Tuesday, June 5, 2007

sağım solum sobe

türkiş medya esas itibarı ile bir kabe-i cehalettir. gerçi, son zamanlarda medya ekran veya sahifelerinde zuhur eden bir kısım akademik taifenin de o kabeyi pek bir saadet ile tavaf ettiklerini izlemek mümkün ama, ne de olsa bizim meslekdaşlar biraz daha analitik düşünebiliyor, onlar bari, fıkradaki temel gibi "hamsi yemayisun temek ki homosun" mantığı ile sonuca varmıyorlar.

yine de, hem medya hem de akademinin akîl adamlarının (ve de tabii hatunlarının) parti aday listeleri açıklandığında "solcular sağ partilerde, sağcılar sol partilerde" nev'inden şaşkınlık göstermekte birbirleri ile yarışmaları, ciddi bir yüzeysellik felaketinin memleketi sarıp sarmaladığını göstermekte bence.

öncelikle, şimdilerde dahî, devletin en kadîm iktisadî varlık, dolayısıyla toplumsal belirleyici olduğu fena halde unutulmakta. insanların hâlâ hayatlarındaki denetimi birbirleri üzerindeki "mahalle baskısı" yüzünden başkalarına taviz olarak vermekten yüksünmediği bir sosyal düzenin egemenliği, gözden kaçırılmakta. ferdinand tönnies'in "gemeinschaft - cemaat" tarzı, yüzyüze, gayri şahsi, küçük ölçekli, kısıtlı ve kısıtlayıcı ilişkilerin metropol-ümsülerdeki hayatı bile kasaba düzeyine çevirdiği farkedilememekte. iş ve ticaret aleminde çıtanın mediokrite egemenliğine işaret eden esnaf ilişkileri vasatisini aşamadığına ya aldırılmamakta, ya da daha kötüsü, suskunlukla inkar yoluna gidilmekte.

böyle bir sosyal ortamda "sağ" ya da "sol" gibi, aslında da vaktiye fransız parlamento odasında muvafık ve muhalif vekillerin kıçlarını nereye koydukları ile tanımlanan kavramların toptan abuk kaçtıkları da gümbürtüye gitmekte.

dalalım bakalım arşive, garfucius bundan neredeyse 15 sene mukaddem neler demiş şu sağ sol işleri için:


sağım solum sobe

devletçi solumuzun sesi iken, fısıltı kalan ceride- i cumhuriyet, hükümetin özelleştirme yüksek kurulu aracılığıyla, devlet sektöründeki gemileri satma kararı aldığını "haber" verdi. gazetenin haberin üstüne yığdığı yoruma göre, böylece, "üç tarafı denizlerle çevrili anadolu yarımadasında kurulan türkiye cumhuriyetine ait zaten az olan gemi sayısı, yoka yaklaşacak" idi.

ayşecik filmi seyrediyormuş gibi oldum. içim hüzünle doldu. "vah vah" dedim. yoo, "türkiye cumhuriyeti" karaya vurdu diye değil, cumhuriyetin adıyla yayınlanan tarihi ceride, cumhur ile devleti arasındaki farkı algılayamayacak hale düştü diye üzüldüm.

hazretler farkında olmasa da, ben gerçeği bildiğim için, ticari denizciliğimizin falında okudukları kapkara bahtı, sakal üstünden gülerek, kazımadım. yüksek yaş ortalamasına rağmen, akdeniz' i bir türk gölüne çeviren ve "cumhuriyetimizin" bayrağını taşıyarak liman liman astarya yapan koster filomuzun mavi dümen suyunun okyanuslara da iz bırakması için selamet diledim. kosterlerin yanında süzülen türk bayraklı dev vapurlar düşledim.

ceride, esasen devlet mihrabında bi'at eyleyen türk "sol" cenahının fikriyatına, dili döndüğünce tercüman olduğudan, çağdaş ekonominin solumuz tarafından nasıl algılandığı üzerinde düşündüm. ağzında özelleştirme, teşebbüs, liberal ekonomi gibi kavramları gevelemeye başlasa da, bu kesimin, ruhunun derininde hala izmir iktisat kongresi bürokratizmini aşamamış olduğuna kanaat getirdim(*) .

beni esas sinirlendiren, cumhuriyet'in, "cumhuriyet"i devlete indirgeyen; vatandaş olarak bireyleri ve 60 küsur milyon bireyden oluşan koskoca "cumhur" u ekonomik bir sıfır olarak yorumlayan yaklaşımı oldu. ceride, devletinkinden çok daha küçük ve eski bir filo ile, deniz taşımacılığını devletten defalarca iyi başaran ve sancağı yedi denizde dolaştırarak rızk arayan vatandaş işletmelerini herhalde yunanistan' a veya hindistan' a ait sanıyordu.

yıllardır, milyonların ardına saklanarak, "kamu" diye yutturulmaya çalışılan devlet beceremediği bir işten çekildiği için, sol fısıltı ağıt yakıyordu. sırf solculuk aşkına, sırf özel diye, koca bir deniz taşımacılığı sektörünü yok sayıyordu.

