Thursday, May 31, 2007

islami modernite ve yatay kapitalizm

hemen bir dipnot:

çarşamba günkü hürriyet'te abdullah gül'ün çankaya'ya çıkabilseydi, hayrunisa hanımın daha modern bir model ile saçlarını örteceğini söylediği demeç, mehmet y. yılmaz'ın yazdığı üzere türbanın pek de modern bir nesne olmadığının bizzat onu savunanlarca da zımnen kabul edildiği anlamına gelmekte.

ama galiba daha mühim olan, akp çizgisinde muhtemelen gül ile de sınırlı kalmayan "modern" olmanın yararlı, gerekli, öz ve özlenen bir değer seviyesine yükseldiğine işaret eden demeçteki "daha modern" ibaresi...

beceriden çok, patoloji düzeyinde teknofilia haricinde, batı kökenli ne varsa mekruh ilan eden, "modernite" olgusunu da zihni ve toplumsal veçhelerinden soyutlayıp, sanki mümkün imişçesine teknik boyutuna indirgeyerek anlayan necmettin erbakanmilli görüşten bu güne mütedeyyin kesim bayağı ideolojik zemin kaymasına uğramış demek ki...

daha önce söyledim, işte buraya da yazıyorum.(!)...

islam'ın siyasi ağırlığı en çok 20 yıl içinde global modernite içinde eriyip gidecektir çünkü dinin siyaset içindeki işlevi, ancak "devlet"in "ekonomi" de olması ile kaimdir/mümkündür/ orantılıdır. o işlev giderek kapitalizmin birleştirici hamurunda yoğurulup etkinliğini yitirmeye mahkumdur.

siyaset kokulu islamiyetin ikinci "çağdaşlaştırıcı" işlevi de, max weber'in "protestan etik" kurgusunun şark toplumuna uyarlanmasındadır: ticaret yap, kazan(*) ama yeme, daha çok kazan ama gösterme, ibadet et ve bu yolla sana kazandıran düzeni, ilahiyat katarak idame ettir.

nitekim, dostum prof. nicholas vernicos (ne yazık ki yunancadan başla dile henüz çevrilmeyen bir kitabında incelediği) bir international studies association toplantısı sırasında, doğu akdeniz ve asya kıyılarında, 1500 yıldır nasıl sürekli bir ticari-kapitalist artı değerin oluştuğunu ama devlet(ler)in baskısı dolayısıyla yatırıma dönüşemediğini bana uzun uzun anlatmıştı.

karl a. wittfogel'in "hidrolik toplum "(**) kavramı ile yorumladığı oriental despot kökenli, kadîm devlet fikrinin bir gulyabani gibi asla ölmediği; türkiye de dahil, tamamı geri kalmış toplumlarda, kapitalizm tomucuklandıkça yatırımların "dikey" boyutta, evrensel rekabete dönük, "karşılaştırmalı üstünlük" yaratabilecek seçilmiş alanlarda değil, tuvalet kağıdından gazoz kapağına veya makyaj kalemine kadar her malı üreten, güdük ama enine tıknaz, verimsiz holding - tekeller eliyle "yatay" olarak dağıtılması ve verimsiz/irrasyonel şekilde heba edilmesi, devletin, işte tam da bu(!) ceberrut özelliği ile açıklanabilir.

eh malum, hiç bir şey tesadüf değildir, her şey tesadüf eseridir.

bilhassa türkiye'de, islamiyeti (genel anlamı ile inancı) "siyaset"ten, yani "devlet"ten soyundurmak, ancak dikey kapitalizm ile dik durabilecek olan islami yatırımcıların da ağırlıkla içinde bulunduğu evrensel rekabetçi bir müteşebbis çekirdeğin mutlak menfaati icabıdır. devlet ekonomi olarak kaldıkça, ne islamiyet silahını onlara kaptırır, ne de kendinden güçlü bir sosyo-politik odak haline gelmelerine izin verir.

------
(*) hadislerden biri, mümin ahaliye "ticaret ile uğraşmayı ve cesur olmayı" öğütler.
(**) k. marx' ın asya üretim tarzı kavramından hareketle, ama marx'ı farklı ve heretik bir tabana oturtarak...

Thursday, May 24, 2007

sperm mantığı ile trafik

trafik, "normal" şartlarda aptalların bile içinden çıkabileceği kadar basit bir örgütlenmedir. bırakın aptalları, medeni bir insan topluluğunun örgütlendiği her yerde, ortalama derecede zeki bir köpek, kör bir adamı trafik içinde çekip çevirebilir.


ee? nedir o zaman başta (p)istanbul olmak üzere türkiye'nin her yerinde ortalığın hali? terbiye edilmiş bir sirk hayvanının bile görünce durduğu kırmızı ışıkta kendini yola atan yayalar; fırtıp geçmek uğruna ortalığı biribirine katan, "uyanık" geçinirken aslında ne kadar keriz olduğunu dahi farketmeden şerit ihlal eden, ters yola dalan, kulağında telefon varken öteki elleriyle söylediği her neyse ona vurgu yapan şoförler... bu kadar mı? say say bitmez... yokuş aşağı, durdurulamaz bir atalet (moment) kazanarak yuvarlanan ıskarta metal veya kağıt yüklü çöp çekçeklerini bedeni ile frenlemeye çalışan bir adam gücünde, bir merkep zekasında hurdacılar; kendini öncelikli geçiş hakkına sahip sanan işportacı, zerzevatçı, lağımcı gibi zevata ait el arabaları; sıkışık noktaları işgal eden türk müteşebbis gücünün seyyar ve akıncı kolu satıcılar; "şerit" kavramı ile birlikte bil-umum yol kuralları da, kuralların neye yaradıklarını da ya ehliyeti cebine koyduğu gün unutan, ya da zaten ehliyet almaya zahmet etmediği için asla öğrenmemiş olan, üstelik giderek daha ağır kalibre, daha büyük çap ve daha öldürücü vuruş gücü ile donanmış silahlar taşıyarak bunlarla hakkını yedikleri "yoldaş"larına bir de ateş eden sürücüler... bir bisikletin dahi zor gireceği boşluğa dalmaya çalışan belediye otobüsü, kamyon, minibüs, vs. sürücüleri... araç kullanmayı gaza-bas-gitsin-frene-bas-allah-isterse-durur-istemezse-çarpar denklemi içinde cözümleyen bir mekanik anlayışı...
ve de sonuç olarak yumurtayı döllemek için yarışan sperm sürüsünün kollektif mantığından hiç farkı olmayan bir düşünme düzlemi...



sosyolojik boyutu ile, "özgürlük" ile "başıboşluğu" ayırdetmekten aciz kimilerine "şarkın büyüsünü" ilham eden, rasyonel aklın tamamen iflas ettiği, şark zihniyetine özgü boşa hareket ve beygir gücü israfını dinamizm ile karıştıran , o verimsiz kargaşa, o herc-ü merc, ömür törpüsü kanseri yaşama tarzı olarak benimseyen, şark tasvirlerinin hayata geçtiği hayat alanları...

bu sperm-kafa yaşama tarzının, aslında, düşünce sistematiğimiz ve entellektüel üretimimiz de dahil, hayat "praxes"imizin her boyut ve zerresine sızmış olan sapkın bir zaman ve mekan mefhumunu yansıttığını görmemek elde mi? siyasetten iş kararlarına kadar, hiç bir konunun matematik esaslara dayanan rasyonel analiz kuralları çerçevesinde ele alınamadığı, sorunun bütününe değil de, köylüler gibi hemen orada ve şimdi olan aykırılığa, tehlikeye tehdide vs. odaklanan sathi yöntemlerle anlaşılmaya ve çözümlenmeye çalışıldığı meydanda değil mi? türban-darbe felaket döngüsünün ardında dahi bu mantık tekdüzeliği yatmıyor mu? benzetme yaparsak, "otoban üstünde ne arıyorsun?" diye kendimize sormak yerine, karşıdan karşıya kamyon altında kalmadan geçmeyi hedef edinmiş taşralı şehir işgal kuvvetlerinin zihniyeti genel sorun tanımlama/çözme yöntemimizin esasını oluşturmuyor mu?

trafik konusunda bir şebeğin ard nahiyesi kadar açık seçik görülen, hayatın diğer veçhelerinde de ortalama bir gözlemcinin dahi sezebildiği bu karsambalık, zaman ve mekan denen kavramların "sosyal", yani ortak kültürel tüketim araçları olduğunu kavrayamamaktan doğmakta. zamanın ıska geçilmesiyle, "sosyal" denen bütünün organik işleyişini sağlayacak ritmi tutturamamaktan kaynaklanmakta. mekanda, "ortaklık" kavramının doğasında içerdiği "diğerlerine de ait olma" olgusunu farkedemeyenlere özgü, gasıp (*) hoyratlığın egemenliğine davetiye salmakta... zaman ve mekan da esasen aynı olgunun görünümleri oldukları için, hayatın giderek tek boyuta indirgenmesine yol açmakta.


-----------




(*) gasıp: gasp eden, başkasına ait bir varlığa zorba yöntemlerle el koyan.

Friday, May 18, 2007

bikini, avret, ziynet işleri ve de sapıklık

son bir-iki gündür siyaset rüzgarlarıyla esen zifos fırtınaları arasında daha insani ve aslında da hayli vahim bir gelişmeyi işaret eden haberlere göre, türkiye'nin belli başlı mayo üreticileri ürünlerini istanbul belediyesinin sokak panolarında tanıtmaktan vaz geçmişler. dini hassasiyeti yüksek a-ke-pe'ye mail (1) memurin (2), allem edip kallem edip, avret ve ziynet mahalleri meydanda kalan hatun kısmının seksi tasvirlerini (3) mütedeyyin (4) müslüman halkımıza teşhir ettirmemenin yolunu buluyorlarmış.

tam seçim öncesi kopan bu tantana, laik-dindar gerilimini birkaç newton-metre (5) daha arttırmaktan başka işe yaramaz, ancak a-ke-pe camiası ve şemsiyesi altında toplanan muhafazakar diye anılan "tutunucu" kesimin kendilerinden başkalarının hayat tarzına pek de hoş bakmayı hala beceremediklerinin bir kanıtı daha olarak da kayda geçer.

esas üzerinde durulacak nokta ise, yakalarında a-ke-pe simgeli rozet taşıyan zevatın, bu umursamazlığı, halk dili ile "çamura yatmak" tabir edilecek bir pişkinlikle yapmaları. her bir yanı sorun istanbul'un her sorununa çare olduğu iddiasındaki başkan kadir topbaş, taaa londra'lardan mayo kavgasına laf yetiştirerek, tekstil üreticilerinin böyle bir yaygara kopartmak sureti ile "reklamlarını bedavadan yaptıkları" gibi cin bir fikir atmış ortaya. ne yazık ki pek çok dinen hassas zihniyet erbabı gibi hafiften paranoya belirtileri gösteren top-başlı bu yorum, özünde bir yanlış sunuma dayanmakta: adamlar, siz müsaade ederseniz, reklamlarını zaten belediyenize para ödeyerek yapmak istiyorlar sayın başkan!

onları, sizin deyişinizle "beleş reklama" iten sebep ise, sizin de, anlaşılan tabanınız ile birlikte benimsediğiniz yobaz tutum. kimse kusura bakmasın da, ben, hatta belki topbaş başkan bile doğmadan önce icad edilip, bildim bileli deniz, göl, havuz kıyılarında arz-ı endam (6) aracı olan bikini, eğer 21. yüzyılda sayenizde ayıp sayılmaya başladı ise, bunun türkçedeki karşılığı yobazlıktan başka bir şey olamaz.

haaa... eğer o bikini giyen kadın resmine bakıp da aklı uçkur dibine giden bazı yabani herifler var diye reklam tasvirlerine karşı çıkıyorsanız, o tür azgınlığın tıbbi adı obsesif satyriasis, halk arasındaki ifadesi ile de, sapıklıktır. eğer mesture (7) hanımlar o resimleri görüp de açılıp saçılmaya özenecek korkusu içinde iseniz, bunu adı vahim sosyolojik sapıklıktır.

sayın topbaş başkan. acaba, sapıkların ruh sağlığı uğruna hem estetik, hem modern hem de ekonomik açıdan faydalı işlere avret, ziynet bahanesi ile engel olacağına, siyasi ikbalini (8) normal cinsi eğilimler taşıyan çoğunluğun hizmetkarı olmayı seçerek denese oy mu yitirir dersiniz? sizce bunun siyasi psikopatolojik (9) adı ne olmalıdır?

