ancak dağını taşını sömürüp, yakıp, yağmalayıp, beyaz kübik betonlarla kıyılarını örerek "sevdiği" bir ülkede, doğal olarak az gelişen "patriotism" yerine moda kılınan "milliyetçilik" heveslilerine, bazı tarihî veriler ile hatırlatayım durumu:

kıbrıs fatihi eco (bülent ecevit), 1974 eylülünde, harbin orta yerinde, dinci me-se-pe ile ortak hükûmetini dımdızlak bırakıp kaçtığında (3), dünya ölçeğinde adada makul bir çözüm arayışları başlamıştı. ülkenin kasasında da hayli sunturlu bir meblâğ sayılabilecek iki milyar dolar döviz rezervi vardı. bi dakka bi dakkaaaa... burun kıvırmadan önce düşünün ki, aynı tarihlerde yüksek teknoloji, sermaye-yoğun yatırım modeli ile kalkınma hamlesini başlatan taiwan ve kore de, yaklaşık o miktarlarda birikim ile yola çıkmışlardı... ayrıca, kanlı bir (12 mart) darbe vetiresinden yeni çıkan ülke, sınırlanan işçi hakları, modern serbestiler vs. yanında hâlâ iyi kötü ayakta durabilen demokratik kurumları ile kalkınmayı aksatmadan çalışabilir vaziyette idi. ithalatı ikame sanayii bile, rekabetçi bir yapıya yönelmenin eşiğinde idi.

kahraman olarak gömdüğünüz fatih eco hükûmetten kaçtıktan sonra, muhtelif şeyler oldu:

eco'nun koalisyon kurarak meşruiyet kazandırmaktan öte, bir de iktidara taşıdığı me-se-pe (4)önderi necmettin erbakan hoca ve şimdi tayyib efendi & şürekâsı & gülsuyu tarafından çaktırmamaya çalışarak temsil edilen milli görüş mücahidleri, müslüman akıncıların osmanlı devirnde fethettikleri topraklarla bir tuttukları kıbrıs'ta her çözümü kilitlediler. normalde makul bir adam olsa da, iktidar hırsı dışında hiç bir sebeb-i mevcudiyeti varolmayan, yönetimi süresince dökülen kan lekesi hâlâ bile silinmeyen, hükümet gücünün sokaktaki eşkiya ile paylaşılarak icra edildiği o acaip milliyetçi cephe koalisyonlarının mimarı süleyman demirel de me-se-pe'ye ve erbakan'a mahkum olduğundan, sorun kemikleşerek nesil, nesil aziz milletin üstüne yığıldı.

bu arada, ekonomi de bir-iki yılda demirel'in ifadesi ile 2 milyarlık rezervden "70 cent'e muhtaç" hale geldi. ne de olsa, ordu, bir başka toprakta, aktif ve müteyakkız halde hazır durmakta idi ve maliyet muhteşemdi. iki milyar dolar suyunu çekti ve yerine de konamadı çünkü:

1. başta abd'nin askeri alanda ve kongre onayı ile koyduğu olmak üzere, avrupa ve hatta üçüncü dünya ülkelerinin fiilen uyguladığı "gizli" bir iktisadî ambargo, türkiye'nin boğazını cendere gibi sıkmakta idi. erbakan ve askeri müdahaleye "barış harekâtı" adını takan ve bunu da dünyanın yutacağını sanan ecevit, çözümü taviz ve geri adım atma ile eşanlamlı kılmayı, rakiplerini altedecek bir muhalefet taktiği sanan dar görüşlü siyaset esnafı, hiç bir proje üretemeyen türk diplomasisinin mon chér neferleri, konuya sağduyu ile yaklaşmayı bir türlü beceremeyen hamasiyat mahkumu basını, resmi tezi desteklemeyi bilimsellik zanneden ulema vs. ile türkiye'nin son 30 yıllık dış politikasının (apo denen sefil ile birlikte) temel belirleyicisi rauf denktaş her ne kadar "kıbrıs türkünün haklı davası" diye debelenseler de, dünya (5) türkiye'nin kıbrıs'taki varlığını "işgal" olarak görmekte idi. kıbrıs cumhuriyetinin "resmi" başkanı başpiskopos makarios, türkiye'nin hiç yüz vermediği, birleşmiş milletlerde dahi üyeleri aleyhine oy kullandığı bağlantısızlar hareketinin önde gelenlerinden olduğundan, üçüncü dünya da türkiye' yi kazımamaktaydı. hattâ, kıbrıs'ta federe devlet ilan edildiğinde, bangladeş önce tanıdığını beyan etmiş, ankara'da bayram havası yaşanmış ama bandung üyesi dakka, 24 saat içinde tanımadan caymıştı.

2. rezerv para, askeriyenin, kıbrıs'ın ve türk siyasetinin [hac farizası (6) gibi] ihtiyaçlarına harcanınca, teknolojik atılım için kaynak kurudu. enflasyon yüzde yetmişlere dayanmıştı. ülkenin kredibilitesi ekside bile değildi. bu arada, iktidar tekrar, demirel'den apartılan 11 bağımsız ve bir - iki çurçur parti ile kurduğu "yamalı bohça" koalisyon ile eco'ya geçmişti. dünya, kıbrıs fatihinin bir kahramanlık daha yapıp, askeri istila altındaki topraklardan biraz feragat etmekle sorunu çözeceğini umarak, destek vermekte idi. ama eco, artık sadece erbakan'ın değil, demirel'in de baskısı altında idi. "taviz" gibi algılanacağından korkarak, hiç bir çözüme yanaşmadı. zaten merhum eco'nun siyasi özellliği de, sorunları yaratıp, asla çözememesi; üstelik de kendini "enkaz devralan" kurtarıcı gibi yutturabilmesi idi.

asayiş eco devrinde büsbütün bozulup, sağcı-solcu gençlerin cesetleri beşer-onar toprağa verilirken, ekonomi de dibe vurdu. eco'nun sosyal demokrat etiketinin dışarıdan mali destek almasına da yardımcı olacağı sanılmakta idi ama türkiye'ye güven pek cılızdı. topu topu 60 milyon dolar kredi açan aşağı saksonya eyaleti maliye bakanına muhalefet lideri demirel'in taktığı ad ise "aşağı saksonya defterdarı" oldu. bu kesatlıkta, türkiye'nin fecî ekonomik görünümü yanında, 1970lerin başında abd'nin dolar-altın paritesini terki, 1973 petrol ambargosu ve dünyanın bir teknolojik devrim ile çıkacağı krizin çalkantıları, viet-nam sendromunu atlatmaya çalışan amerika'nın siyasi-iktisadi bocalaması vs. de etkendi tabii. ancak, kendimizi aldatmayalım; ekonomik bunalımda temel neden, türkiye'nin devlet-ağırlıklı iktisadi yapısının iflas etmesi idi. nEtekim, 12 eylülün ve turgut özal mangıperestîsinin (7) değiştirmeye çalışıp da çuvalladığı alan da bu idi. neden mi çuvalladılar? yine mesela, kore ve taiwan 1980 başlarında sermaye yoğun yüksek teknoloji satın alıp borçlanırken, yeni tekno-kapitalist sınıfların kendi iktidarlarını boğacağından korkan türk memurin (bürokrat) tayfası, "aman borçlanmayalım" yaygarası ile, mevcud kaynakları populist politikalar için son derece elverişli, eğitimsiz köylü yığınlara şehirlerde istihdam sağlayan emek-yoğun geri teknolojiye harcadılar da ondan...

