Tuesday, February 26, 2008

iş yök

saygıdeğer dini bütün medya, laik kesimin reis-i cumhur hazretlerinin işte tam da ırak işgalinin başladığı noktada off-side gol gibi attığı imza ile yalazlandırdığı türban mes'elesini içiçe geçirmesine pek alıngan ve hassas tepkiler vermekte.

türban, alt tarafı yarım metrekare bir çaputtan ibaret, aslında pek de sorun olmayan bir sorun iken, durduk yerde bir cihad sancağına başkaları tarafından çevirildi sanki... yök'ün başına özellikle, yeterliliği tartışılabilir, üstelik de bu tartışılabilirliği siyasî gaflarla pekişmiş bir akademik de, kenan evren tarafından atandı her halde netekim!

şimdi, anlaşılmakta ki, hükûmetin önünde nereden tutacağını bilemediği, her tarafı gaitaya bulanmış bir sopa var ve onu kullanmak üzere yök'ün başındaki adamdan başka da fedaî yok.

rektörlerin başı örtülü (hattâ, yüzü açıkta kaldıkça, veyâ peçe meçe ile külliyen öcüye benzemedikçe, çarşaflı falan da) öğrencileri okullara sokmama uygulaması, göründüğü kadarı ile kânun ihlâli. ama olayın üzerine gidilirse, meselâ yök idare(ci)si, mesut parlak hakkında bu yüzden işlem yapmaya kalksa, sorun yargıya intikâl edecek. yargı ise, a-ke-pe'nin içinden bağlı başları için, kâbus değilse bile, korkulu rüyâ... düşünsenize, parlak hoca idare mahkemesi, danıştay, vs. derken, türbanı serbest bıraktığı iddia edilen ama pek çok hukukçuya göre de yeni bir hüküm getirmeyen anayasa değişikliklerinin anayasa mahkemesine götürülmesi için yol açacak bir fırsatı harcar mı?

yök'ün başı, rektörleri kendi hâllerine bıraksa, bu sefer, hem yasa dışına kendisi çıkmış olacak, hem zâten hayli düşük seyreden imaj yıldızı, biraz daha irtifâ kaybedecek, hem de davâların hedefi olup, "türban yasağını kaldıramayan adam" durumuna da düşecek.

eh, a-ke-pe de bir başka kurtlar kurultayı bulamaz ki artık, anayasa değişikliklerini yürütecek kanunî değişiklikleri de gönlünce çıkarsın...

a-ke-pe, en işine yaramayacak rotaya yelken açıp, pek âlâ da kendisine hoşlanmasa bile artık katlanma raddesine gelen kesimi düşman edinip, ahaliyi birbirine düşürdüğü ile kaldı.

o çaput parçası, velev ki bir inanç gereği idi ise bile, artık siyaset ile kirlendi. bir hürriyet savı, artık dinî taassub ve baskının aracı oldu.

yök ise, toplum için sadece zarar üreten bir kurum olduğunu bir daha kanıtladı. galibâ, türkiye'nin kollektif türban travmasından çıkabilecek tek hayırlı netice de nihayet bu gerçeğin
kavranmaya başlaması olacak. ne yazık ki, yökü kendi menfaati doğrultusunda en olumsuz kullanma potansiyeline sahip bugünkü siyasî kadro da, devletçilere dönüp "siz ineği sağarken iyi iidi de biz sütü yoğurt yapınca mı kötü?" diye sorsa, verilecek cevap yok...

Friday, February 22, 2008

paranoya ve ırak

son zamanlarda, gâvur illerindeki "grapevine", yani fısıltı medyası, türkiye'nin ırak'ta artık kayıp vermekten bıkan amerikan - ve az biraz da ingiliz - güçlerinin "yerine" değil tabii de, yanına, bir tür barış veya daha doğrusu, işgal kuvvetlerince tesis edildiği kadarı ile, nizam-intizam koruyucu unsur olarak askerî destek sağlayacağını iddia etmişlerdi. hattâ galiba bazı internet sitelerinde de konu işlenmişti (meraklısı varsa bakar...).

şahsî fikrimce, pkk denen illetin kökünü kurutmak bakımından tabiblerin "ampirik" (*) dedikleri türden bazı askerî müdahaleler son çare olarak kulllanılırsa, kısmen yararlı olabilir. ama pkk ile mücadele uğruna, george soros'un bir zamanlar ortaya attığı gibi, silahlı kuvvetleri "türkiye'nin temel ihracat ürünü" haline getirmenin faydalarını ön görememekteyim.

paranoyak kişiliğim dolayısıyla da, amerika'nın tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâsı ltd.' e iç siyasî getirisi de ilk adımda gâyet yüksek olan bir kuzey ırak'ı işgal iznini sevab için vermeyeceği endişesini de aklımdan çıkaramamaktayım...

ama dedim ya, paranoyak bir aklın herzeleri bunlar... bırakmıyorlar ki pkk'nin kökünün , kuzey ırak'ta değil türkiye'de olduğunu unutayım!

türbanın kerrakesi (*)

haydi, biraz kompile teorisi takılalım:

şimdi anlaşıldı, hazretlerin laaaap diye türban meselesini kotarıp, milletin kucağına ateşten çıkmış sıcak patates gibi atmak için niye böyle bir "zamanlama"yı tercih ettikleri...

o gitti, bu geldi, falandı, filandı derken, amerika ile ırak'ın karadan işgali ile ilgili proje bir güzel tekemmül ettirilmiş, hattâ durum, belli sınırları ile ırak hükümetine de kabul ettirilmiş. askerin ne zaman içeri gireceği de, üç aşağı, beş yukarı, biraz da meteorolojik şeraite bağımlı olarak belli olmuş.

mâkul sayılabilecek bir süre öncesinde de türban bombası patlatılmış ki, esas top, tüfek gümbürtüsü arasında davulcu yellenmesi gibi kalsın.