devletin ekonominin denetmeni olduğu bir sistemde, cumhurun hukukunun da hükümet himmetine kalacağından bihaber; birey hakları konusunda fetvacıbaşılığı kimseye bırakmayan söylemini de böylece boşa çıkarıyordu.

sol ve sağ kavramları, siyasi tanımlayıcılıklarına geçen asırda fransız parlamentosunda kavuştular. sosyalistlerin salonun solunda oturmaları, fikri karşıtlığı, mabadların yerleştirildiği siyasal mikro coğrafyaya taşıdı.

o devirlerde sağ ve sol arasındaki çatışma, emek ve sermayenin çıkar ve iktidar paylaşım çekişmelerinden kaynaklanıyordu. türkiye' de bu tür bir sınıflararası mücadele, ancak 60'larda o da yarım yamalak su yüzüne çıktı. esasen, ortada doğru dürüst bir sermaye sınıfı bulunmadığından, emeğin mücadelesi de siyasi bir raya oturamadı, garip patikalarda yuvarlandı durdu. türkiye' de en büyük işveren, her zaman devletti. Bu açıdan, türkiye' deki ve sovyetler birliği'ndeki işçinin pek de farkları yoktu. kamu işletmeleri, taşıyabilecekleri istihdam sınırını dolduruncaya kadar, ekonomide önemli bir yük de oluşturmadılar. zamanla, işletmeler, işçi sınıfının oyunu kapma mekanizmalarına dönüştü. sağıyla, soluyla hükümetler de, sendikalar da devlet sektörünü bel büken bir yük haline gelene kadar sömürdüler. hükümetler yönünden istihdam yaratmak, verimli işletmecilikten önde geldiği için, teknolojik yenilenme de kimsenin umurunda değildi. zaten, ulufenin büyük kısmı istihdama ayrıldığından, yatırıma da sermaye kalmıyordu.

emeğin klasik karşıtı olan ciddi bir özel sermaye sınıfı, zaten gelişmemişti. devletin başındaki hükümetler, bir yandan kapitalist olarak kendisini, bir yandan özel sınai teşebbüsü ayaklandırmaya çalışırken, öte yandan da hem aynı zamanda seçmeni niteliğindeki işçisini kollamaya uğraşıyor, hem de artan şehir nüfusunu sınırlı istihdamın içine çekmeye çabalıyorlardı. bu garip ekonomi- politik dengesi, sivil iktidarların boyunu aşınca da, askeriye işe el koyuyordu.

pratikte, ekonominin mutlak hakimi devlet iken, zaten bir sosyalist devrimde de durum pek değişmeyecekti. o zaman da, sol söylem, ekonomik-politik bir mücadelenin sürecinde değil, entellektüel idealizmin dinamiğinde gelişti. sonuçta da, sol ideoloji, komik bir yol ayırımında kaldı: devrim, kapitalizme karşı gerçekleşecekti. ülkenin en büyük sermayedarı ise, devletti. yani, sol hareket, devleti devirip, onu tekrar, aynı işçilerin başına patron olarak geçirmek zorundaydı. bu gerçek böyle açıklanamadığı için de, devletin himayesinde ve korumacı siyasetinde pamuktaki fasulye gibi büyümeye çalışan özel sermaye, boynuzu boyundan büyük bir şeytan olarak tanıtılıyordu.

bu garip yapı içinde sol söylem, siyasetini ideolojik kavgaya dönüştürmekten başka yol bulamadı. chp' sinden halkın teferruatı sıfatlı goşist fraksiyonlara kadar, sol mücadele sınıf bazından çıkarılıp, terminoloji mücadelesine dönüştürüldü. Bu uğurda da yüzlerce kişi telef edildi.

sağın durumu daha da acıklıydı. evrensel ölçütlere göre, türkiye' deki bütün özel sermaye, orta boy bir amerikan eyaletindeki toplam sermayeden pek fazla değildi. bu durumda, himayecilik kaçınılmaz bir politika olarak zuhur ediyordu. teknoloji gülünç derecede eski idi ama, uluslararası rekabet yokluğu, ulusal rekabetin de cılızlığı, antika teknolojinin karlılığını inanılmaz boyutlara tırmandırıyordu. bu şartlarda, kapitalistin pahalı yeni teknolojiye yatırım yapması da enayilikti.

-------
(*) cumhuriyet ilanından önce toplanan izmir iktisat kongresi, ekonomik model olarak liberal kapitalizmi seçti. ancak, ülkede kapital ve kapitalist bulunmadığından, yatırım işi devlete kaldı. bir yandan da, ittihad ve terakki ile başlayan kollanmış para babası sınıfı yaratıp, kapitalist diye yutturma süreci, kapitalizm imiş gibi algılanıyordu. devlet kapitalizminde, ekonomi küheylanının eğerinde merkeb yönetmekten bile aciz bürokrasi oturageldiği için, 21. yüzyılın kapısına da, greve gittiğinde kârâ geçen işletmelere sahip bir kamu sektörü ile dayandık.

[devamı bir sonraki "post"ta]

No comments: