Saturday, June 9, 2007

facia mı fiesta mı? niye oy vermemeli?

haydi, siyasi fantazi kurmaya devam edelim...

“oy vermeye değer” bir parti bulamayan seçmenler olarak, 22 temmuzda denizde dağda, güneşte, güreşte günümüzü gün edip, sandıkarı da a-ke-pe ampulune terk etmiş idik, hatırlayacağınız üzere.

eh, o akşam, haberleri lutfedip de dinlersek, sivrisinek sokmasını atom bombası patlamış gibi “sunmak” ile maruf “sunucu” hanım ve beylerden öğreneceğiz ki, katılım oranı genel seçmen sayısının haydi haydi yüzde 30-40ı olmuş, kurtçuklar barajı aşamayıp, ne olursa olsun seçime katılmaması düşünülemeyecek ip, beygirciler vs. gibi üç-beş partinin ve de bazı bağımsızların katılımı ile, oy verebilecek her beş vatandaştan en çok ikisi tercihini kullanmış.

farz-ı mahal diyelim ki, a-ke-pe de bütün, evet, ezcümle, milletvekili sandalyelerini; evet evet, hepsini kazanmıııışş...

hemen aritmetik ile “ifade edelim”: bizler neş’e ve keyfederken baş bağlayıcı ve bağlatıcı vatandaşlarımız milletimizin büyük meclisini ne şartlarda tamamen “ele geçirmişler”:

* kullanılan oy yüzde 40;
* diğer çurçur partilerin, inatçı ve dirençli bağımsızların ve kurtçukların payı yüzde 10 ilâ 13;
* ampul ışığı ile aydınlanan seçmenlerin tüm türkiye seçmenlerine oranı yüzde 27 ilâ 30

bu durumda...

madde biiiirrrr... değil, mesela a-ke-pe gibi sistem açısından hâlâ şaibe izleri taşıyan bir parti, cumhuriyet halt fırkası gibi kendini rejim bekçisi ilan etmiş bir siyasi ekip dahi meclisi bu şekilde işgal etse, “trafik sağdan yürür! kırmızı ışıkta durulur! bir kilogram bin gramdır!” nev'inden hayati kararlar dışında, hangi yasama faaliyetinde meşruiyetinden tamamen emin olarak davranabilir ki?

unutmayın, a-ke-pe, ezici meclis çoğunluğunu, çıkarılmasında en ufak dahli olmayan, hatta a-ke-pe türü marjinal partileri tbmm harici tutacağı umuduyla ecevit, yılmaz, bahçeli ve baykal desteği ile düzenlenen “cin” bir yasanın beklenmedik cilveleri sonucu, sapına kadar meşruiyet dahilinde kazanmasına rağmen, hem de başta o acaip yasaların mimarları tarafından “yüzde 33 oyla yüzde 65 çoğunluk olur mu?” diye nasıl hırpalanmış idi...

ya o ekseriyeti, resmen değil ama fiilen ve tercihan boykot edilmiş seçimler sonucu kazansa idi? meşruiyet arayışı içinde allah bilir yatılı imam hatiplerde akşam yemeklerinde şarap vermeyi bile yasal hale getirir, “antioksidan ve faydalıdır, üstelik nahl sûresinde de salık verilmiştir” diye politika da yaparlardı...

yani, hakettiğine inandığım bir parti bulup, oyumu veremediğim için, aslanlar gibi tatil yaparak seçimleri boykot etmekle, aslında yargı ve çankaya destekli cumhuriyet halt fırkasının hafif şikeli muhalefetinden çok daha demokratik, ayrıca, yurdun tamamına şamil, “meşruiyet” esası üzerinde yücelen, vatandaş denetiminde bir “yokluk muhalefeti” yaratmış olmaktayım ki, mevcut durumdaki "muhalefet yokluğu" ile kıyas edilirse, “iktidar”ı her eyleminin muhtemel sonuçlarını da birkaç def’a mütala etmeye zorlamaya da kaadir...

kaldı ki, eksik bacaklı bir meclisi, temsil yetersizliği nedeniyle, her an yeni bir seçime zorlama ihtimalini de zulamda bir koz olarak elimde tutuyorum.

sizce oy vermekten “imtina” etmek (kaçınmak) mi demokratik, hem de etkin bir tavır ilanı, yoksa, kerameti kendinden menkul, ayakta durabildikleri sürece başımıza tünemeye de hevesli “lider” müsveddelerinin her hangi bir fayda sağlamaktan önce, kendi konumlarını sağlamlaştırmak üzere, her türlü demokrasi teamülü dışında oluşturdukları keyfi listelere, üstelik isteyerek de değil, bir takım bağlı baş öcülerden korktuğunuz için oy atıp, “seçim yaptım” diye kendinize de dünyaya da yutturmaya kalkışmak mı?

haaa, siyaset deyince aklınıza yalnızca partiler ve parlamento geliyor, haydi haydi bazı memurların hukuku guguk ederek siyasi damarları tıkamasını “benim takımım elle gol atarsa o gol geçerli sayılır” bağnazlığı ile parlamento dışı muhalefetten sanıyor ve sayıyor iseniz; “governance” diye bir kavram, vatandaşlık diye bir müessese ilgi, bilgi ve sevgi alanınıza girmiyorsa, zaten siz ancak cumhuriyet halt fırkasını “seçersiniz”, o da seçim değildir; zaten sandığa gitmeseniz de olur...

bari tatilden olmayın...

niye oy verilmez?

DİKKAT!
SON ÜÇ POST'U YUKARIDAN AŞAĞI DEĞİL,
AŞAĞIDAN YUKARI SIRAYLA OKUYUNUZ LÜTFEN

aşağıdaki iki "gönderi"de açıklamaya çalıştığım teknik - felsefi sebepler, beni sandıktan soğutmaya zaten yetmekte.

ancak, memmur beceriksizliğinin ve teknik donanımı acıklı bir devletin "teb'aı" olmanın yol açtığı bu aksak uygulamalar son bulsa da, oy vermemenin bugünün türkiye'sinde en iyi siyasi tercih olduğunu düşündüren bir de siyasi felsefi sebebim var.

ülkenin içinde bulunduğu tuhaf durumun bir nedeni de, a-ke-pe ampulünün karşısına yakıp da koyacak, geçtik feneri, mumu; hatta çakaralmaz çakmağı, ıslak kibrit bile bulamamak değil mi?
mesela, cumhuriyet halt fırkasına "muhalefet" demek, başlıbaşına siyaset kuramına hakaret değil mi? ötekilerin hali, fırkanınkinden bile zavallı değil mi?

eee... hiç bir varlığı, kıymet-i harbiyesi, demokrasi anlayış ve terbiyesi, kısaca değeri olmayan bunca siyasi teşkilat içinden birini el mecburiye seçip, ona "anamın ak sütü gibi ak oyumu zorla helal edeceğim" (*) öyle mi? neden? sadece ve sadece a-ke-pe den duyduğum korku ile ikrah, tedirginlik ile rahatsızlık arasında gidip gelen duygu ve düşüncelerim, diğer gûya partilere duyduğum güvensizliğin önünde gidiyor diye... öyle mi? üstelik, son dönemde geleneksel yobazlıklarının ipine sarılıp da, sapıtıncaya kadar, kendi adıma, avrupa - demokrasi politikası ile sınırlı olmak kaydı ile, alternatif bütün rakiplerinden daha iyi (**) performans gösterdiğine inanmama rağmen, öyle mi?

kusura bakmayın efendiler de, damat frengi geçirmiş diye kızı hadıma veren penisilin cahili kayınpeder, torunu da ya sütçüden sever ya da hayalinden.

bunu demokrasi teorisine uygular isek, demekteyim kiii; benden oy istiyorsanız, neye oy vermediğimi değil, neye oy verdiğimi de bana göstermek, anlatmak durumundasınız. işte tam da bu noktada (***), bu yüzden seçimden uzak kalmak; hele oooh, bu sene tam tatile de denk gelmekte iken; en iyi siyasi tutum bendenizce.

düşünün; milyonlarca kişi, mesela cumhuriyet halt fırkasına oy verecekken tuttuğu levreği pişirmekte; beygir gübresi koklamak yerine, denize girip ata binmekte, ip çekecekken, dağa tarla sürüp, döven dövmekte; aşkın ve demokrasinin goygoyunu dinleyecekken, serin beyaz temiz çarşafların üstünde aşk yapmakta... iğnesi kırık arıcılar bal yiyemeyince, evropa'ya çıkmış, efkar dağıtmakta!... kurtlar... yooo, onlar disiplinli orta-orta sınıf küçük burjuvadır, paşa paşa sandığa giderler... ama haydi, farzedin ki kurtlar da 9.9 da takıldı kaldı!

neticede de, ampul 550 sandalyenin tamamını aldııı...

hadi bakalım, cevap verin: facia mı fiesta mı?

azzzzzz sonnnnra...
-----

(*) tamamen örgütlü, kollektif, meşru menfaat somutlaştırma arayışından ibaret bir eylem olan siyaseti, bu tür mantıki boyuttan avara, metafizik, anlamsız, arabesk ve içeriksiz hamasi ifadeler ile kavrayıp, açıklamaya çalışmak, zaten bu işi ne kadar becerebildiğimizin de iyi bir göstergesi. (**) ampul fırkası şizofrenik ve şarklı yönünü gösterip tam terse dönmekle yaptığı hayrın çoğunu harcadı ise de, daha süleyman ve erdal beylerin, merhum güvercinci bülend bey'in, hâlâ kendini nimetten sayan mes'ud bey'in, beygirin yeni süvarisi eski şerifin eski hoş ve boş sarışın patronunun vesaire vesaire, memleketi nasıl yürüttüklerini de unutmadık, ya huu...
(***) farkında mısınız, bugünlerde "işte tam da bu..." ibaresi "şu anda" klişesinin bile önüne geçmiş bulunmakta...

niye oy verilmez?

oy vermememin demokratik-felsefi açıdan teknik iki sebebi var; bir de doğrudan felsefi sebebi.

malumunuz, seçim bir eğriden (bunu "doğrudan demokrasi" zıddı olarak ben uydurdum, doğru tabiri, dolaylı) demokrasi uygulamasıdır. birileri, irademizi hakkıyla kullanabilelim diye seçimi organize ederler, kim oy verebilir, ne renk pusulalar kullanılır, sandık delikleri yeterince büyük müdür, odalar temmiz midir vs., vs., v.s.

işbu organizasyon, bürokrasi tarafından icra edilmesi gereken bir iştir.

bence, oy vermemek için birinci teknik sebebin kaynağı, bu işe memur (*) bürokrasinin abidevi beceriksizliği, üstelik de, bu beceriksizliğinin farkında dahi olabilecek donanımdan yoksun bulunduğu için, yaptığı işten anlamsız bir gurur duymasıdır.