şark kurnazligi babbooo...

p.s.: nitekim, (netekim mi yazsaydım?) daha ben "publish" düğmesine ancak basmış idim ki, hazret tv'de ilk demecini verip "devir birlik berbaerlik, devlete, millete azamî sadakat devridir" buyurdu. şimdi nifak eyleyip de türban mürban meselelerini kaşımanın âlemi var mı?

---------
(*) türban tabii ki kerrake, yani ince kumaştan pardesü (pardessus mu yazsaydım ki?) giymez de, bu tantanada nereden vehbi bulayım?

Thursday, February 21, 2008

domates'in köyü, kasabası

şu türban mes'elesi ciddî biçimde patlayalı, türk siyasî hayatındaki en vahim bir boşluğun da, 47 kandillik ampulün ışığını düzenleyip, göz kamaştırmasını engelleyecek bir abajur eksikliği olduğu ayân beyân çıktı meydana.

ilk zaferi tattığı 2002'den beri, a-ke-pe'nin çığ misli büyümesinin bir sebebi, son iki seneye kadar türkiye'nin birikmiş işlerini, akışlarını hızlandıracak biçimde, avrupa doğrultusunda bir mecraa oturtmak ve iktisadîyatta, ihya etmese de canlandıracak tedbirleri korkmadan almak idi ise; bir o kadar etkili ikinci sebeb de karşısında direnç gösterebilecek ve ampul ışıdıkça çevresine üşüşen pervanelerin uçuş yönünü çelebilecek bir muhalefet olmaması. olmayacağı da, - bilhassa kurtcuklar türban ile körebe oynayıp yandıklarından beri - ortada...

siyasî efkâr oluşturucuları, işbu vahim muhalefet boşluğu dolayısıyla, geleneksel türk okumuş tembelliğinin "kolayı seç" düsturu doğrultusunda, koltuğuna yapışıp da solda rahat nefes almayı sağlayacak kan (ve hattâ, bu ahvâlde, akciğer) değişimine bir türlü izin vermeyen, gençliğinde domates lakâbı ile mâruf deniz baykal'a yüklenmekteler.

tamam, domates lâkabı ile anılan sol yaftalı, özünde faşizan devletçiliği aşamamış fırkanın lideri, olabileceği kadarı ile dahî, halt partisinin medeniyyete ayak uydurmasına hakîki bir mâni ama, insaf lûtfen... cumhuriyet halt fırkasının siyasî aczi lideri ile değil, kendi felsefesi, daha doğrusu felsefesizliği ile kâim.

ne yâni, son 20 yıldır, fırkada yeni bir fikir, ahâlinin hayatını bir nebze kolaylaştıracak (hani, meselâ, resmî işlerde ikâmetgâh ilm-ühaberi denen zırvalığın kaldırılması gibi) en basitinden bir öneri; özgürlükleri, geçtik dünyaya örnek olmaktan, medenî dünyayı örnek alacak seviyelere çıkartacak bir girişim; yök, rtük gibi sansür ruhunun temsilcisi, zihnî ve hattâ ahlâkî özgürlüğün, dolayısıyla da nesil nesil üstüne, kişisel gelişmenin üzerine manda leşi gibi serilmiş kurumları kaldırmaya dönük bir toplumsal cevvaliyet; hadi bunların da hepsini geçtik, hiç değilse o yönde ağzını açıp da lâf eden birileri çıktı da mı, domates diye de anılmış olan çakılmış şef, onların salçasını çıkardı?

allah rızası için, baykal'ın karşısına, kendi şâibesinden ürküp de kurultaydan kaçan, onu da ortalığı arbedeye vererek yapmayı mârifet sayan mahalle kabadayılığı ile siyâsetin farkını bile anlayamamış bir goygoycudan başka kimse mi çıktı da, domates deyince bir zamanlar kendinden bahsedildiğini anlayan reis, ondan da su çıkardı?

cumhuriyet halt fırkası, yapısı itibarı ile bugünün siyaset evreninde bir rol oynayamayacak kadar kemikleri kireçlenmiş bir acz örgütü... zihnî donanımı antika... çözüm bulma yeteneği acınmalık, çünkü hâlâ yabancılara mülk satmakla memleketin elden gideceğini bile iddia edebilecek kadar "sorun tanımlama" ufkundan yoksun... "istemezük" dışında lâf ve siyâset üretmediği, üretebileceği izlenimini yaratamadığı için de, güven vermekten uzak. tamam, çorbada ne tuzu, yağı, unu, soğanı hepsi var amma, bunların hepsinin sebebi de mi bir zamanlar domates diye anılan baykal şimdi?

vakt-ü zamanında fırkaya en doğru teşhisi süleyman demirel koymuştu: "bunlardan ne köy olur ne kasaba".

problem burada zâten: a-ke-pe varoştan patlayıp, köy-kökenlilğe mahsus "parvenu" dirayet ile şehrin merkezine yerleşmeye kalkışırken, üstelik cümle köy, mezra, kasaba şehre göçtüğünden, başarı da kazanırken, halt fırkası köylüyü efendi zanneden eprimiş kasaba mantalitesi ile bir yerlerde debelenip durmakta.

köyde, kentte çiftçi yoksa domates nereye gitsin? salça fabrikasından maada?