3. en acısı da, toplumun kültürel tükenişi idi... düşünceden sanata, modadan tatil yapmaya her modern sosyal unsur o ya da bu politik güruh tarafından, "burjuva emperyalizminin yardakçılığı"; "yabancı kuvvetlerin milli kültürümüze vurduğu darbe" veya "gâvur işi" türünden gerekçelerle fiilen yasaklanmakta, hatta, kaba kuvvet kullanılarak bastırılmakta idi. tek boyutlu, müslüman tozlu ama alabildiğine taşra bağnazlığı kokulu bir (köy değil) köylü kültürü, düşünce ortamını, sağ, sol, dinci, laik gözetmeden her taraftan hızla sarmakta idi. her şey basmakalıp dogmalarla açıklanmakta, kritik düşünenler yokedilemezlerse, tehdidle, dayakla caydırılmakta, en azından da, afaroz edilmekte idiler. bendeniz, gözlerimle, odtü kantininde bir gitarcının çalgısının "deeaaavirimci" solcu militanlar tarafından kafasında kırıldığını ve "saz çalsana ulan halkımız gibi..." diye dövüldüğünü gördüm. "demokratik solcu" kıbrıs fatihi eco'nun 1974 iktidarında, trt'de gösterilen ilk yerli dizilerden birinde de, çalışkan ve mert proleter protagonist, reklamcılık gibi yoz işlerle uğraşan birine, "işçinin deodorant ile ne alıp vereceği olur ulan?" gibi mânidar bir laf etmiş idi.

evrensel beslenme kaynaklarından giderek soyutlanan ve tamamen köylülüğün hakimiyetine giren türkiye kültür hayatı, kıbrıs sonrasında ülkenin yalnız bırakılmasının da etkisi ile, dış dünyadan hepten uzakklaştı... zaten bünyesinde varolan eğilimini pekiştirerek, iyiden iyiye "intraspektif", yani içedönük bir karakter edindi.

deodoran kullanmak gibi "burjuva" bir dekadans sergilemektense vücud kokularını yeğleyen köy kökenli türk işçisi gibi, iyice köylüleşen türk kültürü de ter kokmaya başladı. giderek aracman (arrangement, türkçe söz uydurulmuş gavurca şarkılar) müzikten, sekis (sex) avantüriye (adventure) filmler yolu ile, "cigarası malbora" seviyesine doğru bir kültür devrimi yaşandı.

meselenin sınıf boyutu atlanmasın diye anımsatayım; malbora (marlboro) 1983 tüketim devrimine kadar, türkiye'ye kaçak giren bir marka idi. hafiften mafyatik metodlarla, pek de kural tanımadan kazanılan, hoş miktarlarda paranın, içenin cebinde bulunduğunu ima eden bir gösterge idi. şarkılara girmesi, özal ile şahlanacak olan "kıroyum ama para bende" hayat düsturunu haber vermekteydi. devrin askeri iktidarı da, onu izleyen mangırperest hegemonyası da, düşünceden bayağı korkup çekindikleri için, düşünmeden harcayan, dinine bağlı ama militan olmayan, siyaset konuşacağına futbol tartışan, sağcılık solculuk yapacağına takımına sadakat ile avunup, siyaseti siyasetçilere bırakan topkafa (8) bir ahalinin en "emniyetli" halk olduğu fikrindeydi zaten.

haa... aklıma gelmişken, bu arada... din ve futbolun türk kültür tarihinde birlikte yükselmelerinin sebebini inceleyen var mı acaba?

yaa, işte böyle, kıbrıs bakın nelere sebeb oldu son 35-40 yılın türkiye'sinde...

nereden mi aklıma geldi durup dururken kıbrıs? dün 1974'ten beri ilk kerre bir ka-ka-te-ce gemisi türkiye dışında bir limana, suriye'nin latakia/lazkiye limanına yolcu taşımış. maaşallah demek şart tabii...

umudumuz neymiş pek iyi? kumarbaz arabları alıp, kuzey kıbrıs ta bir güzel söğüşlemek...
"kıprıs türkünün haklı davası", demek dû-bara, pişti ve otuzbir sayesinde, nihayet alem-i islamiye tanıtılacak.

ne denir? şeytanınız bol olsun.


------
(1) soru işareti
(2) hani şu tırmanan kurumsal cehalet müessesesinin süre (müdded) ile karıştırdığı "süreç"in asıl adı...
(3) sosyal demokrat eco, kıbrıs çıkarması ile kazandığı şanı oya tahvil etme umudu ile, gayetle sağcı demokratik parti ile de flört ederek seçime gidebilmek uğruna, pek anlaşamadığı, af konusunda da yeni kazıklandığı necmettin erbakan ile kurduğu hükûmetten istifa etmişti. ama başbakan yardımcısı erbakan ortağının istifasını kabul etmeyerek, yerinden ayrılmamakta idi. eco, bir müdded bekledikten sonra, tasını tarağını toplayıp, kendiliğinden başbakanlık mevkiini de, mekânını da terketti. "ben artık oynamıyorum, ne haliniz varsa görün," diye de bir basın toplantısı yaptı, çekti gitti. eco bu cevvaliyeti gösterdiğinde, kıbrıs'ta ikinci harekâtın üzerinden iki ay geçmemişti bile. yani, muharebe bitmiş olabilirdi ama, savaş hâlâ sürmekte idi. memleket erbakan'ın eline kalmasın diye, sadi ırmak'a hemen bir "caretaker" hükûmet kurduruldu. ırmak güvenoyu alamayınca, türkiye, bütün meseleleri ile, süleyman demirel hükmü altında ülkenin, iktisaden de, siyaseten de, asayiş yönünden de felakete sürüklendiği birinci milliyetçi cephe koalisyonunu kurana kadar, aylarca başsız kaldı.
(4) milli selamet partisi, erbakan ve avanesinin milli nizam ve akp/refah arasında kurdukları bir milyon kadar partinin ikincisi ve en etkili olanı...
(5) ve de meselâ, o zamanlar galiba maocu olan şimdilerin "ulusalcı"sı doğu perinçek...
(6) demirel, meşhur 70 cent lafını hac ile ilgili olarak söylemişti. adalet partisi meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada asıl dediği de şöyleydi "memleket 70 cente muhtaç iken biz 70 milyon dolar bulduk ve hacılarımızı ibadetlerine yolladık..."
(7) milton friedmann' monetarizme nazire, "parasever" karşılığı. uydurmaca...
(8) aziz halkıma topkafa dedim diye bana kızmaya hakkınız yok! daha bir yıl önce turkcell super lig reklamında bu figür kullanıldı. özetle benim topkafa demem tahkir değil, tesbit.