şimdiye kadar, seçmen kütüklerinin oluşturulması, yazımı ve denetimi sırasında, icracı bürokrasi, işinin ehli olup da doğru dürüst üzerine düşeni yapamadığı için, insanları ev hapsine alıp, koyun gibi birer birer sayarak kütüğe yazardı. daha acısı, sayılanlar da bu koyun yerine konmayı kuzu kuzu kabullenirlerdi.

kendine medeni diyebilen her toplumda, kayıtlı oldukları ana veri kaynağından altalta isimleri toplayıp, hele komputer devri de başlayınca, ülkenin her yerinde, hatta yurt dışında vatandaşına rahatça ve serbestçe oy kullandıran bir bürokrasi mevcuttur. bizim memurların ise, totaliter rejimlerde bile nadiren rastlanabilecek hukuk dışı bir zoraki hürriyet kısıtlaması ile bile, hiç bir sefer seçim kütük ve liste işlerini tam yapabildikleri vaki değildir.

bendeniz, bu ağıla tıkılma meselesine şiddetle gıcık olduğum için ya toplu map'us günlerinde başımı alııp ya denize ya gurbete yollandığım için, hiç bir kayıtta da adım yoktur. gelelim "gıcığımın" hikmetine...

teknik altyapısı, "seçim" yapacak vatandaşı o seçimi yapabilmesi için, ağıla küçükbaş hayvan tıkar gibi hapsetmek sureti ile işleyen bir demokratik sistem, bence zaten aslen demokratik değildir. o zaman oy vermenin de alemi yoktur.

ikinci teknik sebep, ancak "asya tipi demokrasi tarzı" (**) uyarınca yürüyen üçüncü dünya rejimlerinde eşine rastlanan "boya" uygulamasıdır. teorik çerçeveye göre, vatandaşın eline burnuna, ya da münasip başka bir yerine kolay kolay silinmeyen bir "mürekkep" sürmek sureti ile, "mükerrer oy" atarak "sahtekarlık" yapmasının önüne geçilmektedir...

vay canınaaaaa!!!...

madde biiiirrr... mükerrer oy, ancak yukarıda değinilen kütük, dal, odun, vs. gibi seçime dair teknik bürokratik hazırlıklar eksik ve veya hatalı ise mümkündür. tamam türkiye, üçbuçukuncu dünya olmaya her daim heveslidir, dolayısıyla en andülüp cep telefonu amerika'dan evvel burada piyasaya sürülür amma, henüz teknofilia'dan teknologia'ya (***)geçilemediği için elektronik oy verme hâlâ hayaldir. hatta galiba, kanunen de memnudur.

olsun beis yok. canım halkım da zaten cepte geyik avlamayı demokrasi üzerine düşünmeye, her zaman yeğler...

özetle, parmağa, tırnağa, dudağa, kulağa vs., beceriksiz bürokratların beceriksizliklerini örtmek için yine bürokratlarca konulan kurallar uyarınca mürekkep sürülmesine izin vermek, esasen demokrasi dediğimiz nazenin dilberi, bürokrat denilen hoyrat hizmetkarların haremine vermek demektir. ki, bence bu mekruhtur!

madde ikiiiiiii... her alemde sahtekar birileri olur. dünyanın her yerinde de, her seçim ortamında da, mükerrer oy, sahte pusula vb, türü kural dışı mandepsiler ile avantaj sağlamaya kalkan uyanıklara rastlanır. ama zamane, teknolojik olarak bunlara mani olabildiği gibi, yapanı yakalayan, yapılanı da düzelten yöntemleri bulmuştur. eh, demokrasi de "zamane" kültürünün özü olduğuna göre, oynamaya niyetli isek, oyunu alet - edevat tam takım oynamakta yarar vardır.

yani, yeniden söyleyeyim, demokrasi topluma ve onun hizmetkarı olan devlet memurin takımına mal edilebilirse, sahtekarlığı ve zararlarını önlemek için önüne geleni mürekkebe, boyaya, sıvaya bulamak da, çağdışı bir utanç uygulaması olarak beşeri rezaletler tarihinde yerini alır.

madde üüüüüççç... ve bu en korkuncu!.. elbet de her toplumda üç kağıtçı, sahtekar, düzenbaz ve terbiyesiz bireyler mevcuttur, olacaktır. bu kişiler pek hayırlı olmayan işler de yapacaklar, ve hatta seçimlere şaibe düşürecek haltlar da edeceklerdir. hukuk düzeninde yapılması gereken yukarıda da değinildiği gibi, bu bireyleri yakalamak ve cezalandırmak, verdikleri zararı ayıklayıp, hatta ödetmekten ibarettir. tıpkı hırsızları yakalayıp, çaldıklarını iade etmek gibi...

pekiyiii... ya zabıta kuvvetleri, hepinizi kelepçe, zincir vurup demir parmaklıkların arkasına koysa... derken, siyasi zevzeğin biri de çıkıp "muhterem vatandaşlaaaaarrr... sizi kodese tıktı isek sizin iyiliğiniz için tıktııııkkkk... böyleceeeee... kimse sokakta dolaşmadığındaaaaannn... artık kimse hırsızlık yapamayacaaaaakkk... binaenaleeeeyh... artık mal güvenliğinizi ve emniyetinizi sağlamış bulunmaktayııııızzz," diye nutuk atsa, ne dersiniz?

pekiyi... ey aziz vatandaşlarım! kırk küsur milyon seçmen kardeşiniz arasında, bilemediniz dört bin madrabaz, düzenbaz, hilebaz, işvebaz, dolandırıcı var diye, tümünüze birden, hem de resmi olarak, hem de (nasıl "kanun" ise artık!..) kanuni yoldan, alenen "sahtekar muamelesi" yapılması karşısında söyleyecek sözünüz var mı? var mıydı? vardı da niye sustunuz?

haydi gidin boyanın şimdi...


---------------
(*) "memur" emir verilen, görevlendirilen. amir, emir veren. bizde malum devlet memuru vardır, ingiliz diyarında "civil servant". eh demokrasi de burada demirgırağsi zaten... eve tıkıp kelle sayma dönemi (biraz da galiba avrupa'ya ayıb oluyor diye) bitti gibi görünmekte ama üç buçukuncu dünya kendine özgü şart ve kurallarla döndüğü için, tedbiri elden bırakmamakta yarar var...
(**) marx tan uyarlama komonist jargon'un "asya tipi üretim tarzı" lafına nazire... "tarz" ve "tip" zaten üç aşağı beş yukarı aynı şeyi açıklar da...
(***) teknofilia, teknoloji sevmek... daha doğrusu, teknoloji ile gelen ürünleri sevmek. tekno-logia ise, teknolojiyi bilmek. bilerek kullannmak, üretmek...

Thursday, June 7, 2007

niye oy vermeyeceğim?

eli varıp da bir türlü cumhuriyet halt fırkasına oy vermeyi kendine yediremeyen, ampul'e de doğal olarak meyletmeyen eş dost, baskın oran istanbul'dan bağımsız aday olunca, biraz rahat nefes aldı. baskın hoca seçilmese de hiç değilse sandığa "kerhen" değil de az çok isteyerek gitme imkanı buldu millet...


bendeniz, seçimler yaklaştıkça, özellikle de "sol" eğilimli entellektüel cenahta, cumhuriyet halt fırkasının her döneme has, demirel'in lafıyla türlü çeşitli marifetleri yüzünden, taksim meydanında çişi gelmiş gibi kıvranarak reyini heba etmeyecek parti arandığını az izlemedim. bir aralar aşkın ve demokrasinin partisi, bizim zavallı merhum yeni demokrasi, hatta ipe sapa gelmez ip bile bu durumdaki vatandaşın ağaç dibi bulup da rahatlar gibi teveccühüne mazhar oldu amma yüzde biri bile bulup da derdine çare olamadı.


kulunuz, yurtdaşlık hizmet ve görev aşkıyla marmara çırası gibi yanmadığım için, 1982 anayasa oylamasından beri sandık başına uğramadım. o yoklamada da herhalde tahmin etmesi zordur, söyleyim bari, göstere göstere mavi (*) pusulayı zarfa koyup sandığa attım. o gün bugündür yaşlı bir aile büyüğünü, bir arkadaşı vb. götürmek üzere şoförlük etmediysem, seçim mahalleri ile hiç bir ilişkim olmadı. üstelik iyi kötü, en az iki kampanyada da aktif görev yaptığım halde...


oy vermemek, benim için siyasi bir tercih. tercihimden ötürü de kendimden peeeek memnunum. ne (öyle bir özel derdim de yok ama) "görevini yerine getirmeyen kötü bir vatandaş" olduğum kanısındayım, ne de demokrasi ile "mutlaka" oy kullanmak arasında bir rabıta, bir ilinti görmekteyim.




----------
(*) genelde red oyu kırmızıdır amma nedense paşalarımız beyaz kağıdı "evet" kırmızı pusulayı da "hayır" tercihini belirtmek için tensip buyurmuşlardı. ben de denizcilikten midir nedir, maviye zaaf derecesinde bağlıyımdır.

Tuesday, June 5, 2007

solum sağım sobe

garfucius 15 yıl önce saçtığı incileri şimdi siz blog okuyucularının hizmetine sunuyor. işte part two... (bazı güncellemeler, küçük düzeltmeler ile...)

siz tosuna kanmayın, okuyun...

solum sağım sobe

türkiye' de sağın ve solun birlikte ıskaladıkları nokta, 1970'lerden sonra sermayenin fabrika açabilecek para ile değil, fabrikada birim yatırım başına verimliliği katlayacak teknoloji ile ölçülmeye başlandığır. dış borç bakımından, 12 eylül' den önce kore ve taiwan, türkiye' den acıklı durumda idiler. borçlarının sebebi ise yeni teknolojiye yatırım yapmış olmalarıydı. türkiye, aynı dönemde tercihini sermaye yoğun değil, emek yoğun teknoloji için kullandı. himaye duvarları arkasında ne yapsa satabilen sağ-sermaye için bu tercih rasyonel sayılabilirdi. istihdam sorununu, verim-doyum ilişkisi yerine, çalışan nüfus istatistiklerine indirgeyen emek örgütleri açısından da, yeni iş alanları açılması umudu hiç fena değildi. sendikalar, emek yoğun teknolojinin tercih edilmesi için siyasi baskı bile yapıyorlardı.

sonuçta, kore ve taiwan teknoloji ihraç eder hale geldiklerinde, türkiye ikinci el teknoloji ile avrupa birliğinin kapısını utangaç utangaç tıklatmaktaydı.

arkaik teknoloji ile beleş kazanca alışan sermayenin siyasi temsili ve söylemi, solunkinden de zavallıydı. sol hiç değilse, sosyalizmin enternasyonel retoriğine ve romantizmine sığınabiliyordu. sağın ise, "ezan susmaz" sloganı, mehter takımı, cami edebiyatı, dokuz ışık, kızıl tehlike, 141-142 felsefesi etrafında örgütlenen muhafazakar-milliyetçilik dışında ideolojik bir meşruiyet kaynağı bile yoktu. doğru dürüst bir sosyal-siyasi liberalizm geliştirilemediği için, evrensel sağın en büyük silahı liberal özgürlükçülük, ancak ağızdan dolma tüfek etkisi yapıyordu. siyasi düşün yönünden bakınca, sağın da solun da türkiye'deki ideolojik meşrulaştırma araçları, metafizik (*) kavramları aşamadı. milliyetçilik, ülke bütünlüğü, eşitlik, adalet gibi metafizik kavramlar, aslında her toplumda politik birer araç olarak kullanılırlar. ancak, gerek toplumun tarihi ile, gerekse güncel yaşam biçimiyle ilişkilendirildikleri için, birer idealden çok sembole dönüşmüşlerdir.

türkiye' de ise, sağ milliyetçiliğin; sol da insan haklarının ve eşitliğin bayraktarı görünümündedir. ama, kullanılan sözlerin içi hep boş kalmıştır. ne sağ milliyetçiliği/yurtseverliği bir politikaya dönüştürebilmiştir, ne de sol hak ve eşitlikleri. bir başka deyişle, ideolojilerini nasıl yaşama uygulayacakları hakkında her iki taraf da bir pozitif somutluk sunamamıştır. sonuçta, insanlar futbol takımı tutar gibi solcu ya da sağcı olmuşlardır. siyasi inançlar mantığa ve düşünceye değil, duyguya ve metafizik inançlara bağlı kalmıştır. yaklaşık 1960'ların sonundan beri bu süreç devam etmektedir.

bugün de insanlar kendilerini sağcı ve solcu diye nitelemekte bir beis görmemektedir. ve lakin, artık dünya başka bir dünyadır. fransız sosyalistlerinin mabadlarını meclisin farklı bir köşesine koymalarıyla başlayan sağ-sol ayırımı yeni bir içeriğe kavuşturulmadıkça, dinozorlarla mamutlar arasında taraf tutmaktan fazla bir anlam ifade etmemektedir.

illa ki tarihi terminoloji kullanılacaksa, solun modern fonksiyonu, teknoloji toplumunun nimetlerini ve iktidarını bütün üyelerine yaymak; sağın fonksiyonu ise, nimet üretimine yatırım yapanların karar verme kurumlarını etkileme güçlerini en üst seviyede tutmaktır. yani sol, bir yandan sıradan vatandaş - bireyin yaşam standardını yükseltecek paylaşım düzenini; bir yandan da iktidar (yani türkiye'de, solun tapındığı "devlet") üzerindeki hak talebini ve denetimini yaygınlaştırmak durumundadır.

eskiden, "üretim araçlarının sahipliği" diye nitelenen olgu, artık piyasa mekanizmalarına terkedilmiştir. iktidarın kullanımı ise, evrensel bazı kurallara bağlanmıştır. demokrasi çerçevesinde hiçbir kurum da, şimdilik bu kuralları açık açık bozacak güçte değildir. modern sağ da evrensel demokrasiyi ve nimetlerin bütün sınıflarca bölüşümünü benimsemek zorundadır : ekonomik açıdan, vatandaş - birey aynı zamanda tüketici, çoğu zaman da hissedar hüviyetini taşımaktadır. tüketimle ona giden, tasarruf/yatırım/üretim sistemine yine dönmektedir. bu tür bir menfaat bağlantısı ciddi sosyal çatışmaları da yatıştırdığı için, sağın iktidarı vatandaş ile paylaşmaya da büyük bir itirazı yoktur.