bu arada, dindar medya örgütlerinden merkeze sızıp, hürriyet' te zaman zaman hakikaten hoş ama çoğunlukla boş, zihni çerez kabîlinden (10) iğnelemeler kaleme alarak takılan ahmet hakan coşkun da, bikini tantanasında tempo tutmuş. demeye getirmiş ki, "önüne gelen, önüne geldiği yere, önüne getirdiği görüntüyü asamaz. diyâr-ı küffar (11) da da durum böyledir. londra'da da opium reklamı yasaklanmış, panolardan indirilmiş idi" (*).

eh, naklettiği vak'a herhalde doğrudur tabii de, ahmet hakan pek iyi bilmesi gereken bir hususu kaale (12) almamış nedense: ingiliz diyarında kadının tesettürsüz başındaki saçı görünce cinsi tahrik yaşadığını iddia edecek, avret, ziynet bahanesi ile çirkin giyimli, çirkin niyetleri gözlerinden akan çirkin ruhlu adem sürüsünü sokağa salıp, ne kadar kadın varsa hem örtme hem kapatma meraklısı bir takım sapıklar çıkarsa, saygı değil yargı yolu gösterirler.

her plajda binlerce kadının taciz görmeden, bikini ile, hatta çıplak yüzebildiği, güneşlendiği majeste hazretlerinin ülkesinde, bir reklam eğer kamu zoru ile panolardan indiriliyorsa, emin olabilirsiniz ki yasaklanan görüntü ya bir zevksizlik abidesidir, ya da hakikaten yığınları ayaklandıracak bir "erotik san'at" şaheseri!


sözlük:

(1) mail: eğilimli, bkz. önceki post
(2) memurin: "memur"un çoğulu, "devlet memurin kanunu" gibi
(3) avret ve ziynet yerleri, kadınların islami geleneğe göre yabancı erkeklere göstermemeleri gereken vücut bölümleri, "tasvir", burada resim yerine
(4) mütedeyyin: dini bütün, dinî kurallara uyan
(5) newton-metre: tork, gerilim gücü ölçüsü
(6) arz-ı endam: endamını, boyunu posunu gösterme
(7) mesture: örtülü, tesettüre girmiş
(8) ikbal: yükseliş
(9) psikopatoloji: ruh hastalığı
(10) tv' ci özentilerin dediği gibi kaabil, yani olabilir değil, kabiil diye telaffuz edilen, ikinci "i" uzun "kabîl", tür, nev'i anlamına gelir.
(11) diyâr-ı küffar: gavurlar diyârı, umumiyetle "tek dişi kalmış canavar"ın egemen olduğu havali


(12) kaale almak: önemsemek
--------------
(*) ahmet hakan'a haksızlık olmasın. londra'daki sansür olayında "saygın" bir denetim kurumunun güven duyulan kararının pek de tartışma yaramadığını yazmış.

Wednesday, May 16, 2007

mail ve meyil

muhteremler, necip türk görsel metyasının seçkin mensupları, 22 temmuzda seçime gidiyor memleketimiz di mi? bugün 16 mayıs, daha sandığa haftlaaaaar var.

yani o pek özenip de yüzünüze gözünüze bulaştırdığınız tabir ile "seçim sath-ı mailine" girdik. bu mail o bildiğiniz e-mail, ismail gibi maillerden değil. siz, o mail ile "meyil" kelimesinden tanışırsınız belki. yok, komşunun güzel kızı ya da fırıncının çapkın oğlu size meyil etti diye değil. "meyil" ile "mail" aynı kökten geldikleri için. siz metyacısınız, fazla okumayo sevmezsiniz, kısa keselim: satıh malumunuz, yüzey, düzlem demektir. mail ise eğimli, eğik. sath-ı mail olmakla eğik düzlem olmuş olur "anlayacağınız"... yani zaman o eğimle kayacak, kayacak ve seçime varılacaktıııırr.

yani, çoğunuzun yaptığı, editör "arkadaş"larınızın da muhtemelen bilmedikleri için kulaklarından kaçtığı gibi "sath-ı mahal" demeyeceksiniz. sath-ı mahal diye bir laf yoktur.

neymiş, öğrenelim şimdi... "sath-ı maiiiil".

yahu madem diliniz dönmez neden "seçim düzlemi" deyip geçmezsiniz?

Tuesday, May 15, 2007

zifaf klavuzu

yahu millet, şu "solda birleşme" konusunda sadece bugünkü gazetelerin başlıklarına ve içeriklerine şöyle bir göz attım, "birlikteliğin şartları", "alttan alma", "üste çıkmaktan kaçınma","ürkütmeden yaklaşma" gibi öyle şeyler yazılmış, akîl muharrirun (gençler için açıklayalım, kelime anlamı yazar, dar anlamda da gazete köşe yazarları taifesine verilen çoğul ad) öyle tavsiyelerde bulunmuş ki... aklıma islami hassasiyeti yoğun vatandaşlarımızın sık sık ziyaret ettikleri şehirlerimizdeki dini mevkiler ile bazı özel giysilerin bolca satıldığı çarşı aralarındaki kitap tezgahlarında görülen ve peygamber sünnetine uygun cinsi münasebet nasıl kurulur cinsinden kıymetli bilgiler sunan eserler geldi aklıma birden.

anlayacağınız (*), memlekette köken ya da mantalite olarak memur siyaset esnafının hiziplerinden müteşekkil ve 85 yıl öncesinden kalma bir laisizm yorumu dışında tez bile bulamayan "sol"da birlik, inanmış gelin ve damatlar için zifaf klavuzu "bahname"lere muhtaç durumda. ne diyelim, allah sülbünden muhafaza eylesin.

-------
(*) bize ilkokuldan itibaren "senin anlayacağın", "anlayacağınız", "anladın ?" gibi ibarelerin karşıdakini aptal, kendini de olduğundan daha akıllı yerine koyduğu için şehirli diyaloglarında "ayıp" kaçtığı öğretildi. şimdi bakıyorum, dört kazı versen ikisini kaybedip, birini çaldırıp, ötekini de kaptıracak zeka seviyesinde olup da "kamusal alanda"(!!!!) fetva veren bilgelerin çoğu, edepsizce kullanmakta bu deyişleri. kullanıcılar arasıda hoşlanmasam, hatta zaman zaman midem kaldırmasa da "başarısını" takdir ettiğim ertuğrul özkök bilevar. bendeniz, engin affınıza sığınarak "anlayacağınız" kelimesini yazarken tabii ki sizlerin zekanıza hakaret etmeyi düşünmedim, derdim fırsat bulmuşken bu terbiyesizliği vurgulamaktan ibaret idi.

Monday, May 14, 2007

yüze yüz yenileyerek makyaj?

türkiye'de solun birleşmesinin "örgütsel" bir mesele olduğunu sanan saflar da var elbet amma, solun özünde az para kazanan ve kendini pek de matematik gerekçelere dayanmadan daha iyi şeylere layık sanan bir memur tabakasına dayandığı gözönüne alınınca, tıpkı osmanlı saray bürokratik işleyişinde olduğu gibi, siyasetin "klik", yani "hizib" ekseni etrafında "parçalı olarak" yürümesi, ördek yavrusunun havuza bırakılınca yüzmesi kadar doğal. kaç haftadır süren ve artık işba noktasına gelen miting heyecanı ile, hiç değilse ce-he-pe ile merhuk ecevit'in kadük fırkası arasındaki yakınlaşma da, nEtekim, bu sebeple bir başka bahara kaldı gibi görünmekte.

emin olun ki cumhuriyet halt fırkası birleşmenin çuvallaması yüzünden çuvaldızı öteki tarafa saplarken, kendisine kuş tüyü üle dokunmayacak bile - aynı şeyi ecevitçiler de yapacak amma, onların partisi küçük olduğu için, haklılık şansları da aile içinde sınırlı kalacak.

hmmm... bakalım bu mevzuda arşiv ne diyor... aaa 10 yıl kadar önce bu sol izdivac işleri yine mi gündemde imiş ne? ben de şunları mı yazmışım (*) meğer...



muhalefet treninin son vagonuna dair

muhtelif ismi ya da cismi halklı fırkalar, seçim çanları çalıp da oralık tutuşunca, camiler arasında bî-namaz gezmektense, mihrabı ortaya sürükleyip, iman tazeleme uğruna baykal ve bahriyeli maiyetinin eteğinde bağdaş kurmaya çöktüler. cumhuriyet halt fırkasının barajı zar zor da olsa geçeceği inancıyla, memlekette her kuvvetli fırtınada bir çok caminin gümbür gümbür göçtüğünü, mihrabın çatır çatır çatladığını, minarenin paldır küldür toz olduğunu ne kadar gözardı ettiklerini iyi sıhhatte olsunlar bilir ancak.

ne hikmetse, deniz baykal ve bahriyeli tayfası da, 15 yıl kadar önce ittihad-ı terakki usulü bir baskınla ele geçirip, "yeni" diye yutturmaya kalktıkları cumhuriyet halt fırkasını siyasi tarihinin en talihli dönemecinde dahi bir “alternatif” haline getirmeyi beceremediler. bu anlamda, üstlendiklerini iddia ettikleri misyon açısından, fırkayı ecevit' li 1979 felaketinden ve de yüzde 10’u bulamayıp tbmm dışında kaldıkları seçimden de daha büyük bir “nitel” hezimet ile karşı karşıya bıraktılar. tayyib efendi ve şürekası sayesinde memlekette dindar ama cumhuriyetçi taife de dahil, sağ sol demeden, cümle vatandaş sırf demokratik laisizm ilkesini ekonomik ve sosyal liberalizm ile birlikte yürütebilecek bir siyasi çatı altına sığınma derdi ile parti ararken, onca yenilgiden ders de alamayan fırka, ittihad ve terakki' den beri devam eden soyut bir devlet kavramına ibadet ötesinde politika üretmekten aciz kaldı.

cumhuriyet halt fırkası, siyaset ile vatandaş - bireyin menfaati arasındaki ilişkiyi yine bir türlü kuramadı. birey denen varlığın artık türk siyasetinde alışılan retorik dışında bir kuvvete dönüşmeye durduğunu kavrayamadı. toplumun ve bireyin sırtından geçinen sermayesiz kesimi arkasına almakla sol olunamayacağını bunca zamandır anlayamadığı gibi, bayrak sallayıp kendine özgü dinamik örüntüler ile oluşan laik toplantılarda boy gösterirse, oylar da kendine akar sandı.

fırka, çağdaş bireyselleşme olgusunu siyasasına katamadı. matematik özürlü, siyasasız siyaset anlayışı, kasaba kokulu örgütlenme felsefesi çerçevesinde fikir düzeyi slogan sallamak, siyaseti de kişiler kavgası olarak kaldı. başkanı ve bahriyeli kurmay heyeti dolayısıyla kendini yenilemekten aciz, kahir ekseriyeti ilkokulu üçten terk eğitim seviyesindeki tabanı ile, şimdilerde, cumhuriyet halt fırkası, “minder aynı, bari yüz değiştireyim” mantığı ile yeni sima arayışları içinde. genç, parlak, özellikle de kadınlar arasından yükselen, toplumun her kesimini yansıtabilecek adaylar peşinde.

ezeli muhalif cumhuriyet halt fırkasının bulunduğu noktada iki temel seçeneği var: ya liderinin meşrebine de pek uyan, eski usul şirret ve hırçın muhalefet geleneğini sürdürecek bir kadro için yeni yüzler bulmak; ya da matematik düşüncenin kapısından geçmediği partiyi akılcı ve çözümcü bir politika aracına dönüştürebilecek hakikaten “yeni” bir yapı oluşturabilecek kişileri bünyesine çekerek, muhalefette iken bile “hükümette olmayan iktidar” cübbesine bürünebilmek, hakiki bir “parti” olabilmek. olası oy dağılımının a-ke-pe iktidarını gösterdiği düşünülürse, böyle bir partinin muhalefette dahi siyaset – menfaat dengelerini çığırından çıkmaktan koruyabilmesi mümkün…

ancaaaakkkk… cumhuriyet halt fırkasının bunu yapabilmesi için önce baykal' dan, sonra da zihnen ondan hiç de farklı olmayan bahriyeliler ordusundan kurtulmak gibi herkülvari bir zaferi gerekli. bu başarılamadıkça, fırkada riyaziye, yine çerçi aritmetiği ile kaim kalacağı için, cumhuriyet halt fırkası, muhalefet treninin son vagonuna bile ancak karın üstü atlayabilecek. "Yeni" simalar daha eskimeye fırsat bulamadan, fırka, "öz" chp’ den "öz yeni" chp’ ye kadar uzanan bir süreç sonunda kendini sahanlıktan yuvarlanıp rayların üstüne düşmüş bulacak.