Tuesday, February 19, 2008

çökerttik mi alimallah...

bu nasıl bir ezilmişliğin, zevâlin, kendini tahkîrin dışavurumudur ki "türk" sıfatıyla birlikte anılan her hangi bir "başarı", sanki cümle âlemde tek ve en büyük mârifetmiş gibi o patetik türk medyasında cilâlı gübre hâline getiriliyor hemen?

en son arçelik ile (127. sırada) vestelin (162. sırada) dünyadaki 250 "top" tüketici ürünü îmalâtçısı arasına girmesi ile, milliyet'e (*) göre "iki türk dünyayı dize getirdi"!..

bir ticarî faaliyette başarı elde etmenin - ki, son ekonomi verilerine bakılırsa, o kazanımın da rekabete açık global piyasada, bayağı sallantıya girdiği sonucuna varmak mümkün - neden bir yağlı güreş müsabakasını andırır gibi, dize getirmek, yere yatırmak, ensesine bastırmak, gözüne, kulağına vs. batırmak türü deyimlerle ifade edilmesi gerektiğini anlamak için, ekonomi sözlüklerine epeyce bir psikopatoloji terminolojisi de ithal etmek lâzım bu cânım ülkede her halde...

fakat düz aritmetiğe vurunca, bizimkiler de, yuvarlak hesap 250 büyüğün ortalarında yer aldıklarına göre, hani, dizleri üzerinde değilseler de, belden bükük bir pozisyon falan mı almış bulunmaktalar, meselâ ilk 10 huzurunda? arkalarında kim var acaba?

pek âlâ da, bu "dize getirme" mantığı, kollektif egomuz için hayırhâh olamayacak bazı durumlara işaret etmekte: 1980 başlarında türkiye ile üç aşağı, beş yukarı, aynı ekonomik düzeyde görünen kore'nin global şirketi samsung dünya ikincisi. bu durumda, şimdi bizim dizimiz, belimiz vs., onların muhtelif uzuvlarına nazaran nasıl bir konuma gelmiş olmakta acaba?

galibâ şu dize gelme, getirme pozisyonlarında milletimizin taht-el şuuruna işlemiş tarihî vakıâlar biraz rol oynamakta... vestel'e pek lâfım yok da, dünya 127.si arçelik'in, kapısı kopan buzdolaplarını, adamın üstüne yürüyen çamaşır makinelerini, kap-kaçak kıran bulaşık makinelerini, üstelik parasını da peşin ödetip, dizleri üzerinde teslimat bekleyen muazzez milletime ancak aylar sonra ilettiği dönemler, hâlâ kalkınma tarihimizin nurlu hatıratında yazılmakta mâlûm.

allahtan şimdi rekabet var da, isteyen çökertilip, domalmadan, gidip samsung falan da alabiliyor...

----------
(*) internet sitesi, 18 şubat 2008

kuyruğum hıyar, kap tuzluğunu gel...

yâni maşaallah! birisi önümüze tadı, kokusu hoşumuza gidebilecek bir lokma atmasın; atan deccal, lokma ağu olsa, labadalaplup, seçim arefesi beleş kömür dağıtılıyormuş gibi dalmadan edemiyoruz... rusyalar ve rusyacıklar çarı vladimir (kendisi putin oluyor), "kosova ya vaaa da kakatece'ye olma mı?" buyurdu ya, seçkin siyaset ukalâsı şimdi âleme mesaj çakmakta ki, 35 yııllık emr-i vâkî gayri tanına, yoksa maazallah bağımsızlık ilân ederiz haaa...

her halde, şarkî bezirgân mantığı olsa gerek... hasbelkader uçarken üstümüzden süzülen sinekten yağ çııkaralım derken, olmayacak bir yerimizi sineğe sokturabileceğimiz hiiiiç aklımıza gelmez mi yâ hû?

bizim erhan göksel yılllardır dalga geçer durur, kocccaaaa osmanlı'nın ittihadcılar elinde "hâkim millet milliyetçiliği" uğruna darma-dağın edilmesi ile... aslında, günah sırf ittihadcıların değil tabiî, evveliyatı da var ama, başka zamanın konusu...

hadi vladimir amcamızın uzattığı elma şekerini kaptık, kakatece'yi hakikaten var bir devletmiş gibi bağımsız ilân ettik (gûyâ zaten bağımsız da, "tanıyın canım şunu" falan dedik yâni) da, şekerin çubuğunu da yiyecek değiliz ya..! ey ihvanlar, ya size, "okey abiler, tanıdık gitti (sırtlarında yumurta küfesi yok ki! yunanistan bile iki yaygara eder, üç küser, sonra devran döner)... hadi şimdi sıra sizde... şu kuzey ırak kürt devletini de siz tanıyıverin, ondan sonra da annadolu kürtlerinin özerklik talepleri meselesine de bakalım bi hele..." (*), buyururlarsa ne deyivereceksiniz?

siz cidden slobodan miloseviç gibi hıyarağaları politika ürettiklerini sanarak devlet yönetmeye kalkmasalar, kosova'nın (hattâ slovenya'nın) bağımsızlık rüyâsı görebileceğine inanıyor musunuz? o zaman tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâsının laik demokratlar olduklarına da inanırsınız.

öyle "kulağım salatalık" diye ortaya çıkan herkese, evdeki tuzluğu kapıp, alesta durmayın.

----------
(*) türkiye'nin devlet politikası olarak benimsediği, kuzey ırak kürtlerinin bağımsızlığına kat'î muhalefet olarak somutlaşan hassasiyeti asla onaylamadım. "üniter devlet"i korumak açısından bir kuzey ırak kürt devleti, türkiye için risk olamaz. içten yükselecek muhtariyet, bağımsızlık vs. taleplerinin kalıcı çaresi de, avrupa tipi, hukukun üstünlüğüne dayanan, sahici kapitalist bir ekonomi ile de desteklenen hakîkî demokrasinin, kemiklerine değil, iliklerine kadar bölgeye dayatılması ile mümkündür. açmaz şurada ki, demokrasi dayatılmaz, dayatılınca da bizdeki kadar ancak olur.

Friday, February 8, 2008

yanlışlara ve yanlışlıklarına dair sosyolojik türban dersi

çin de olmasa, herkes unutacak, hatırlatayım: eskiden komonist diktatorya ile yönetilen memleketlerin neredeyse tamamı, kendilerine "demokratik halk cumhuriyeti" nev'înden adlar takarlardı. daha da beteri, bu fecî ölçüde anti-demokratik ülkelerin sahiden demokrasi olduğunu savunan saplar da çıkardı ama burnuna çamaşır mandalı takıp, "taaaaze balıııık, satın alan alıııık" diye bağıran pazar madrabazından daha inandırıcı olamazlardı.

imdi, türkiyya, nihayet başardı hakikî anlamda bir "demokratik halk cumhuriyeti" olmayı.

lâfı fazla uzatmadan söyleyeyim: varoluş, hiç bir şeyin içini boş bırakmaz.

birey, "kişi", ve "şahsiyet" olmayı başaramayan, olmasına da mümkün olduğunca izin vermeyen bir çevrenin (1) baskısıyla yoğurulan türk halkı da, ferd be ferd, tekillikleri ile, kendine özgün bir existential niche yaratamadığı için, sebeb-i hikmetini postmoş ulemânın "kimlik" diye yutturmaya kalktığı o zırva, totaliter-totalistik, çoğulu-kümeye-indirgemeci kategorilere yapışıp, sığınıp, sırnaşıp, amorf bir organizmalar yığını halinde varolmayı yöntem olarak benimsedi.

zihnen az gelişmiş bireyler, irâdelerinden totalite irâdesi lehine ferâgat edince, aidiyet grubunun felsefesini bilmek, üyelerini de tanımak-tanımlamak için her koşulda yeterli hâle geldi. slogan düzeyinde söyleyeyim: kimse olamayınca, ahalî, "kimlik" olmaya karar verdi (2).

ümmetten millete, her türlü kollektif aidiyet, temelde bir varolma/adaptasyon biçimi, dolayısıyla da tercihi olduğundan, normal yurdum insanı diye dalga geçilen o kategori de, bu gruplardan biri ile özdeşleşerek (identi-cal), en az değişmek (3) sureti ile içinde yaşayabileceği siyasî-içtimaî örgütlenmeye yamanmaya yatıverdi.

netice: içiçe geçmiş bir yanlışlar ve onların yanlışlıkları silsilesi... giderek de yalnızca avrupa birliği ile özdeş tutulmaya başlayan medenî düşünme ve yaşama biçimlerinden uzaklaşan, köy-taşra-varoş bileşkesi, yaygın bir kasaba kalabalığı ve onun "akıl" yerine ihdâs ettiği kendine mahsus bağnazlıklar ve o bağnazllığı işine geldiği yerde delmeye yarayan kurnazlık...

işte demokratik halk cumhuriyetinin birinci unsuru, halk... gelelim ikincisine...

demokrasi, doğası gereği bir şehir sistemidir... halk ile demokrasi olmaz!.. şehirin (madinah) eğitici, öğretici etkisi kır ve dışarlık kökenli kalabalıkları yonttuğu için ve yontabildiği, yâni, şehirli (medenî) kılabildiği ölçüde işleyebilen bir politik (yâni polise, şehire ait) sistemdir...

demokrasiyi, onu yaratan medenî, modern mantıktan, yâni, matematiğe dayalı, oran ve görelilik üzerine kurulu rasyonalite denen akıl yürütme biçiminden soyutlayarak yürütemezsiniz. çünkü, demokrasi, en başta, şehirli, medenî, özgür insanın, kendisini, irâdesine ipotek koymak yöntemiyle kısıtlayan her türlü totalist aidiyet baskısından -din, ümmet, millet, ideoloji vs., vs.- kurtulmasının ve her türlü kolllektif kaygusunda rasyoonalite dışı bir kaynağa başvurmadan, toplum içinde menfaatini gerçekleştirebilmesinin siyasî ve kültürel aracıdır.


o görelilik matematiğine dayanan rasyonalitedir ki, insanı dînin deli gömleğinden salıverir ama tanrıya mı şeytana mı taptığına aldırmaz. kafanın dışına türban sarmaya bakmaz da, iş içini bağla(t)maya gelince, kaşlarını çatıverir. demokrasinin başı, kurnazlıkla da pek hoş değildir. demokrasi, kurallların kollektif bir toplumsal muahede (sözdeşme, covenant) sonucu, rasyonel biçimde, yâni, topluluk içindeki göreliliklerin eşitleyici paydası gibi oluştukları dolayısıyla da evrensel oldukları varsayımı üzerinde işler. demokraside yol ağzına otomobil park etmek yasaktır. kapıcı adem efendiye de yasaktır, adalet bakanı hafız bey'e de. demokrasiyi mümkün kılan rasyonalite varsa, bizim takımın elle attığı gole iptal düdüğü çalan hakeme "ibne" diye "hakaret" etmek acaip bir iş olduğu gibi; "ibne" deyimini "hakaret" olarak kullanmak da tuhaftır. halk denen kütle pek bu incelikleri fark etmediğinden, demokrasi cennet yurdumuzun cinnetleri muvacehesinde iddia edildiği üzere, aidiyet ve "kimlik"lerin cenderesinde kişiliklerin suyunun sıkıldığı bir "halk rejimi" falan değil, birey, şahıs, şahsiyet olabilen insanların yöneti(şi)m biçimidir. "halk" da zâten öyle tekin bir lâf değildir. halayık, hilkat, mahlûk gibi sözcüklerle aynı kökten sürer...

haydi, çıkaralım kafayı üçbuçukuncu dünyadan da, islamî, isevî, aşiret, ırk, kabîle, millet, mezheb vs., aklınıza ne gelirse, toplumsallığın "kimlik" üzerinden yaşandığı üçüncü dünya cihetine doğru bir tura başlayıp, bir göz atalım, var mısınız?.. buyurun chavez'in güney amerika'sından ahmadinajad'ın iran'ına, türkmenbaşı'nın türkmenistan'ından tutsi-hutu katliamının mirasına konan kenya'ya, sudan'a, saud'un arab diyarına ve hattâ (tabii ki de diğerlerine kıyasla yok denecek oranlarda) amerika'nın kovboy texas'ına (4)...

ortak görüntü: şahsiyet olamadıkları için, bireysel menfaati de aidiyetleri ile özdeş sosyal çemberler içinde arayan; kendileri yazmadıkları, çoğunlukla tepeden dayatılan ve dolayısıyla, uygulamasına müeyyide de (sanction) vermedikleri/veremedikleri için benimseyemedikleri; işlerine gelmediği zaman da, anında ihlâl etmeye hazır oldukları kurallara göre yürüyen bir yapı içinde; sıkı ideolojik baskılar altında, gevşek dayanışma bağları ile idame-i hayat, medâr-ı mâişet eylemeye çalışan, sınırlı zihnî donanıma sahip ama bundan da muzdarib hissetmeyen "biri"lerinden oluşmuş topluluklar...

her an keyiflerince ihlâl etmeye amâde ve teşne oldukları normlar ile belirlenen bir yapı içinde, kendi başlarına kalsalar, yetersiz donanımları ile elde edemeyecekleri imkânlara ulaşma ihtimâlini bir aidiyet topluluğunun şemsiyesi altında mümkün sanıp, hasret ve haset ile kıvranan, beklentilerinin de ancak o "yanlış" kurallar örüntüsü içinde ve zaman zaman onların ihlâli ile gerçek olabileceğini sezmiş; hak ve karşılıklı hakkın düzenlendiği hukuk kavramı ile başı pek de hoş olmayan ihsan beslemeleri.

bir yandan da, ihsan beslemelerini yeterince kontrol altında tutabilecek, aynı anda ceberrut zorbalığı becerenin istediğini alabilmesine epeyce imkân verirken, bir acaip lâçkalığı da kokteyle karıştıran, disiplin ve örgütlenmenin rasyonalite yerine sopa ve kaba güç ile sağlandığı bir kuralsızlık toplumu... donanımı eksik insanların hep şikâyet ettikleri ama hiç de şikâyetçi olmadıkları, yanlışların ve yanlışlıklarının düzeni.

beşerî boyutta, düzen, rasyonel, çok yönlü ve çoğulcu menfaatin dengelendiği, açık topluma dönük bir kuralllar şematiği içinde yeniden örgütlenir ise, donanımları ile orantısız menfaat beklentilerinin de yokolacağından korktuğu için, değişmeye, dönüşmeye fevkelâde bir direnç ile karşı koyan bir ihsan beslemeleri ordusu... içtimaî boyutta da, o beşeriyetin oluşturduğu, siyasî-kültürel gelişimlerini despotik niteliği ağır basan ideolojik haklılık arayışlarına, ekonomilerini de "ilâhî" ihsan sayılabilecek petrol, mâden vs. kaynaklara, veya, meselâ "turizm" uğruna hâk ile yeksân ettikleri doğalarına yüklemiş "az gelişmişlikler, az gelişmişler" ülkeleri... bilgi, öğrenmek, dönüşüm demek olduğu için, gûyâ entellektüel sektörlere kadar sirayet eden vahim dogmatizm... bilgiye de direnç ve körün değneği gibi, bildiğinden şaşmama... bilgisiz özgürleşme de olamayacağı için, özgürlüklere karşı da yoğun direnç...

sonra da, meselâ, örtünme mes'elesindeki gibi, özünde koca bir kesimi (bu vak'ada, kadını) ikinci sınıf şahıs kılan bir uygulamanın serbest bırakılması garabesini "özgürlük mücadelesi" diye yutturmaca...


dedik ya, demokrasi halkın harcı değildir diye... çünkü, demokratik toplum özünde, şehre yığılan kır kokulu kalabalıkların zaman içinde şehrin kültürü ile medenîyyete yoğurulup, bir anlamda, elit olmaları, eşitliği de avam değil, burjuva düzeyinde yakalamaları ile şeklini bulmuş bir tarihî vakıadır. üçbuçukuncu dünyadaki gibi, "köyden indim şehire" modelinin, şehirde oturup da medenî olamayan içe dönük katmanları kendine indirgediği, üstelik vasatînin de her yeni gelen taşra dalgası ile sürekli aşağı sürüklendiği gelgelelim, o yığınların da yöneticilerini, hattâ yönetim biçimlerini seçme hakkkı ile donatıldıkları idâre tarzına da, "halk demokrasisi" demek gerekir... halk, önce kendine tepeden sunulanları, sonra da kendi arasından yetiştirdiği ulu değerleri siyasî lider olarak başına oturtukça ortaya çıkan, ihsan beslemeleri ordusuna mahsus siyasî yapılaşmanın adı da, işte, "demokratik halk cumhuriyeti" olabilir ancak.