Friday, September 21, 2007

kim takar anayasaya türbanı!

bana n'ooolur şu türban anayasası konusunda bir şeyi anlatsın birisi... vallahi oradan bakıyorum, buradan süzüyorum, bir türlü aklım kesmiyooooorrrr!..

şimdi, hatunlar, sırf erkek milleti onları görüp de azmasın diye taktıkları başörtüsü (*) ile üniversite ve sair "kamuya ait ve açık" alanlara serbestçe girebilsinler diye anayasa değiştirilmekte ya... işte tam da bu anayasaya "inkılap kanunlarına aykırı olmamak şartıyla üniversitede giyim serbesttir" diye bir madde eklenecekmiş...

imdiiii... aslında, kılık kıyafet ile ilgili bir düzenlemenin ülkenin temel hukuk metni olan anayasada ne işi olduğunu sorarak işe başlayabiliriz. hakikaten de, bu düzenleme normalde bir kanunla pekala yapılabilir; anayasa da bu kanunu aykırı düşürecek maddelerden arındırılarak hafifletilir. amma ve lakin, biiiirr; bizim melmekette malum, normalde, kanunlar anayasaya değil, anayasalar kanunlara aykırı olamazlar; ikiiiiii, mevcut anayasamıza kıyasla taslak aşamasında bari ilerleme olduğu söylenebilir: çünkü 1982 anayasasının ilk metninde "serserilik yasaktır" kabîlinden bir madde bile mevcud idi...

ama benim takıldığım o değil...

toplumum, hukukun ne demek olduğunu kavradığı hangi medeni ülkede anayasanın bir maddesine, ya da metnin bir kenarına "falanca kanuna aykırı değilse" diye bir şart
düşülebilir?

kanuna aykırı ise zaten yasak değil midir o eylem? pek iyi de, mesela adam öldürmek veya banka soymak anayasada "ceza kanununun suç saydığı eylemler" olarak hassaten belirtilmediklerine göre, şimdi kanuna aykırı olmayan suçlar kategorisinde mi mütalaa edilecekler?


--------
(*) evet, debelenen debelenmek istediği kadar debelenebilir ama madem ki amaç aynıdır, başörtüsü ile türban denilen serpuş da özde aynıdır. aradaki fark ismail türüt'ün dangalak zırvasını böğürte anırta veya "normal" ses ile dinlemek arasındaki fark kadardır. değil mi ki dinlenmektedir...

Thursday, September 13, 2007

başı örtükler mi kıçı açıklar mı?

"melmeket entelecentsiyası", yine körün değneğini bellediği gibi, türban ve sair dini hassasiyet gereği/simgesi giyim ve donanım ile üniversiteye, resmi daireye hastaneye falan girilir mi; sivil anayasa "türban"a yol açılırsa sarık (*) da aradan fırtar mı, ya da çarşafa dolananlara ne olur gibi örtülü cinsten ulvi mes'elelerle uğraşmakta.

her zaman olduğu gibi, özgürleşme münazaraları tek boyutlu; üstelik güncel ve acil ile de sınırlı... olaya, o da "magazin" tarafına ağır vererek eğilen üç - beş gazeteci dışında, başını
örte(meye)nlerin derdinden, kıçını aça(maya)nların derdiyle uğraşmmaya akıl ve vakit bulan yok denecek kadar az.

kenan (the conan) paşa, mekteplerde başörtüsünü kat'iyyen yasaklayarak konuyu "gündem"e taşıdığından bu yana (ki, çeyrek asırı idrak ettik) ben türban, başörtüsü, peçe, çarşaf vs. dini hassasiyetten giysi kuşandı diye tutuklanan, mahkemeye verilen bir tek allah'ın kulunu hatırlamıyorum!

gelgelelim, daha geçenlerde bir hanım, "açık saçık kıyafetle" köprüde balık tutmaya kalkıştı diye devletimizin hışmına uğradı. şaşmaz adaletimiz ve onun vazifeşinas kolluk kuvvetleri, kolbaşı cerrah ağanın subaşıları, kadıncağızı derdest edip götürdüler. ve hakkında dava açıldı...

benim bildiğim, türkiye cumhuriyet kanunlarında "edep yerlerini" (**) açıkta bırakmak dışında, neyin "açık saçık" sayılabileceğini saptayan kriter yok!

şebek poposu kadar bariz biçimde, bu zavallı kadın, köprüde balık tutmaktan başka işi, gücü olmayan, fena halde abaza, bacaklarının arasında tepki yaratabilecek her hangi bir uyarı ile karşılaşınca kulaklarının arası tamamen dümura uğrayıp, haliç'e olta bile salllayamayacak hale gelen, muhtemelen bıyıklı, ter, sarmısak veya başka bir şey kokan, fosur fosur sigara içen, muhtemelen esmer, ilkokul üçten terk, yazılı her hanngi bir metin okuyanı ya gomonist acanı ya da ipne sayan, hattâ sanan, fena halde erkek ama cinsi becerisini de asla test edememiş üç-beş veya üçyüz-beşyüz sevimli vatan evladı tarafıından gammmazlanmış, a-ke-pe'nin mücahid eğilimli zaptiyesi de görevini ifa edip, hanım hakkında tahkikat başlatmış.

bu olay gâvuristanda olsa, barolar, hukuk fakülteleri, meslek örgütleri, hürriyet, hukuk, demokrasi taraftarı solcu ve sağcı politik örgütler, en azından "böyle keyfi uygulama olmaz" deyen birer demeç yayınlar, basın ve medya kadını kimin şiikâyet ettiğini bulur, kimliğini, sosyo-politik eğilimlerini, suç-sabıka kaydını vs. araştırır, aleme bir güzael maskara ederdi. tabii her toplumda emsallerine rastlanan vakit, makit, nakit gibi çurçur paçavraların oradaki muadilleri de, abazsa muzevirleri savunmaya koyulurlardı - ama emin olun ki, demokrat oldukları için, hiç biri de kadının hukukunun (haklarının, yani) katledilmesine cevaz vermezdi.

işin bir de türkiye'ye özgü bürokratik yönü var tabii. bu kadıncağız hakkında "kıçını açma davası" başlatılırsa, yaklaşık iki-iki buçuk sene sonra, nihai karar ancak çıkacak. muzu ithal eden bir muz cumhuriyeti konumuna düşmeyeceksek, her şeye rağmen, türkiye'deki yargı böylesine abuk bir davada hanımefendiyi mahkum falan da etmeyecekl...

gelgelelim, üç sene boyunca kadıncağızın ne zaman bir resmi işi olsa, hatta, sağa sola gitmek için vize talebinde bulunsa, karşısına ge-be-te denen bilgi-istihbarat formu çıkacak ve formun üzerinde "ahlaka aykırı davranıştan soruşturulmakta" yazacak...