-------
(*) 1995 seçimleri sırasında yayınlanan yazının bugüne uyarlanmış halidir.

Saturday, May 5, 2007

muhallebi partisi ballı yolda

birkaç dakika evvel, köylü ve çiftçi demokrat parti geleneğinden yükselen ama en hasından "memur" bir mülkiye'linin süvari olduğu beyaz beygir partisi doğru yol ile, iğnesi kopuk arı anavatanın rahmetli adnan menderes'in yaklaşık 20 kerre siyasi plaka değiştiren mahdumları muhterem aydın menderes beyin deyimi ile kuma olarak imam nikahı ile evlendikleri töreni seyrettim.

bu izdivacı tanımlarken, iğnesiz partinin sabık önderi, beş yılda dördüncü def'a siyasi örgütünü değiştirmeye hazırlanan erkan mumcu, birleşmeyi "sütün içine şeker katarak yeni bir lezzet oluşturmak" teşbihi ile tadlandırdı.

hmmmm. seçim ortamı sıcak olur değil mi?

bu durumda siyaset mutfağımızdan bir de muhallebi çıkarsa şaşırmayın e mi...

heba eylen oyunuzu, ey ihvanlar

ya huuu millet! aklımdaydı ama unuttum vallahi yazmayı. şimdi ayıbımı gidereyim.

kendisini ciddiye alıp dinlemediğim gibi, o çemkirik ses ve şirret uslubu dolayısı ile fizikman dinleyemiyorum da. umumiyetle çoğunluk ile hemfikir olmasam da, ben de kesinlikle katılıyorum ki yapabileceği en hayırlı iş, ortadan kaybolmaktır. ama yapmaz... ustası da son nefesine kadar dayanamayacağını anlayınca, siyasetsiz ot gibi kalacağından korkup, bitkisel hayata girmişti bunun.

evet, evet; baykal hocamdan bahsediyorum. okulda lakabı "domates" olann deniz baykal. tabii, çoğunuz "başka alternatif yok" deyip gidip oyunuzu ona verecek, tatilinizi rezil ettiğiniz gibi, adamın siyasi piyasadan çekilip gitmemesini meşru kılmak bir yana, "makul" hale dahi getireceksiniz.

deniz hocam a-ke-pe'nin iktidara geldiği günden beri erken seçim sayıklar. şimdi istediği oldu, üstelik kendi çektiği rest a-ke-pe tarafnndan görülünce oldu, bu sefer de sandığa gizli gizli güvensizlik beslendiğini çaktırmadan ortaya koyan mızıldanmalar başladı bile.

bunların en acıklısı da daha 22 temmuz kararı oylanırken meclis cihetinde yumurtlandı. cumhuriyet halt fırkasına göre 22 temmuz uygun değildi ve adına erken denecek seçim, normal tarihinden topu topu bir buçuk, bilemedin iki ay önce, eylülde yapılmalı idi - çünkü "halk temmuzda yaylaya çıktığı için oy vermesi güç olacaktı"!

oyunuzu heba edeceğiniz partiye bakın breh breh... hüzera (hazretler), türkiye nufusunun yüzde 70 inin, ülke yüzölçümünün yüzde 15 i kadar alanda, sırf kalabalık yüzünden şehir zannettikleri köy azmanlarında yaşadığını ve yaylayı maylayı çoktaaaan unutturan üretim - yaşam örüntüleri içinde yer aldıklarını dahi kavrayamamış, daha ecevit'in kasket giyerek kendini solcu diye yutturduğunu sanarak avunduğu 1970'li çayırlarda gezinmekte.

baykal ve maiyetinin bir dirhem daha patetik yanılgısı da, "yaylaya çıkan" o köylü güruhların asla cumhuriyet halt fırkasına rağbet ve teveccüh etmediğini dahi idrak buyuramaması. ne yani, şimdi demokrasi deyince küçücük partilerin rakipsiz başı olmayı anlayan baykal'ın kendine haşa oy vermeyecek kitlelerin demokratik haklarını savunmak uğruna yaylacıların oy derdine düştüğünü mü söyleyeceksiniz?

heyhat, maalesef ey ihvanlar. cumhuriyet halt fırkası daha türkiye'nin dinamizm istatistiklerini dahi anlayamıyor.

oyunuz heba... ay pardoooon, hayırlı ossun, nEtekim.

Friday, May 4, 2007

a-ke-pe'ye akıl - valiyi kovun

akıl satın almak ancak akla her daim ihtiyaç olduğunu bilecek kadar akıllı adamlara mahsus bir "imtiyaz"dır. az gelişmiş ülkelerde bu akılda adam da az geliştiği için, arada sırada amme hizmeti olarak akıl saçmak, kollektif akıl düzeyine katkıda bulunmak sureti ile, umumi refah seviyesini de yükseltir. a-ke-pe yöntecilerine bir akıl vereyim dedimse, bu çerçevede değerlendirilmelidir...

sayın beyler (a-ke-pe'de nasıl olsa "bayan" yönetici yok)...

cumhurbaşkanı adayı aranması / tayyib efendinin adaylıktan cay(dırıl)ması sürecinde, abdullah gül'ün nihai harcanması ile sonuçlanan kargaşanın tarikat dengelerini kollamak yüzünden patladığını bilmeyen yok her halde.

netice ortada. her ne kadar cumhuriyet halt fırkasının şirret tutumu sayesinde yediğiniz şamarın sesi gürültüye gitti ise de, a-ke-pe, hafiften kızarmış bir surat ile kamu önünde dikilmekte. eh, seçime giderken de, simada al renk pek hoş kaçmamakta...

çare basit aslında. muammer güler valimiz, 1 mayısta sergilediği dirayet ile, a-ke-pe nin kalesi sayılabilecek istanbul'da ahalinin çoğuna "ne olacak halimiz?" dedirtti ya... eh, vali, malum hükümetin temsilcisidir. yani güler'in yarattığı rezalet de, yaşanan zul yetmemiş gibi, şöyle ya da böyle, tayyib efendi ve etrafına yansır.

bu durumda tayyib efendi tekrardan halkın teveccühünü toplamak istiyorsa, gayet basit şekilde valiyi 1 mayıs'taki rezalet dolayısıyla hemen azledebilir. en azından, hakkında soruşturma açtırabilir (isterse sonra da kabahatsiz bulur, o ayrı).

böylece:

1) ahaliye, sanki onlardan yana , saatlerce sefil olup sürünmelerini sahiden dert eden, adeta "demokrat" bir siyasi imiş gibi bir imaj sunar;

2) kamu düzen ile kamu düzeni arasındaki farkın farkında imiş gibi yapmakla, yıkılan karizma biraz toparlanır, yönetim dizginlerinin elden kaçmadığı izlenimi yaratılır;

3) ankara'da, bülent arınç'ın parti içi siyasette çıkıntılık edecek gücü bulmasını sağlayan bazı çevrelerin sayesinde, sergiledikleri yönetim fecaatine rağmen yerlerinde sapasağlam oturan istanbul yüksek bürokrasisini sallamakla, o çevrelere de politik göz dağı verilmiş olur. merak etmeye gerek yoktur, o çevreler oylarını saadete, refaha, selamete heba etmezler. iktidar tatlı bir meyvadır.

4) vali güler ve ekibini (buna profesyonel yöneticiler olan vali yardımcılarını katmadığımı hemen belirteyim) tasfiye etmek a-ke-pe'ye, pek de partiye yakın olmayan kesimden de bir sempati kredisi açılmasını sağlayacaktır. emin olabilirler ki bu ekibin arkasından ağlayacak normal yurt insanı mevcud değildir. eh, bir etkin eylemde bulunup da oy toplamak, yenilen şamarın yarattığı mağdur ve mazlum çocuk ifadesi takınıp el açmış dilenci suretinde oy beklemekten iyidir, emin olun. delikanlı ve muktedir olabildiğiniz izlenimi verir.

benden de dinci olmadığına hala iman edemediğim bir partiye bu kadar kıyak yeter...

ne? kim? kamu düzen?

turizm işinde çalışanlar, tepelerinden dumanlar çıka çıka, burunlarından soluya soluya avrupa ve (özellikle) amerika gibi "medeniyyet denilen tek dişi kalmış canavar"ın hüküm sürdüğü ülkelerden gelecek müşterilerine:

a) türkiye'nin hala (şimdilik) iyi kötü bir demokratik memleket olduğunu, darbenin (şimdilik) web sitesinde kaldığını;

b) 1 mayısta ciddi bir halk ayaklanması ya da bir darbe/karşı darbe girişimi vs. yaşanmadığını, taksim meydanının bekaretini korumak uğruna, binlerce polis marifeti ile milyonlarca masum insanı yollarda, köprülerde sefil etmeyi; cop ile dövmeyi, biber gazı vs. ile zehirlemeyi, memleketi yedi düvele rezil rusva etmeyi, "kamu düzeni" sanan ama senelerdir herkesin evine en az bir kerre hırsız giren, trafiği keşmekeş, asayişi berbat, her türlü düzeni nanay bir şehrin başında oturmaktan da hicab etmeyen bir bürokrat yüzünden ortalığın birbirine girdiğini;

izah etmeye çalışıyorlar.

var bir düzen var...!!


not: sözü geçen turizm erbabı adam gibi, gezip görmeye gelen orta sınıf ve üstü gezginler ile iş yapan acente çalışanları tabii... ülkemiz turizm profilinin aslını ve ekseriyetini oluşturan aç hatta işsiz amele kesimi için farketmez. gerçi onları getirenler de sigorta belasına işleri ince eleyip sık dokumaktalar ama... zaten dibe vurmuş fiyatı az daha kırarsınız, o beleşe dayanamaz yine gelirler.

Wednesday, May 2, 2007

sayın muhterem vali bey hazretleri

bu yaşta artık devletimin görmediğim pek incisi kalmadığını sanıyordum amma, "kamu düzenini korumak" adına 20 milyonluk şehirde "kamu"yu yaya bırakan ve bunda bozulmuş bir düzen göremeyen sayın muhterem istanbul vali hazretleri muammer güler beyefendiyi huzurlarında bittiğini düşündüğüm ufkuma yeni enginler açtıkları için hararetli bir ubudiyet ile eğilmeyi borç bilirim.

elbet kendileri de vakıftır ama şu cahil halkımız da öğrensin diyerekten:

türk dil kurumuna göre kamu: 1) halk hizmeti gören devlet organlarının tümü; 2) bir ülkedeki halkın bütünü, halk, amme; 3) sıfat(eskimiş): hep, bütün

osmanlıca-türkçe sözlüğe göre amme: 1) genel, umuma ait; 2) halk

houghton-mifflin (online) sözlüğünden kamu/amme karşılığı public: [latince publicus, ( ergin nufus anlamındaki pubes kelimesinden aliterasyon)] 1) cemaat (community) veya insanların tümü; 2) ortak ilgi ve çıkar temsil eden insan topluluğu; 3) özellikle şöhretli kişilerin hayran ve izleyici kitlesi

bendeniz hakir-i pür taksir, şu cahil halimle, bu tanımların hiç birinde ahali (yani halk, yani kamu) bir meydana doluşup da gösteri (osmanlıca nümayiş) yapmasın diye milyonlarca kişinin, hatta aralarında o meydana beş kilometre dahi yaklaşmayacak olan birkaç milyon kişinin (yani kamu) sersefil edilmesini cemaat, insanlar, amme, public ya da umuma ait bir düzen ile ilişkilendirmemi sağlayacak bir öge tesbit edemedim.

ulu devletimin yüce memurininden muhterem sayın vali yanlış yapıyor olamayacağına göre demek ki bilumum lugat ve sözlüklerin atladığı tarifi ile "kamu düzeni", şehrin şanlı ve kanlı bir meydanında gösteri yapılmasın diye maddi, manevi, itibari koskoca bir maliyeti göze alarak, spektaküler bir resmi rezalet sergilemek anlamına gelmekte imiş.

aslında, sayın muhterem vali bey hazretleri eski meslekdaşlarından kendi kurşunu ile merhum ankara valisi nevzat tandoğan'ın bir zamanlar solcu gençlere "memlekete komonizm gelecekse onu da biz getiririz," diye fırça attığı gibi, "şehirde kamu düzeni bozulacaksa, onu bizden iyi kimse bozamaz," deyip, tarihteki mümtaz yerini de alabilirdi.