ancak, bu mutluluk denklemi, 21. yüzyılın kapısında, modern toplumun her türlü çatışmadan arındığı gibi bir sonuca baliğ olmamaktadır. tarih boyunca, sermaye ve sağ milliyetçi, emek ve sağ enternasyonalist bir tutum izleyegelmişlerdir. oysa, son 20 yılda teknolojiye bağımlı sermaye, sınırlar aşırı "global" bir nitelik kazanmıştır. klasik marksizmin "egemen sınıfın aracı" saydığı devlet, ulussuz sermaye sınıfına dar gelen bir cekettir artık... hatta, tüm devletleri ve ulusları kapsayacak, adeta süper bir devletlerötesi devlete benzeyen bir "dünya sistemi"nin sözü edilmeye başlanmıştır bile...

pekiyiii... o zaman, uluslaraşırı sermayenin emrinde çalışan, ama aynı zamanda onun tüketicisi ve borsadaki ortağı olan emeğin durumu ne olacaktır ? ya da, küçük veya orta sermayesiyle milli sınırlara bir bakıma mahkum olan veya global tüketim için "evrensel yan sanayi" olarak mal veya hizmet üreten, ikisi de kapitalist olan ama fark arzeden kesimler, merdivenin hangi basamaklarına oturmaktadır? büyük sermayenin devlete ihtiyacı kalmadığı varsayılırsa, durum ne olacaktır ? bildiğimiz şekliyle devlet, "dünya sistemi"nin bir valiliğine mi dönüşecektir, yoksa tüketici- hissedar-çalışan-vatandaş, küçük kapital ile birlikte veya ayrı ayrı, devleti globalize sisteme direnebilme aracına dönüştürmeye mi girişecektir? bu karambolde, sağ nerededir, sol neresidir?

bu yazıda değinilenler, çağdaş siyasal sistemin cevap aradığı soruların sadece bir bölümü. ama, türkiye' nin siyaset aleminde bırakınız cevapları, sorularla bile ilgilenen hiçbir kurum yok gibi. bunun yerine, konjonktürel, kısa ömürlü olaylar üzerinde zombi ideolojilerin kokuşmuş kavramlarıyla, sistemsiz siyaset yapmak, kolay gelmektedir. sonuçta sağ ve sol, parlamentoda mabadların yerleştirildiği mikro coğrafyadan kaynaklanan terimlerdir.

global ekonomik -siyasi coğrafyayı ise, mabadlar değil, elektronik destekli beyinler oluşturmak durumundadır.

---------
(*) sosyolojinin kurucusu auguste comte, ulusların düşünsel gelişmesini üç aşamada ele alır. bunlardan ikincisi, toplumları, içeriğini kimsenin doğru dürüst tanımlayamadığı soyut kavramların yönlendirdiği "metafizik" dönemdir. kahramanlık, şanlı tarih, cesaret, dürüstlük, metafizik kavramlara örnektir. üçüncü ve son, "pozitivist" aşamada ise, toplumlar artık kendilerini ve düşünlerini bilimsel bir yaklaşımla değerlendirmeyi başarmışlardır.

sağım solum sobe

türkiş medya esas itibarı ile bir kabe-i cehalettir. gerçi, son zamanlarda medya ekran veya sahifelerinde zuhur eden bir kısım akademik taifenin de o kabeyi pek bir saadet ile tavaf ettiklerini izlemek mümkün ama, ne de olsa bizim meslekdaşlar biraz daha analitik düşünebiliyor, onlar bari, fıkradaki temel gibi "hamsi yemayisun temek ki homosun" mantığı ile sonuca varmıyorlar.

yine de, hem medya hem de akademinin akîl adamlarının (ve de tabii hatunlarının) parti aday listeleri açıklandığında "solcular sağ partilerde, sağcılar sol partilerde" nev'inden şaşkınlık göstermekte birbirleri ile yarışmaları, ciddi bir yüzeysellik felaketinin memleketi sarıp sarmaladığını göstermekte bence.

öncelikle, şimdilerde dahî, devletin en kadîm iktisadî varlık, dolayısıyla toplumsal belirleyici olduğu fena halde unutulmakta. insanların hâlâ hayatlarındaki denetimi birbirleri üzerindeki "mahalle baskısı" yüzünden başkalarına taviz olarak vermekten yüksünmediği bir sosyal düzenin egemenliği, gözden kaçırılmakta. ferdinand tönnies'in "gemeinschaft - cemaat" tarzı, yüzyüze, gayri şahsi, küçük ölçekli, kısıtlı ve kısıtlayıcı ilişkilerin metropol-ümsülerdeki hayatı bile kasaba düzeyine çevirdiği farkedilememekte. iş ve ticaret aleminde çıtanın mediokrite egemenliğine işaret eden esnaf ilişkileri vasatisini aşamadığına ya aldırılmamakta, ya da daha kötüsü, suskunlukla inkar yoluna gidilmekte.

böyle bir sosyal ortamda "sağ" ya da "sol" gibi, aslında da vaktiye fransız parlamento odasında muvafık ve muhalif vekillerin kıçlarını nereye koydukları ile tanımlanan kavramların toptan abuk kaçtıkları da gümbürtüye gitmekte.