varsa (***), vicdanınızın üzerine elinizi koyun ve itiraf edin... bu kadının düşürüldüğü durumda olmak ister misiniz? ve daha da önemlisi, haydi geçtim sıcak havada rahat rahat balık tutulacak bir kıyafet ile kadınlara fiilen kapalı bir erkekler cinnetinde gezmesini, köprüde anadan üryan bile dolaşsa, yine de haketmiş olur mu idi bu tür bir yarı resmî destekli kollektif tacizi?

hadi şimdi söyleyin bakalım tesettür demokratları,

örtü altına girmek isteyenlerin yanındasınız da, hürriyeti açıklıkta arayana neden destek olmazsınız? aklı etin hikmet ve hakimiyetinden kurtarmaya sizin de mi aklınız yetmemekte?

söyleyin bakalım...

biiiirrr... bu cinnet vatanda baskı ve tacize (ing: persecution) başı örtükler mi, kıçı açıklar mı daha çok uğramakta?

ikiii.... madem demişkıratsınız (****), bikini ve şort ile üniversiteye falan girme hakkını savunmaksızın türbanperestlik etmek nasıl olmakta da özgürlükçülük olmakta?

----------
(*) türban diye, esasında, bizim mütedeyyin hatunların başlarına doladıkları o acaip çaputa değil, sarığa denir. hattâ, ingilizcede "better the turk's turban than the pope's tiara" diiye bir laf vardır ki.... bir başka sefere inşaallah.
(**) ki o bile yoruma tâbi... cinsî organ göstermek bile yerine göre müstehcen değil.
(***) bende yok. rasyyonel aklın olduğu yerde vicdan, merhamet, insaf gibi şarklı hissiyata gerek kalmaz. iş mantıkla zaten hallolur.
(****) bayar-menderes'in köylü sürüleri "demokrat" kelimesini telaffuz edemeyince, ortaya "demirkırat" diye bir laf çıkmıştı ya, hani demirel'den ağar'a üstüne bineni sırtından atan "kır at" da oradan gelmedir... demiş kır at da varoş-sal sosyetenin aş, iş oş, uş, foş gibi soneklerle zenginleştirdiği türkçeye yeni bir katkı benden... yok canıııımm... teveccühünüz.

Tuesday, September 11, 2007

kahvetülkıraat

köy ve de memleketimizde köyün nisbeten "urban" mekanlara uygulanmış versiyonu olan mahalle kahvelerinin tabelalarına dikkat ettiyseniz, kıraathane ibaresini görürsünüz. şanslı bacak (*)kıraathanesi meselâ...

bol bol bıyıklı, genelde esmer, tıraşı gelmiş, solgun yüzlü, hafif ter veya vücut kokusu yayan amma zaten yaz günü açık havayı bile sigara duman ve zehiri kesif biçimde sardığından kokusu pek farkedilmeyen, sağlıksız görünümlü erkeklerin şakır şukur taş, bol sinkaflı tavla, nadiren pişti, neredeyse nesli tükenen bir kaç kişinin de maça kızı, ohel vs. oynadıklarıı, tv'nin hep açık olduğu, ortalıktaki basılı kâğıtların umumiyetle sandviç sarmak veya çöp dökmek için kullanıldığı bir mekânda kıraat eyleminde bulunan ya kimse yoktur, varsa da, ya meczub ya da pasif homoseksüel (**) yerine konur.

kıraat, lisanımızda, okumak anlamına gelir.

cumhuriyetin resmi ideolojisi, çalışmayı erdem sayar. sayar da, ekseriyeten köylü, azıcık da memurdan müteşekkil bir toplumda, çalışmayı da ancak bürokratik kriteria ile tanımlayabilmiştir. çalışkan türk memuru saatinde işine gelir, mesai bitene kadar daireden ayrılmaz. arada sırada, işi neyse onu da yapar ama daha çok çaktırmadan gazete okur, dedikodu yapar, eskiden spor toto, şimdilerde iddaa kuponu doldurur, esner, kumpas kurar, hanımsa elişi, örgü falanla da uğraşır, gençse hoş memurelerle cilveleşir vs.,vs...

çalışkan türk esnafı, karga kahvaltı etmeden dükkanı açar veya açtırır ki geçen memura simite katık peynir, zeytin satsın; namaza gider, arada kahveye (kıraathane) uzanır, dükkan kapısında tavla oynar vs.,vs...

kahraman türk köylüsü ise kahveye ve camiye gider, arada tarlaya karısı iyi çalışıyor mu diye teftiş için uğrar, tekrar kahveye gider vs., vs...

yani , fizikte verim (efficiency) ile özdeşleşen bir üretkenlikle değil, belli bir mıntıkada geçirilen zaman ve toplamda harcanan beygir gücü (horse power) ile tanımlanır. o yüzden de türk çalışma hayatı, özünde enerji ve zamanda yoğunlaşan bir israf ekonomisini temsil eder.

ve fakat, türk ideolojik olarak çalışkandır. çalışkan adam, boş zamanlarını da değerlendirir. nasıl değerlendirir? tabii ki okuyup, kendini eğiterek...

o yüzden de, türkiye'de köyde de, (pay-i taht diye yutturulmaya çalışılan köyler manzumesi istanbul ve modernite özentisi zavalllı kasaba ankara da dahil) köy azmanından başka bir şey olmayan üç buçukuncu dünya şehir müsveddelerinde de, asla "kahve"ye rastlanmaz. hepsi kıraathanedir, yani, okuma evi!.. (***)

hatta, zaptiye zihniyetli resmi ideolojinin silahı eline aldığı dönemlerde, ya da havaliye zaptiye ruhlu bir vali veya kaymakam atandığında, kahvelere zorla kütüphane bile koydurulur. içine de ele ne geçtiyse o kitap tıkılır. bir bakarsınız, o kıllı ve kokulu tütünkeş erkekler, anadolu'nun bilmem hangi ücra köyünde barbara cartland'ın yazdığı, bir hemşirenin veremli bir barona duyduğu acıklı aşkı hikaye eden romanı, gûya okumakta... üstelik de pembe ve çiçekli bir cilt içinde!..

bizim laz ali'nin (tuna) deyişi ile: "bu çocuk okumaaaaaazzz!.."

-------
(*) vale/oğlan kartının bir adı da bacaktır, malumunuz...
(**) malum, aktif homoseksüalite memleketimizde erkeklikten sayılır.
(***) doğrusu bazan da düşünürüm, acaba halkımın okuma allerjisi pek de barışık oolmadığı kubat ve zorba yönetici bürokrasi ile o zamanlar derinde sakladığı, şimdi yüzeye vuran sınıfsal - toplumsal çelişkinin bir sonucu mudur diye...

medenî olmayı hep reddetmek...

herbert spencer'ın neredeyse 200 yıl önce yazdığı militer / sınai toplum dönüşümünü hâlâ tamamlayamamış insan toplulukları arasında bulunduğumuzdan, son günlerde "sivil anayasa hazırlığı" diye ortaya atılan, aslında çoktaaaaaan da bitirilmiş olması gereken siyasi düzenlemeye, başta atatürk'ü inhisar mevzuu yaparak meşguk sosyal meşruiyetini sürdürmeye meraklı zaptiye kesimde bir "şüphe ile yaklaşma" havası sezilmekte.