chp bir ümitsizlik dergahıdır

kaçtır ya blogger sitesi ya da laptop komputer yüzünden yazdıklarımı tam yayınlama aşamasında kaybettiğim için epeydir blog ihmal edilmiş durumda. türkiye'nin ahvalinin insanda düşündüklerini kaleme almakta tereddüd yaratan havası da, tabii etkili olmakta.

neredeyse bir haftadır laik düzenin yılmaz ve savaşkan müdafii cumhuriyet halt fırkasının, bayrak gönderini güverteye çakacağım derken dibini delip gemiyi batıran kaptan misali, anayasal düzenin altını oyarken saplandığı pinokyo mantığı üzerine isteyip de yazamadıklarımı bugün "post" ederim diyordum ama galiba, vaz geçtim.

vaz geçtim, çünkü fırkanın patetik demokrasi anlayışı o kadar ortada ki, neredeyse dördüncü dereceden maaş almamış devlet memurini olmayanlara oy hakkı bile tanımayacaklar. ancak siyaset ile varolabilen böylesine bir mevcudiyet hakkında yazmak, ona "zatiyet" kazandırmak olacak.

bari, dedim, 10-15 sene önce, daha cumhuriyet halt fırkası bol dalgalı deniz'inde iyiden boğulmadan önce bizim bodrum gazetelerinin birine yazdığım bir parçayı ısıtıp sofraya süreyim. fırkacılar zaten anlamaz, milletin de fırkadan yiye yiye ağız tadı bozulduğundan zaman farkı ortaya çıkmaz nas'olsa. ama naapiiim, dürüstüm ve işe itiraf ederk başlıyorum işte...

haa, bu arada, adil olmak adına belirteyim ki eğer halt fırkası haricinde bir sol, sosyal demokrat, demokratik sol (ne demekse!) vs. bir parti hakkında "aman bunlar farklı, chp baykal'dan kurtulana kadar bu tarafa meyledeyim," gibi, neticede kendiniz aldatmaktan başka bir işe yaramayacak yorumlarınız varsa, garfucius size baştan söylesin, hemi de bodurumca: aynı geliiiiirrrr...

mesele mantıkta mirim, mantıkta!




CHP Bir Ümitsizlik Dergahıdır


Cumhuriyet Halk Partisinin, kökeni İttihatçılığa uzanan ve Osmanlı – Cumhuriyet geleneğinin ülkede kapitalizmi (hala) yerleştirmeyi başaramamış olmasından dolayı, Atatürk’ ün bile çare bulamadığı yapısal bir hastalığı vardır. Bu illet, kırmızı bir filin ard nahiyesi kadar bariz ortada durmakla birlikte, esasen toplumun bütününce fazla önemsenen bir konuya temas etmediği için, pek de farkedilmemektedir : Okumuş, ya da diplomalı cehalet…

Türk toplumsal tarihinde eğitimin yeri malumdur : İster padişah efendimizin kutsal vücutlarına, ister o kudsiyeti Memurin Muhakemat Kanununa yayacak kadar kendine maleden saltanat sonrası bürokrasi örgütüne hizmet etsin; devlet için memur yetiştirmek.

Kapitalizm gereği, üretime yönelik bilme ve örgütlenme becerileri ile donanmış nesiller yetiştirmeye ihtiyaç hissetmeyen İstanbul – Ankara bürokrasileri için, bilgi ancak usul, adab ve adet ile sınırlı kaldıkça makbuldür. “Bilim”in tohumunu saçan “sorgulama” ve “tartışma” gelenekleri, maazallah, aykırı bir takım doğrulara götürebilecekleri endişesi ile, kudsiyete karşı küfür addedilir. Bu yüzden, ne entellektüel hayatımızda yeniliğe, ne de siyasal geleneğimizde çoğulculuğa rastlanabilir : Düşünce ya statükocudur, ya tepkisel; “muhalefet” ya isyan ile eşanlamlıdır, ya da uzlaşmaz kavgacılık ve hizipçilikle.

Eğitim böyle iken, eğitilenin “diploma”sı da “talim”den, yani “bilimlendirme”den çok, “terbiye”, yani mevcuda uyum kıstasına yüz dönmek zorundadır. Yani, kısaca, “okumuşluk” lazımdır, çünkü mevki böyle elde edilir, “bilgi” diplomayı almak için almaya yetecek ölçüde ve alıncaya kadar gereklidir. Ahalinin mektep medrese görmemiş çoğunluk kesimi zaten adet ve alışkanlıkları dışında her konuda cahil kalmayı erdem saydığından, "diplomaya yeter" bilgi ile okumuşluk varakasını koparan herkes, halk indinde alim sayılır. Alimin de, arkasında memuriyet kaynaklı devvlet gücü yoksa, zaten pek esamisi okunmadığından, ilminin de pratik hayatta pek hükmü olmaz.
***
Kapitalizmin ana fikri, fırsat değerlendirmeye, değerlendirilebilecek fırsatlar tükendikçe yeni fırsatlar yaratmaya, çeşitlenmeye ve çoğulculuğa, dolayısıyla, üsttekilerin her zaman hoşuna gitmese de, girişimcilik balının kaçınılmaz keçiboynuzu olan serbestiyete prim vermeye dayanır. Diplomalı cahil kadrolar, genel tutum itibarı ile kapitalizme de karşı çıkmak zorundadırlar, çünkü donanımları rekabete elverişli değildir. Serbesti de onlar için ne halt edeceği bilinemeyen cinleri sihirli lambalardan salıvermek kadar risklidir. Kontrol, kapıları kapatmaktan, olanı iyisi ve kötüsü ile muhafazadan geçer. Zaten, eğer kontrol “biz”de ise herşey ala, “başkaları”nda ise herşey berbattır.

Yönetim ve siyaset anlayışı da bu basit ilkeden ibarettir. Tabii, Afrika bozkırlarında bile bu gerçeği doğrudan yutacak kadar bol enayi artık kalmadığından, politik söylem, hamasiyatla belirlenir... Boş laf, asla modernite temelindeki en büyük taş olan matematik mantık ile beslenen analitik düşüncenin yerini tutamayacağından, er geç kutsal kavramların da cılkı çıkar ve bir bakarsınız adamın biri zuhur edip, “Senin gözlerin var ya, vatan millet sakarya” diye bir pop abesliğini haykırmakta hiç beis görmemiiiiş.
***
CHP’ den “vatan millet pop’una” uzanan çizgi de, kırmızı filin sallanan kırmızı kuyruğu kadar ortadadır. Fırkaya, tarihi boyunca seçimle meclis salt çoğunluğunu kazandıramayan siyasi erkan, asla seçmen kütlelerinin gerçek yönelimlerini deşifre etmeyi becerememiştir. Tabanının çoğunluğu ilkokul üçten terk, “elit” takımı da kitaba küskün okumuşlardan müteşekkil örgüt, hakim hizibin dogmalarını halkın talepleri diye yutturan İttihatçı artığı geleneğe boğulurken bulduğu saman sapı gibi sarılmıştır.