komonist adaşı gibi, ihsan beslemeleri ordusunun demokratik cumhuriyeti de, özgürlükler ile değil, birbirini ikâme eden yasaklar silsileleri ile belirlenir. çünkü, kuralsız, yanlışlar ve yanlışlıklar şebekesi olarak örgütlenmiş ihsan toplumu, aynı zamanda hukuk (5) fobisi ile mâlûl bir talan ahlâkı ekseninde döner durur. dolayısıyla, ortalama düşünme ve örgütlenme ölçütlerini saptayan genel ahlâk anlayışı da, bireyselleşmeyi/özgürleşmeyi kısıtlayan alanlarda vücut bulur.

insanın en hür, en kendisi olabildiği an ise, en fazla haz duyduğu andır. haz alanlarını sınırlamak, özgürleşmeyi engellemek için şarttır. dolayısıyla, talan ahlâkının egemen olduğu kır kokulu, ihsan beslemesi topluluklarında, genel ahlak, genelde cinsiyet üzerinde baskı olarak zuhur eder.

ve bu öyle bir menfaat dengesini idâme ettirmek üzere oluşan bir ahlâk (6) anlayışıdır ki, en önce, en çok baskı altında kalan kadınlar tarafından benimsenir; çünkü hak kavramından ve hukuk esasından yoksun toplumsal örgütlenmede, öncelikle kadının, mevcut iktidar şeması dışında gidecek yeri yoktur!..

yanlışlar ve de yanlışlıklar şebekesinin talan ahlâkı, sahte bir aynılaştırmacılığın, çoğuldaki farklılıkları dümdüz ettiği bir genel ahlâk anlayışı ile, toplumun aktif elemanı konumundaki erkeğin de bireysel özgürleşmesini kısıtlamak üzere, işte böyle kadın üzerinden cinsiyet payandasına dayanarak despotik baskısını uygular. o baskı bir bakarsınız musul'da kürt kabile üyelerinin evden kaçan gelini recmetmeleri, bir bakarsınız haliç köprüsünden atılan bir genç kız, bir bakarsınız marquez romanlarının kan renkli günleri şeklinde karşınıza çıkar.

üçbuçukuncu dünyanın yılmaz türban mücahitleri, sizin entellektüel seviyenize demokrasi adına, özgürlüksüzleşme özgürlüğünü savunmak yaraşır (7)... amman deyeyim... bir daha düşünün de karışmış olmasın kafanız:

demokrasi, fikir ve hürriyetlere saygı düzeni değildir! fikirlerin özgürce açıklanması, ifade edilmesi; hürriyetlerin de (tabii ki hukuk çerçevesinde) özgürce yaşanması düzenidir.

nasıl "dünya öküzün boynuzları üzerinde duruyor, ay da zaten bir nur hâresidir" gibi bir fikire saygı duymak imkânsız olduğu halde, bu fikrin dahî ifade edilmesi hakkı kutsal ise; türban takma hak ve özgürlüğü ile, ardında yatan özgürlüksüzleştirme felsefesinin gaddarca tenkîdi de ayrı ayrı demokratik uygulamalar sınıfına girerler.

yoksa salman rüşdî'ler, muhammed karikatürlerini (8) yayınlayan editörler vs. için ölüm fermanı imzalayanların demokratik halk cumhuriyetine çevirirsiniz üçbuçukuncu dünyayı maazallah...

birileri yine sizden önce davranıp, iran'a benzetmeye çalışanlara nazîre, cezayir'e dönüştürmezler ise...