"sivil", malumunuz "medeni" demek. biri latince "cite", bir arabca/ibranice "madina" (medine) kökünden türeme. üçbuçukuncu dünyada, trafikten gürültüye kadar her şeye, her konuya köylü, bilemediniz en babası varoşlu (*) düzeyde tepki gösteren bir yığının (?) "medeni" bir toplum sözleşmesine reddiyeci kuşku ve tepki yerine eleştirel rasyonalite ile bakmasını beklemek de abes zaten...

ne yani? "asker çizmesinin topuğu altında" gûya zorla amma anlaşılan, o bahaneye sığınıp bayağı da gönüllü olarak, yüzde 90-küsur ile kenan evren ilavesi ile bağrınıza bastığınız 1982 anayasası ile, zapt-ü rapt altında birkaç yüzyıl daha mı geçirmek isterdiniz yoksa?

atatürk'ün ilkelerini, ülkülerini evrensel rekabete açıp, "hürriyet ve istiklal benim karakterimdir", deyerek dünya üzerinde gerim gerim gerinerek gezmek yerine, 80 küsur yıldır formüle bile edemediğiniz bir kemalizme sığınıp da verimsiz, üretkenlik dışı, içe dönük ve ceberrut iktidarınızı idame ettirebilirsiniz mi sanıyorsunuz; etrafınızda göz göre göre kabuk değiştirmekte olan bir dünyada?

"sivil" anayasayı yazmakta olanların hiçbirine kat'iyen kefil değilim. ama yaptıkları işin sonuna kadar arkasındayım. çıkış noktalarını benimsiyorum. ama varacakları, varabilecekleri yerden emin değilim. özgürlükleri türban ve imam-hatip lisesi düzleminden ötede düşünemeyen ve "sivil" anayasayı da bu mantıkla ihale eden bir siyasi esnaf korosu (**) ile özgür bir toplumsal çerçeve oluşturmanıın imkansızlığına inanıyorum. amma, arkasındaki niyet ne olursa olsun, özel engellerin dikilmediği bir yoldan her aracın da geçebileceğini biliyorum. yeterli talep ve direnç varsa, o sivil bütünlük içinde, medeni hürriyet ve serbestilerin de önünün açılabileceğini hesaplıyorum.

onun için de, tantana edip, baştan karalamak yerine, sivil anayasanın bütünü kapsadığı gibi, benim kendi anayasam haline de gelmesini istiyorum. bunun da "lan, sen bana ne kakalıyorsun; irtica ajanı, avrupa yalakası pis özgürlükçü faşist," gibi yaklaşımlar yerine; "kardeşim, o dediğin böyle yazılırsa şu şu sakıncaları doğabilir, şöyle deyelim... ayrıca o hakkın serbestce kullanılması için de şu fıkrayı ekleyelim..." türünden görüş teatileri ile sağlanacağını sanıyorum.

unutmayalımm, "sivil" anayasayı ergun hoca ve taifesi yazacak. ortaya çıkan metni, kendi has adamı abdullah gül'ü "10 buçukuncu cumhurbaşkanı" konumuna düşüren bir anayasa değişikliğinin müellifi, Tayyib efendi'nin yönetimindeki hükümet beğenecek. arkasından ise, çoğu hâlâ şeriatçı şaibeyi üzerinde taşıyan a-ke-pe'nin ekseriyet arzettiği, muhalefetin de maalesef haltçı ve hamasiyatçı bozkurtlardan oluştuğu bir parlamento kabul edecek.

gelgelelim, en önemli işi yapacak olan sizsiniz... anayasa ister özgürlükçü, ister en faşizan kemalisti bile sevinçten hoplatacak kadar askerî, isterse iran'dan dahi şeriatçı olsun, ancak siz onaylarsanız yürürlüğe girecek!

onun için, bırakın bozkurtçu, asenacı, şeriatçı ve de magazinci korolara boruzan çalmayı da, işinizi kolaylaştırın. hocaların çalışmalarından başlayarak, başınıza örülmekte olan çorabın yününe, dokusuna, dokunuşuna, dikişine, desenine, rengine, her bir şeyine karışabildiğiniz kadar karışın. madem ki sivilsiniz, medeni olun da, nasıl yaşamak istiyorsanız onun siyasi-sosyal çerçevesini kendiniz belirleyin.

sivil anayasanın akibeti, özgürlüğüne canından çok değer veren halkımın annncak ucu ucuna onayladığı, 1980 de serçe boyutlarına indirilmiş bir devekuşunu andırır hale gelmiş olarak ihtilalci askerlerce çöpe atılan 1961 belgesininki gibi olmasın. hatırlarsanız, 1961 anayasası o zaman için "çok fazla" addedilen özgürlükleri ile, hayli medeni bir hukukî metin idi.

yani neymiş efendime sööliiiym? özgürlükler ancak onları kullanacakların yeterlilikleri kadar anlamlı ve geçerlidir. şimdi susun düşünün, ardından da açın ağzınızı soonuna kadar fikrinizi söyelyin ki, fikir ile feryad arasındaki fark çıksın ortaya.

malumunuz, medeni dünya fikrini belirtip konuşurken (***) üçüncü ve de üç buçukuncu dünya, şikayetini haykırıp, feryad ile çözüm bekler...

herbert spencer, genelde askeri/sınai toplum tiplemesi ile tanınır ama insanlığın kollektif macerasında son aşama olarak "etik toplum"u öngörmüştür... bir toplumsal sözleşme çevresinde örgütlenen ve zapt ü rapt gerekmeden yaşamını sürdürebilen post-endüstriyel toplumu...

---------
(*) aslında bu kelimeye büyük haksızlık etmekteyiz, çünkü "varoş" da macarca "şehir" demek.
(**) siyaset erbabı, heveslisi, denetçisi, medya-tiki (veysel medya testisi der), sivil toplum teşkilatçısı vb. den, "lan beni bi başbakan yapsalar!.. var yaaa..." deyen kahvehane aylağına kadar herbirkesler dahildir
(***) burada vurgu fikir üzerinedir. her ağzından ses çıkaran konuşuyor sayılamaz.

Sunday, September 9, 2007

yavuz ne demiş...

"sıçtım sanat oldu" ya da "dikkat sanat var! takılıp düşmeyiniz", "aaa bu sakızın balonu ne kadar sanatsal..." türü zart zart moderen art takılmıyorsanız; sanatı, hayatın rafine tecrübeleri arasında telakki ediyorsanız, yavuz tanyeli'nin istanbulmodern'e nazire blogunu ziyaret edin:

http://peksimetmodern.blogspot.com/

yavuz teknoloji özürlü sayılabileceği için, blog da girilmesi zor bir ev gibi. önce kaydolmak falan da gerekiyor. yakında halka açtırırım, merak etmeyin.