Ortaya tutucu, doktriner, popülist, refleksleri zayıf, dolayısıyla da sorunu tanımlayıp, tanıyıp, çözüm getirmekten aciz bir siyasi ucube çıkmıştır.

Cumhuriyet Halk Fırkası, bugün ne bir yığın partisidir, ne bir sınıf partisidir ne zinde güçlere yeterli güveni aşılayıp, son zamanlarda yaydığı imajın içini doldurmayı ve “devlet partisi” haline gelmeyi becerebilmiştir. Özelleştirmeden partiler kanununa, YÖK denen faciadan sosyal güvenlik reformuna, asayişten hükümet meselesine kadar hiçbir konuda da tutarlı bir fikri ya da siyasası zikredilmiş değildir.
***
Cumhuriyet Halk Fırkası, Türkiye siyasetinin asla açıkça telaffuz edilmeyen gizli aksiyomasının da örtülü şampiyonudur: Demokrat olunmadan da demokrasinin olabileceği zırvasına, için için ama yürekten inanır. Demokrasiyi hala kavrayamamıştır ve sandık saplantısı ötesinde bir demokrasi felsefesinden mahrumdur. Onun için, işine öyle gelirse, oy sayımı uğruna 70 milyon vatan evladını ev hapsine tıkmakta da sakınca görmemiştir, demokrasinin tarifinin devlet yetkesinin ve yetkilerinin birey hakları önünde sınırlanması demek olduğunu da asla anlayamaz.

CHP, 1983 seçimlerinden beri ama şu, ama bu isimle hep politika sahnesinde olagelmiştir. Bu 15 yıllık süre içinde koca Sovyet imparatorluğu bile yıkılmış ama, CHP güya karşı olduğu YÖK’ ün kaldırılması, bir zamanlar meclisi birbirine katarak engellediği DGM’ lerin Anayasa’ dan çıkartılması, adalet reformunun gerçekleşmesi ya da buna benzer çeşitli 12 Eylül safrası sorun hakkında ciddiye alınabilecek hiçbir girişimde bulunmamıştır. Demokrasinin Fırka’ ya şükran borcu mevcut değildir.

CHP’ nin çoğunluğu ilkokul üç terk delege taifesi ile umumiyetle okur yazarlıktan vareste okumuş elitleri, dibi delik gemide hep birlikte batıldığını unutup, suyu kimin boşaltacağı kavgasına düşen kaçak yolcuları andırmaktadırlar. Kendilerine “siyaset” hamurundan yoğurdukları kısıtlı sanal dünyalarında, sanal yerel sorunlarını evrensel sanarak politikacılık oynamaktadırlar. Gençliğinde “domates” lakabıyla maruf, asık yüzlü, saldırgan tavırlı genel başkanlarından, devlet dairesi duvarı suratlı bahriyelibaşı genel sekreterlerine; en “aydınlanmacı laik” milletvekilinden, en ücra yurt köşesindeki ilçe başkanlığı çaycısına kadar, hiçbir CHP’ linin “muhtarlık sisteminin totalitarizmin bir aracına dönüşüp dönüşmediği”; ya da “emeklilerin maaş kuyruğuna girmeden ve kuyruklarda terk-i dünya eylemeden üçaylıklarını kredi kartı ile çekmeleri imkanının sağlanıp sağlanamayacağı,” gibi gündelik konularda anlamlı bir cevabı yoktur. Daha doğrusu, kendince tutarlı sayılabilecek en muhtemel cevaplar, “muhtarların ulusal güvenliğe yardımcı olduklarını” iddia eden veya “ödentiler bizzat emeklilere yapılmazsa, öldüklerinde varislerinin devleti dolandırabilecekleri” varsayımına dayanan faşizan özlü tezler içerecektir.

En acıklısı da, sıradan CHP’ lilerin ekseriyeti, bu cevapların neden “faşizan içerikli” olduklarını akıl edemeyeceklerdir.
***
“Dürüstlük timsali” diye ortaya çıkıp, boğazlarını aşan skandalların selinden pos bıyıklı katil Apo’ nun ipine sarılarak kurtulmaya çalışan (**) 55. Hükümetin, demokrasiyi Türkiye’ nin gündeminden çıkarmak ile başlayan pek çoğu olumsuz icraatının en kötü sonuçlarından biri, Demirel’ in “yarı başkan” olarak siyasi kariyerini Çankaya'da sürdürmesi olasılığını bir “umut” seviyesine yükseltmek ise, daha acı ve kalıcı zararları da CHP’ nin (değiştirmeyi akıl edemediği seçim sisteminde) oy barajını aşmaktan korkmayabilecek popülariteye ulaşmasına sebep olmasıdır.
***
Damga pulunun kaldırılmasından, dış politikada Ukrayna’ nın desteklenmesine kadar hiçbir konuda slogan ötesinde düşüncesi, hatta bazan sloganı bile bulunmayan Cumhuriyet Halk Fırkası, “cumhuriyet”in “demokrasi”nin Osmanlıca karşılığı olduğunu kavrayana dek, ancak İttihat ve Terakki Fırkasının karikatürü kılığında siyaset yapabilecektir. İmparatorluğu anlamsız savaşlarda helak eden öncülleri gibi, onlar da damga pulu örneğindeki “basit” ve “önemsiz” meselelerin ahalinin tepe tüylerini nasıl ayağa diktiğini hayal edemeyecek kadar uygun adım yürümektedirler.

--------
(*) Halk Fırkasının hala tahtel şuurunda yatan demokrasi anlayışının simgesi 1946 maskaralığı, seçimden sayılmamaktadır.
(**) Ve CHP’ nin beceriksizliği sayesinde bunu ya başarabilecek, ya da bundan puan kazıyabilecek kadar avantajlı bir konuma gelen…