dalalım bakalım arşive, garfucius bundan neredeyse 15 sene mukaddem neler demiş şu sağ sol işleri için:


sağım solum sobe

devletçi solumuzun sesi iken, fısıltı kalan ceride- i cumhuriyet, hükümetin özelleştirme yüksek kurulu aracılığıyla, devlet sektöründeki gemileri satma kararı aldığını "haber" verdi. gazetenin haberin üstüne yığdığı yoruma göre, böylece, "üç tarafı denizlerle çevrili anadolu yarımadasında kurulan türkiye cumhuriyetine ait zaten az olan gemi sayısı, yoka yaklaşacak" idi.

ayşecik filmi seyrediyormuş gibi oldum. içim hüzünle doldu. "vah vah" dedim. yoo, "türkiye cumhuriyeti" karaya vurdu diye değil, cumhuriyetin adıyla yayınlanan tarihi ceride, cumhur ile devleti arasındaki farkı algılayamayacak hale düştü diye üzüldüm.

hazretler farkında olmasa da, ben gerçeği bildiğim için, ticari denizciliğimizin falında okudukları kapkara bahtı, sakal üstünden gülerek, kazımadım. yüksek yaş ortalamasına rağmen, akdeniz' i bir türk gölüne çeviren ve "cumhuriyetimizin" bayrağını taşıyarak liman liman astarya yapan koster filomuzun mavi dümen suyunun okyanuslara da iz bırakması için selamet diledim. kosterlerin yanında süzülen türk bayraklı dev vapurlar düşledim.

ceride, esasen devlet mihrabında bi'at eyleyen türk "sol" cenahının fikriyatına, dili döndüğünce tercüman olduğudan, çağdaş ekonominin solumuz tarafından nasıl algılandığı üzerinde düşündüm. ağzında özelleştirme, teşebbüs, liberal ekonomi gibi kavramları gevelemeye başlasa da, bu kesimin, ruhunun derininde hala izmir iktisat kongresi bürokratizmini aşamamış olduğuna kanaat getirdim(*) .

beni esas sinirlendiren, cumhuriyet'in, "cumhuriyet"i devlete indirgeyen; vatandaş olarak bireyleri ve 60 küsur milyon bireyden oluşan koskoca "cumhur" u ekonomik bir sıfır olarak yorumlayan yaklaşımı oldu. ceride, devletinkinden çok daha küçük ve eski bir filo ile, deniz taşımacılığını devletten defalarca iyi başaran ve sancağı yedi denizde dolaştırarak rızk arayan vatandaş işletmelerini herhalde yunanistan' a veya hindistan' a ait sanıyordu.

yıllardır, milyonların ardına saklanarak, "kamu" diye yutturulmaya çalışılan devlet beceremediği bir işten çekildiği için, sol fısıltı ağıt yakıyordu. sırf solculuk aşkına, sırf özel diye, koca bir deniz taşımacılığı sektörünü yok sayıyordu.

devletin ekonominin denetmeni olduğu bir sistemde, cumhurun hukukunun da hükümet himmetine kalacağından bihaber; birey hakları konusunda fetvacıbaşılığı kimseye bırakmayan söylemini de böylece boşa çıkarıyordu.

sol ve sağ kavramları, siyasi tanımlayıcılıklarına geçen asırda fransız parlamentosunda kavuştular. sosyalistlerin salonun solunda oturmaları, fikri karşıtlığı, mabadların yerleştirildiği siyasal mikro coğrafyaya taşıdı.

o devirlerde sağ ve sol arasındaki çatışma, emek ve sermayenin çıkar ve iktidar paylaşım çekişmelerinden kaynaklanıyordu. türkiye' de bu tür bir sınıflararası mücadele, ancak 60'larda o da yarım yamalak su yüzüne çıktı. esasen, ortada doğru dürüst bir sermaye sınıfı bulunmadığından, emeğin mücadelesi de siyasi bir raya oturamadı, garip patikalarda yuvarlandı durdu. türkiye' de en büyük işveren, her zaman devletti. Bu açıdan, türkiye' deki ve sovyetler birliği'ndeki işçinin pek de farkları yoktu. kamu işletmeleri, taşıyabilecekleri istihdam sınırını dolduruncaya kadar, ekonomide önemli bir yük de oluşturmadılar. zamanla, işletmeler, işçi sınıfının oyunu kapma mekanizmalarına dönüştü. sağıyla, soluyla hükümetler de, sendikalar da devlet sektörünü bel büken bir yük haline gelene kadar sömürdüler. hükümetler yönünden istihdam yaratmak, verimli işletmecilikten önde geldiği için, teknolojik yenilenme de kimsenin umurunda değildi. zaten, ulufenin büyük kısmı istihdama ayrıldığından, yatırıma da sermaye kalmıyordu.

emeğin klasik karşıtı olan ciddi bir özel sermaye sınıfı, zaten gelişmemişti. devletin başındaki hükümetler, bir yandan kapitalist olarak kendisini, bir yandan özel sınai teşebbüsü ayaklandırmaya çalışırken, öte yandan da hem aynı zamanda seçmeni niteliğindeki işçisini kollamaya uğraşıyor, hem de artan şehir nüfusunu sınırlı istihdamın içine çekmeye çabalıyorlardı. bu garip ekonomi- politik dengesi, sivil iktidarların boyunu aşınca da, askeriye işe el koyuyordu.