-----------
(1) aman aman... "sosyal çevre" deyince, sanki (özellikle de dile indirgeyip) postmoşların, onlardan önce de (maddî şartların belirleyiciliğine atıf ile) gomonistlerin iddia ettikleri, insandan (yâni bireyden) bağımsız, hüdâ-i nâbit bir olgudan bahsettiğim sanılmaya... burada "sosyal" veçhe ile sınırlı olarak adı edilen çevre, beşerin bir iktidar yapısı çerçevesinde ve toplumsal hayvanattan olarak, evrim akışında üzerindeki selektif baskıyı hafifletmek üzere özgün biçimde yaşamı örgütlediği bir kültür (way of mind) ve iletişim sisteminden ibarettir. hiç bir çevre en iyi ferdî elemanın tasavvur gücünden daha iyi, en kötüsününkinden de kötü olamaz. neticede de hiç bir çevre onun adına irâde beyanında bulunanların iktidar uygulamasından öte bir şey değildir. onun için, amerika'da töre cinayeti işlerseniz idam edilirsiniz, burada ise hapiste ağır abi olarak iki yıl ağırlanır, sokağa çıkar, yeniden öldürürsünüz.
(2) kimlik konusunda pek duymadıkları, pek de düşünmedikleri, ikonoklastik, münâfık, tahrikkâr bir şeyler okumak isteyenler varsa, garfucius'un bilgi üniversitesi yayını bilgi ve bellek dergisinin 3. sayısında (eylül 2005) yayınlanan "adların adını koymak: "kimlik" üzerine" başlıklı yazısına bakabilirler.
(3) amman sakın! bir sahte kategoriden ötekine sansar gibi atlamayalım! burada tayyib efendivârî, özüne aykırılaşma imleyen bir başkalaşma, ya da "gömleğimi değiştirdim, başka bir kişi oldum," gibi ampirik gözlem ile kâim ve mahdûd bir "sosyal değişme" kastedilmemektedir asla! mevzu-u bahis olan, bir tohumun ağaca evrilmesi vetiresi gibi, organizmanın, hattâ "şey"in, öz kapasiteleri ile sınırlı bir metamorfoz (tarkan'ın şarkısı değil!). eh, heraklitus ile parmenidis de ancak böyle buluşturulabilirdi... kim mi onlar? aaa duymadınız mııı?.. fener'in yeni transferleri...
(4) amerikası da dahil, bu üçüncü dünya kalabalığının demokratik ve özgürlükçü marifetlerini merak ediyorsanız, human rigths watch örgütünün 2008 dünya raporu http://hrw.org/englishwr2k8/docs/2008/01/31/usint17940.htm adresinde mevcut...
(5) hukuk ile kanunu lütfen karıştırmayalım! oransal olarak, azgelişmişlerde çok daha karmaşık medenî toplumlardan daha fazla kanun bulunmasında şaşılacak yan da yoktur; çünkü her şey ayrı bir menfaat odağına göre kurala bağlanmak durumunda olduğundan, evrensel normlara göre düzenlenen hukuk (haklar, bir başka deyişle de, menfaat oluşturma-kovalama yöntemleri) oluşturmak güçtür.
(6) bu arada, ahlâk da halk ile aynı kökten gelir haa...
(7) bizim mücahidînin hâfıza ve idrâkine güvenim kalmadığı için (ayrıca, ben aptalllık özgürlüğüne de inanırım) bir daha izah edeyim: kimsenin orasını burasını örtmesi de açması da beni ilgilendirmez. gelgelelim, ne gerekçe ile açtıkları ya da örttükleri, özgürlüklerin özüne taalluk ettiği için, en azından bir entellektüel ilgi mes'elesidir. benim itirazım da türbana değil, türbanın gereklilik iddiasının dayandığı sebebleri ileri süren mantığa yöneliktir. hiç bir şekilde de, türbanın zorla çıkarttırılmasını onaylamam... taktırılmasını da onaylamadığım gibi.
(8) muhammed karikatürleri, başlıbaşına, danimarka'ya mahsus birer zevk fıkdanı âbidesi idiler. islâm alemi hop oturup hop kalkacağına, kan, intikam, cihad feryadları atacağına, soğukkanlılıkla, sırf o zevk yoksunluğu ile dalga geçse, o zevksiz ama kesinlikle demokratik bir hakkı kullanan yayıncılara en iyi muhalefeti sergilemiş olurdu. bu arada, tabii ki tehdidler, fermanlar, fetvalar ve yasaklama ısrarı hâriç, müslümanlar da o olayda meşru protesto haklarını kullanmakta idiler. benim burada takıldığım, daha rasyonel bir muhalefet yönteminin daha etkin ve inandırıcı olacağı noktasında.

Tuesday, February 5, 2008

serbestiyet-i serbestî

madem ki yavaş yavaş garfucius'un gözü açıldı, şu türban mes'elesine bir kaç düğüm atma sırası geldi demektir...

1. "tartışma" (1) taraftarlar ve karşıtlar arasında o kadar tek taraflı ve tek boyutlu yürütülmekte ki, "haklılık"diye bir opsiyon ortadan kalkmış durumda...

tamam, "baş örtmek" isteyen elbet de, hem de mektepte, dairede, hastanede, çocuk parkında vs., her yerde örtebilmeli ama kıçını açmak isteyenler ne olacak?

eğer hem özgürlükler adına türban savunuculuğuna soyunanlar, hem de laisizm uğruna hürriyet zaptiyeliğine kalkışanlar, sorunun dengeleyici ve bütünleyici karşı ve "çıplak" cüz'ünü ısrarla gözardı eder, unuturlarsa, işin "vurun kahpeye" ya da "asın yobazı" raddelerine varmaması için, hiç bir fren mekanizması da kalmaz...

eğer özgürlükçü iseniz, insanların kendileri ile ilgili açılma kararını da, örtünme kararı gibi, baskı altında kalmadan, bağımsız ve özerk şekilde verme hakkkını tümel olarak savunursunuz. bu da üniversiteye de başka yere de, diğer kişilere (meselâ, cigara içmek sûreti ile verdiğiniz gibi) zarar vermediğiniz sürece, ister burka ile ister bikini ile girmeyi olağan kabul etmek demektir...

eğer, havsalanızın kolayca alabildiği her serbestîye taraftar olup da, hayal ve tasavvur gücünüzü aşan özgürlüklere, genel ahlâk, kamu düzeni, gayri-millî davranış, züppelik-zibidilik nev'înden bahaneler ile sınır koymayı uyanıklık sayıyorsanız, gizli bir faşist olduğunuzu da itiraf etmeyeceksinizdir elbet. hâl-i pûr melâliniz şebek poposu gibi bâriz ortada olsa da...

dolayısıyla, türban savunucuları, dinî vecibe sayılan bir fîîli, kısıtlayıcı ruhuna ve özüne rağmen serbest kılma arzusunu desteklerken, değil mi ki laik hassasiyet taşıyan kesimleri rencide etmektedirler, örtünme hakkına hasrettikleri aynı cesaret ile kendilerinin kat'iyyen hoşuna gitmese de, kadınların soyunma haklarını da savunmuyorlarsa, ya ikiyüzlülük etmektedirler, ya da bütünü ıskalamaktan kaynaklanan bir ahmaklığın batağında debelenmektedirler...