şimdilik "profilimi görüntüle" yazısını tıklayıp, sonra da çıkan iki seçenekten alttaki peksimet modern ibaresine tıklarsanız, siteye giriliyor. o kadar zor değil vallahi...

peksimet, bodrum'da benim oldum olası sevemediğim gümüşlük'e pek yakın bir köy, yavuz yıllardır orada yaşar ve resim yapar. köy hala tezek kokar, denizi görmez, taş evleri birer birer ya yıkılmış ya kapılmıştır. ama türkiye'nin önemli sanat "merkez"lerinden de biridir.

bu "merkez" lafı da ehemmiyetini sadece aziz milletimin merkeziyetçi ideolojilere düşkünlüğünden alır.

ramazanda rakı içmek farz oldu

burun kıvırırım, dudak bükerim, hele entellektüel düzlemde alay ederek bile sorgularım ama insanları inançları yüzünden tahrik ve tahkir (*) etmek adetim yoktur.

gelgelelim, bu ramazanda alenen rakı içmek farz oldu.

bilmem farkında mısınız, 22 temmuz a-ke-pe zaferini müteakip, içkili aşevlerinin çokça bulunduğu mahallerde, sık sık cübbeli, sakallı, şalvarlı, çarıklı, mütedeyyin hassasiyetlerine vurgu koyan tipler, yüzlerinde beşûş bir ifade ile, sanki zebanilere vekaleten teftişe gelmiş de, ahirette torpillerini kullanıp biz meyhane müdavimlerini en kızgın ve dumanlı cehennem ateşlerine garkettireceklermiş gibilerden, zuhur etmeye başlamışlardı.

yaz gurbette geçtiği için, istanbul'da bu görüngü (**) nasıl gelişti bilemiyorum. ancak, gazetelerden takib ettiğim kadarı ile "kandilde sarhoş gezilir mi lan!", "mübarek perşembe içki mi içilir bre zındık!" ve benzeri gerekçelerle dayak yiyen lâyık vatandaş (***) sayısı epey artmış.

bundan öte, çankaya'yı ezankaya yapmaya güçleri yetmeyince, yurt çapında ezan hoparlörlerinin sesini yükselterek tanrı katına atıfla siyasi ikbal arayanlar, çankaya fütühatını da müteakip, yok otobüste namaz molası, yok "ibadet (****) dayatma değildir", yok çankaya'da cami fonu önünde first lady fotoğrafları, yok mevlana gösterilerinde yumurta topuk fora, beyaz çoraplı bağdaş türünden minik taşlarla medeniyeti recmetmeye soyundukları intibaını ciddi biçimde vermekteler.

daha önce de yazdım ya (bkz: ispirto power! siyasetin geleceği rakıda! 03/08/07) rakı power türkiye'nin umududur diye; mütedeyyin kesimi de kurtaracak olan yine ispirto... nasıl mı?

kısaca:

madde 1: bu hazret taifesi türkiye'yi bölmeyi göze almadıkça köylü, taşralı ve varoş hayat tarzlarını genelgeçer kılamayacaklarının farkındalar. ondan böyle şark kurnazlıkları, düello yerine "pusu" kurmayı yeğleyen bir kültüre özgü vur-kaçlar vs. ile puancık almaya çalışmaktalar. yoksa islami dayatmanın iktisadi maliyetini göze alamayacak kadar tacir mantığına sahipler; çünkü bu çağda bereket sadece ve sadece harekete, hareket ise çeşitliliğe bağlı.

madde 2: aslı ve esasında medeniyetin cazibesi, onları da çekmekte. bir kerre, para kazandılar. kendi çaplarında burjuva (şehirli, medeni) olma yoluna girdiler. her ne kadar, rûhen, taşra ve varoştan merkeze taşınamadılar ise de, "site" "rezidans" "bilmem-ne-kent" adlarıyla oluşturdukları neo-varoşlarda fizikman aşinalık kesbettikleri şehiri, kültürü ile de benimseme idmanı yapmaya başladılar bile.

madde 3: neo-varoşlulara, kendilerinden bildikleri mütedeyyin muhafazakâr kesimden öyle tepkiler geldi ki, farklılığa-farklılaşmaya bu kadar düşman olunmasının ardında değil her canlıyı, her kum tanesini bile değişik yaratan tanrıya sadakatin bulunamayacağını, bunun bir menfaat-siyaset dümeni olduğunu, anlamasalar bile sezdiler.

madde 4: tanrı köylü değildir! onun için de, her varlığı farklı ve özgün yaratmıştır. hazret taifesi, medeni olmaya başladıkça farklılaşmaya da başladığından, farklılığa saygı göstermenin gereğini de farketmenin arefesindedir. nitekim, inanmasalar da, islami kesim fikir önderlerinden bu mealde laflar duyulmaya başlamıştır. özetle, medenileştikçe sosyal çeşitlilik, islami kesim için tabu olmaktan çıkmaktadır, çıkacaktır. bununla beraber de, sadece dinen kabul edemediklerine tahammül kaabiliyeti değil, aslında çeşitliliğin onları da iktisaden besleyen bir sosyal zenginlik yarattığının idraki de gelmek zorundadır.

madde 5: mesele, tanrının köylü olmadığını ahaliye ileten mesajlar vermekten de geçmektedir. "benim yaptığımı yapma, benim gibi olma, zaten de olamazsın ama sen de sen ol, geçinip gidelim", anlayışı, neo-varoşlulara ait olabilecekleri bir şehrin zabit olabilecekleri bir köyleştirilmiş "kent"ten daha cazip olduğunu er geç kabul ettirecektir.

madde 6: merak etmeyin, cumhurbaşkanımız bile aslında türbanın modern bir nesne olmadığını itiraf etmiştir.

sonuç: ramazanda rakı sofralarını eksik etmemek, değişik hayat biçimlerinin yanyana ve aynı anda yaşanmalarındaki lezzeti sergilemek demektir. değil mi ki kanunlar, özendiğimiz modernitenin normları içkiyi yasaklamamaktadır, bu lezzet ağıza hoş gelmiyorsa, kimse kimsenin suratına kusmayacak, "sizlere afiyet olsun" deyip, uzaklaşacaktır.

cehennem zebanisi gibi içkiyi içene zehir etmeye çalışmak köyden ve taşradan kalma varoşa bulaşmış bir adetten ibarettir. samimi bir müminin (inanmış) de kalkıp "senin ramazanda rakı içmen benim dinime karşı bir dayatmadır" deme hakkı oolamaz, çünkü iman da ibadet de kişi ile tanrısı arasında, bil-umum üçüncü şahıslardan bağımsız bir olaydır. o bağımsız olayı da, zorla, rakı içen ya da içmeyen üçüncü şahıslara kabul ettirmeye çalışmak "cihad"a girer. cihad ise türkiye cumhuriyeti kanunlarına göre suçtur.