pratikte, ekonominin mutlak hakimi devlet iken, zaten bir sosyalist devrimde de durum pek değişmeyecekti. o zaman da, sol söylem, ekonomik-politik bir mücadelenin sürecinde değil, entellektüel idealizmin dinamiğinde gelişti. sonuçta da, sol ideoloji, komik bir yol ayırımında kaldı: devrim, kapitalizme karşı gerçekleşecekti. ülkenin en büyük sermayedarı ise, devletti. yani, sol hareket, devleti devirip, onu tekrar, aynı işçilerin başına patron olarak geçirmek zorundaydı. bu gerçek böyle açıklanamadığı için de, devletin himayesinde ve korumacı siyasetinde pamuktaki fasulye gibi büyümeye çalışan özel sermaye, boynuzu boyundan büyük bir şeytan olarak tanıtılıyordu.

bu garip yapı içinde sol söylem, siyasetini ideolojik kavgaya dönüştürmekten başka yol bulamadı. chp' sinden halkın teferruatı sıfatlı goşist fraksiyonlara kadar, sol mücadele sınıf bazından çıkarılıp, terminoloji mücadelesine dönüştürüldü. Bu uğurda da yüzlerce kişi telef edildi.

sağın durumu daha da acıklıydı. evrensel ölçütlere göre, türkiye' deki bütün özel sermaye, orta boy bir amerikan eyaletindeki toplam sermayeden pek fazla değildi. bu durumda, himayecilik kaçınılmaz bir politika olarak zuhur ediyordu. teknoloji gülünç derecede eski idi ama, uluslararası rekabet yokluğu, ulusal rekabetin de cılızlığı, antika teknolojinin karlılığını inanılmaz boyutlara tırmandırıyordu. bu şartlarda, kapitalistin pahalı yeni teknolojiye yatırım yapması da enayilikti.

-------
(*) cumhuriyet ilanından önce toplanan izmir iktisat kongresi, ekonomik model olarak liberal kapitalizmi seçti. ancak, ülkede kapital ve kapitalist bulunmadığından, yatırım işi devlete kaldı. bir yandan da, ittihad ve terakki ile başlayan kollanmış para babası sınıfı yaratıp, kapitalist diye yutturma süreci, kapitalizm imiş gibi algılanıyordu. devlet kapitalizminde, ekonomi küheylanının eğerinde merkeb yönetmekten bile aciz bürokrasi oturageldiği için, 21. yüzyılın kapısına da, greve gittiğinde kârâ geçen işletmelere sahip bir kamu sektörü ile dayandık.

[devamı bir sonraki "post"ta]

köyün delisi, kasabanın kartoloşu ve de muhallebinin kaderi

anap - dyp imam nikahına "muhallebi" demiştim ama, dibine bile tutmadan süt buhara dönüştü, karamela bile olamadan şeker kömüre... kazanın dibi de yılmadan bahtiyar yaşayan mes'ud efendiye kaldı, elinde dalacak kazan arayan "bol" kepçesi ile...

ekonomi - politik açısından bakınca, birleşmenin yürümemesi pek de şaşıtıcı değil, aksine eşyanın tabiatı gereği. dyp, kendini nasıl yutturmaya çalışırsa çalışsın, varis olduğunu iddia ettiği adnan menderes ile özdeş demokrat parti gibi, bir köylüler örgütü. köylülerin, artık, köy meydanında değil de, kasabamtrak orta boy kırsal üretim biçimleri çevresinde "derlenmiş" şehirimsiler veya ilhamının yine köyden alan metropol bozuntularının az gelişmiş yörelerindeki kahvelerde, yine tarımsal toplumlara özgü gizli işsizlik portreleri sergileyerek oturuyor olmaları, durumu değiştirmemekte.

anap ise özal oportünizmi ile ortaya çıkan, köylü kökenli olup da köyü tanımayacak kadar uzun süre kasaba - varoş esnaf çevrelerinde yaşayan, ekonomik olarak sınıf atlayan, atladığına inanan veya atlayacağını (hâlâ) uman kesimlerin menfaat kulübü. bu kesimin "sömürdüğü", yani bir şekilde ürettikleri "artı değer"i kasalarına kâr olarak aktardığı başlıca grup da, köylü.

zaten, çarpık uzuvlu devlet ağırlıklı türk ekonomisinde, devletinki de dahil, ticari ya da sınai, kapitalizasyon girişimlerinin hepsinin bugün bile kaynak için başvurduğu kesim de, tarımdan üretilen artı değer. hâlâ kapitalist sosyal yapıya geçememeiş olmamızın, verimsiz üretim yöntem ve ölçeklerinde takılıp kalmanın, ekonomik-rasyonel düşünceyi de hayatımızın iktisad da dahil, tüm boyutlarına taşıyamamızın bir sebebi de bu.

anap - dyp muhallebisi fena halde dibine tuttu ise, bilin ki bu da, özal işi kasaba uyanıklığı yaparak köyün delisini kasabanın kurnaz kartoloşu ile nikah masasına oturtmanın da pek akıllıca iş olmamasından...