medeniyet eksikliğinin vsatandaşı da hukuku da ezdiği nokta burada ortaya çıkmaktadır: o suç işlenirse yasayı ve mağdur vatandaşı korumak görevi olduğu halde, kılını dahi kıpırdatmayacak devlet memurlarının sayıca hiç az olmadığı bilinmektedir.

eğer de memlekette sahiden laisizm taraftarları mevcut ise; esas marifet bu korumayı güvence altına almaktadır. laik oldukları iddası ile politika yapanlar şimdi laik uygulamaların da sahibi olabilirlerse, ciddiye alınabileceklerini de kanıtlamış olacaklardır.

madem ki laisizm, hatta ateizm de bir dini tutum, dolayısıyla inançtır, hükûmet erkânı ve icranın başı cumhurbaşkanı da, ramazanda her ayyaş vatandaşa yapılan tahkir ve tasalludu inanca yapılmış farzedip ona göre davranırlarsa, memleket medeniyete çok daha çabuk kavuşacaktır.

bunu sağlamak, rakı içen ve içirenler kadar, dinen içmeyen ve nefret edenlere de düşmektedir. madem ki ramazan inananların mutluluk ayıdır, inanmayan veya aldırmayanların mutluluğunu engellemenin de bir anlamı yoktur. ramazanda içki içenler, sadece kanun emrettiği işçin değil, islamiyet'in müsamahası dolayısıyla da taciz veya linç edilmemelidir. inananların sosyal çeşitlilikten kâm alabilmeleri, hatta, kendileri için, bir çok kişiden farklı olarak, dinlerinin vecibesini yerine getirmenin zevkini daha iyi tadabilmeleri için, meyhaneler kapanmamalı, kapanmaları için yapılan baskılara da tepki verilmelidir.

ey layıklar! sizler için, emin olunuz ki, bu tepki de en az tandoğan ve çağlayan mitingleri kadar laisizmi korumaya yöneliktir. farklılıkları savunmak yoluyla da, hem mütedeyyin cihette hem de haltçılar arasında demokrasiyi destekleyen bir tutumdur.

ve de eğer türkiye'de medeniyet öncülüğüne soyunarak siyaset yapmaya çalışan profesyonel ve amatör kesimler varsa, oldukça geniş kitleleri de mutlu edebilecek bir ramazanda rakı power kampanyası başlatmakta gecikmemelilerdir.

haaa... bir dee... eğer öküzün biri içip içip, ölçüyü şaşıp, o haliyle camiye girmeye kalkarsa da, kafasında şişeyi önce ben kırarım, onu da söylemeden geçmeyeyim.

haydi, hayırlı ramazanlar, içmeyene iftar, içene işret afiyet olsun...

--------
(*) bir şu sizin uydurukçadaki "aşağılama" tabirinize bakın, bir de harbi türkçe "tahkir"e! geçtim vurgusunu, ağız harekeeti bile anlamını iletmeye yetmekte yahu...
(**) şu bildiğiniz fenomen canım... enginar yer gibi laf uydurunca dil nasıl anlaşılmaz hale bürünürmüş, görülsün diye yazdım... fenomenoloji mi? aaa... görüngübilim ayol!
(***) eh, tayyib efendi ve şürekâsıben seçmedim. ayrıca seçene de lafım yok. ama medeni bir siyasi hareketi 10 sene önce, yazın açmış kardelen gibi kavuran ve yerine de yenisini geliştiremeyip ancak halt eyleyen yüzde 53 (ki, bence 33ü geçmez ya, neyse) laik maik değil bildiğin (bunlara) layıktır!,
(****) ibadet tabii ibadete şart olan huşû sağlanabilen uygun yer ve ortamlarda dayatma değildir. ama "çek sağa da iki rek'ât kılıvereyim" laubaliyeti içinde de ibadet değil, dinini, inancını başkalarının kafasına küt diye geçirmektir. bildiğim kadarı ile böyle bir garabe, değil hızlı motorlu araçlar ile, deve ile seyahat ederken bile uygun görülmemiştir ki, seyyahın orucunu da namazını da günaha girmeden kazâ etme hakkı tanınmıştır. belki kaza namazı bir-iki rek'ât fazladan kılmayı gerektiriyordur ama mümin olan da bundan her halde üşenmez!

Sunday, September 2, 2007

hay lazımlık başına taç olasıca - dolusundan tabii

gürültü, malumunuz, medeni dünyada önemli bir sorun sayılır. çünkü, gürültü rahatsız eder. çünkü gürültü, insanın özel alanına bir tecavüzdür. çünkü gürültü, yapana orgazmik zevk verse de, çevredekiler için çekilmez bir beladır.

az gelişmişlerde ve üç-buçukuncu-dünyada ise gürültü değerlidir.

en önce, "ağlamayan velede meme vermezler". meme, üstad sigmund freud'un önerdiği şekilde ilerleyen yaşlarda muhtelif formlara bürünür (*). az gelişmişler ve üç-buçukuncu-dünyalılar hayatta mesleğe dönüşecek bazı beceriler kazanıp, rekabet içinde yeteneklerini sergileyerek üretim ve tüketim dünyasında kendilerine yer bulup, benliklerini oluşturacakları yerde; istediklerini gürültü yaparak elde etmeye çalışırlar. ağlayarak memeyi kapan bebe, çocuk olunca yaygarayı basarak top ister, çikolata ister, komşunun kızının saçını çekmek ister. sussun diye de ya isteği yerine getirilir, ya da iyi bir sopa çekilir.

sopa, özünde acı vererek zıırıltıyı arttıracağından sık ama yine de daha nadir kullanılan bir yöntemdir. toplam bilanço, genelde yaygara-meme ilişkisini doğrulayan sonuçlara baliğ olur. ancaaaakk... bu arada "sopa"nın sorun çözmekte yaygaradan aşağı kalmadığı da ortaya çıkar. hala bile, yaygaranın ihtişamını hiç bir şey bastıramaz, çünkü sopayı basan otorite de, iranlı cellad taifesi ya da ingiliz sosyete mektebi schoolmaster'ı gibi, bu işi mekanik bir görev anlayışıyla değil, "otorite"nin kim olduğu babında şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde "bi daa yapacan mı len ......... nın .... çocuğu!" (**) diye ruhunun derinliklerinden fışkıran ürkütücü feryadlar ile bağırarak yaptığından, gürültünün erdemi bilince de, taht-el şuura da perçinlenerek yerleşir.

üstelik, gürültü artık otoritenin, yani başkalarına üstünlüğün de simgesine dönüşmüştür; değil mi ki en çok vaveylâ koparan, sopayı da en insafsızca sallayabilecek kadar "tepede duran, saygı gören"dir!..

medeni dünya, temel nitelikler açısınndan eşit ve aynı haklara (hakkın çoğulu malumunuz, esasında "hukuk"tur) sahip insan-bireyler arasındaki ilişkilerin, herkes için geçerli, yani "evrensel" kuralllar çerçevesinde düzenlenmesi sayesinde, bir sistem içinde faaliyet gösterir. toplum da organik bir bütün olarak, bu kurallar çerçevesinde işler. kurallar kişiye, yere, zamana göre lap lup değişmediği için, kıçıkırık bir kamu görevlisi ya da siyasi geçecek diye şehirde trafik felç olmaz, trenler zamanında kalkar, gürültü yapan mekânlara da izin verilmez. kimsenin dayılanmasını da kimse yemez.

az gelişmişlerde ve üç-buçukuncu-dünyada ise gürültü, gavurca tabir ile, bir "prerogatif"tir. her ne kadar medeniyet özentisi ile çıkarılmış kurallar mevcut ise de, temelde devlet denen zorbalık aygıtı düzeni değil, hiç bir mantıkî, hukukî, ahlakî, hatta çoğu zaman sosyal norma dayanmadığı halde, vehmedilen üstünlüklere göre kurgulanan hiyerarşik örgütlenmeyi kollamaya öncelik verdiği için, bazı kurallar, öteki kurallardan daima daha kuraldır. onun için de sokaklarda "çöp dökmek kesinlikle yasaktır" gibi duyurulara rastlar, kirletmesi "kesinlikle" değil, sadece "yasak" olan bir köşe bulana kadar çöpünüzü atmazsınız!!!

az gelişmişlerde ve üç-buçukuncu-dünyada hayat "gücü, gücü yetene" bir silsile-i meratib (***) içinde ama asla örgütlenmeden, salt "sıralama" içinde devam eder. dolayısıyla, az gelişmişlerde ve üç-buçukuncu-dünyada toplumsal değişme veya gelişme sadece dışarıdan tekmeyi yeyince başlayan hareket sonucu mümkündür. aksi takdirde, herkes, hatta en alttakiler bile bulunduğu "sıra"dan aslında o kadar memnundur ki, oluşan toplam denge bozulsun istemez.

işte tam da bu noktada, gürültü, gücün simgesi bir "imtiyaz" olarak tezahür eder.

eğer onca kural, ceza (!?), nezaket ve nezaketin kaideleri, birlikte yaşamanın gerekleri, diğer insanlara saygı vs. gibi medeniyetin olmazsa-olmazlarını köpek kakası kadar kaale almaz; seçim otobüslerinizin amplifikatörlerini, belediyenizin hoparlörlerini, diskonuza monte ettiğiniz en "modern" teknolojik fasıldan musiki cihazlarını "volume" düğmesini allah ne verdi ise sonuna kadar dayayarak böğürtebiliyorsanız ve size "sus" deyen çıkmıyorsa, siz imtiyaz sahibi sınıftansınız demektir. imtiyaz sahibi olarak, muhtemelen, üstelik de ruhsatsız, bir silahınız, en azından av tüfeğiniz, o dahi yoksa bıçağınız falan da vardır mutlaka... ve size kimse bunları neden taşıdığınızı sor(a)madığı için, kazara bir sade vatandaş "şu tantanayı kıs lütfen" diye size sus gelirse, çeker korkutur, hatta vurursunuz.

mehmed efendi tık dese veya bekir beyin evcil köpeği havlasa kapısında polis biterken, ahmet beyin otelinden diskoteğinden, meyhanesinden -artık magazin sosyetesi arasında başka adla anılıyorsa bilemem-, hatta evinden vâveylalar koparılmasına ses çıkarılmıyorsa, bu imtiyaz bir de örgütlü imtiyaz haline dönüşmüştür ki, suçlu ile suçu işleyenin aynı kaba ettikleri bu düzenlere de, malumunuz, oligarşi denir.

oligarşi gürülltünün efendisi olup, yaygaraya sahip çıkınca, minareye öyle kılıflar da uydurur ki azıcık sulh sukûn aramak bile vatana hiyanete dönüşür: meselâ "bodrum turizm kentidir. döviz kazanmak için eğlence yerlerine ihtiyaç vardır" gibisinden. imtiyaz sahibi oligarşi düzme işiyle uğraşırken, daimi düzülen konumundaki az gelişmiş ve üç-buçukuncu-dünya insanı, köşesine çekilir susar, hatta sevdiği parçalar çalınırsa, zevk bile alır.

benim gibi sınıfsızlar da, hele pencere açık yatma meraklısı iseler, az gelişmiş ve üç-buçukuncu-dünya olmayan yerlerde geliştirilen fizik kurallarını uygulayarak imtiyazlı oligarşinin yaydığı iğrenç yaygaraları evin, odanın dışında tutmaya uğraşırlar. ne zamandır mı? kaymakamından (****), belediyesinden (*****), polisine hatta sahil güvenliğe kadar her mercie başvurdukları halde yaya kalıp, yine hayrı yalnızca "medeniyet"in ürettiği teknolojide buldukları yıllardan beri.

her neyse, geçenlerde eve geldiğimde ne sesi ses, ne sazı saz, detone ve gacırtılı bir muganni ırlıyordu (******) "başıma taç olasııııııınngggg" diye... gayriihtiyâri tepki verdim: "lazımlık başına taç olsun... hem de en cıvığı ile doluyken"...

-----------
(*) haydi, tecahül-ü arif eylemeyelim, yansıtılır.
(**) çocuk kendinindir ama dayağı atan otorite olduğu için, neseb (yani, soy sop) anonimite kesbeder.
(***) aman, ne var şaşıracak canım. kendini tarif ediyor zaten: rûtbeler silsilesi, "hiyerarşi".
(****) bodrum'da gürültü ile uğraşan son kaymakamı, barcılığa özenen, kumarı ve zamparalığı ile maruf, pespaye bir "sanatçı" yerinden etmişti. üstelik, barın ruhsatı bile yoktu. uğur boran bitlis' e vali atandığından beri, içişlerinde bodrum yükselinebilecek bir post kabul edildiğinden, sonra gelen kaymakamlar her halde biraz ağır işitenler arasından bulundu ki, sittin senedir kasabanın alamet-i farikası gürültü.
(*****) belediyecilik, bodrum'un ezeli, ebedi eksiğidir ama gürültü konusundaki tutumları ile sahiden almanaklara layıklar. belediye yönünden insanlar, imtiyaz oligarşisindeki sıralarına göre, müesseselerinde veya sokak düğünlerinde/eğlentilerinde istedikleri kadar gürültü yapabilirler - belli bir saatte kesmek kaydı ile.
yani, nasıl milletimin kafası yazın kask takmadan motora binefcek kadar kalınlaşmakta ise, saat bilmem kaça kadar kulakları da (bizim buranın deyimi ile) "gofos"laşmakta...
(******) muganni: erkek şarkıcı, arapçadan osmanlıca; ırlamak: şarkı söylemek, hakiki türkçe.