2. garfucius (yukarıdaki karşılıklılık ve genellik şartı doğrultusunda) tesettüre girerek insan içine çıkma hakkına tamamen taraftır.

ancak, garfucius, dinî sebeb ile örtünme ideasına ise, şiddetle karşıdır: tesettürden maksat, kadını erkeklerin şehevî iştihalarını azdıran bir cinsiyyet nesnesi olmaktan "sakınmak ve saklamak"tan ibarettir (2). bu da yalnızca kadını değil, aklı bacaklarının arasında mahpus kalmamış bîl-umum erkekleri de tahkir eden iğrenç bir ilkelliktir, medeniyyet düşmanı bir yabanîliktir.

gelgelelim, kimse kimsenin kendine ilişkin vizyonunu zorla değiştirme ve biçimlendirme hakkına da sahip değildir. tıpkı, hiç bir normal heteroseksüel erkeğin, rıza üzerine kurulu olduğu sürece, sado-mazoşist homoseksüel bir çiftin cinsî tatmin yöntemlerine karışamayacağı gibi!

3. tesettürün dinî bir emir olarak hangi ölçüde mecburî kılındığı sorusunun, bayağı bayağı siyasî mystificationa tâbî tutulmuş bir iktidar oyunu olageldiği de yavaş yavaş ayân beyân ortaya çıkmaktadır: gâyet yetkin din âlimleri, "ziynet yerlerinizi örtün" şeklinde çevrilen âyetin saçları kapsamadığı yorumunu dile getirmektedirler. bunlar arasında el cezire tv' nin editörleri bile bulunmaktadır.

bu durumda örtünme biçiminin, ataerkil ve erkek ağırlıklı iktidar tercihlerinin ihdas ettikleri siyasî içerikli ahlâk-sosyal uyum normları ile belirlenen keyfî yasaklara göre zuhur ettiği; dolayısıyla da, dinen caiz olarak değiştirilebilecekleri de gündeme gelmektedir. yâni, örtünmenin dinî bir zarûret değil, siyasî-içtimaî tercih olarak münakaşa edilmesi mümkün olmaktadır.

ve de "neden ısrarla başınızı açmıyorsunuz?" sorusu da meşruiyete bürünmektedir.

4. serbest, pars dilinde "başı bağlı" demektir (3). yâni, mes'elenin ironik veçhesi, dilde de yansımaktadır: kavga, özgürlüğün kısıtlanması ise özgür olma kavgasıdır. komiktir, hem de traji-komiktir!

5. bu sebeblerin hepsi yüzünden de, tesettür serbestîsi yasal kılınır, toplumsal sözleşme düzleminde meşruiyete kavuşursa, gizli otorite odaklarının da katkı ve baskıları ile, şöyle ya da böyle, başı örtüsüz, kıçı açık, lâdinî, gayrimüslim vs. öğrencilerin, hattâ vatandaşların da örtünme, daha vahimi de, örtünmenin tek erdem olduğu doğrultusunda tâciz ve zorlama ile karşı karşıya kalmaları, kaçınılmaz görünmektedir.

5. garfucius ilke olarak tesettür özgürlüğüne de -bir anlamda özgürlüğü reddetme boyutu içerse bile- taraftır...

ancaaak...

tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâsı tarafından, milliyetçilerin kepçesine doldurulup da, kamunun boğazından tıkıştırıldığı şekli ile getirilen serbestî serbestîsi, öz itibarı ile hürriyetin bir hürriyetsizliğe indirgenerek, tekil bir tanıma irca edilmesi tehlikesini taşımaktadır. tesettür serbestîsi benimsendiği anda, tüm özgürlük sorunsalları da ortadan kaldırılacakmış gibi bir kuşkuyu ciddî biçimde yaratmaktadır.

dolayısıyla da, bu hâli ile, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâsı tarafından, milliyetçi kepçe ile kamunun boğazından tıkıştırılan bu gûyâ çözüm, kabul edilemez niteliktedir!

6. garfucius normalde kompile teorilerine pek prim vermese de, galibâ, tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâsı, şu türban-tesettür mes'elesini bir daha gündeme gelmeyecek bir kesinlik ile, yargı aracılığı ile nihaî kesin sonuca bağlamak arzusundadır: tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâsının, milliyetçi kepçeye tepeleme doldurup da kamunun boğazından aşağı tıkıştırdıkları anayasal düzenleme, eğer türkiye'de 12 eylül rejimine rağmen biraz hukuk kaldı ise, galip ihtimal ile mahkemeden dönecektir.

tayyib efendi, gülsuyu ve şürekâsı da, aslında hiç bir zaman tam anlamıyla çözülemeyecek, başlarında hep belâ olarak kalacak bir serbestî macerasından, ellerini gülsuyu ile yıkamış olarak ebediyyen sıyırtacaklardır.

7. her hâl-ü kârda, üçbuçukuncu dünya, yine ancak kendi ekseni etrafında dönmeye de devam edecektir.
------------
(1) ne demekse tartışma... sanki kurban eti değiş tokuşu var da kantar ha babam çalışmakta. doğru dürüst türkçe konuşulduğu dönemde buna münazara, yâni görüş/bakış değiş tokuşu ya da, gürültü biraz fazla ve şiddetli ise, münakaşa denirdi.
(2) alınan dilediğince üstüne alınabilir de, örtünme uygulamasının islam ile başlamadığını, paganizmden ikonik dinlere, sümer muhabbet yuvalarına vs. uzanan kadîm bir geçmişi olduğunu bilmeyen kalmadı artık. esas olarak, o dönemlerde de, tesettürden gâyenin kadının bir yandan şehvet odağı, bir yandan da her an kaçırılıp köle olarak alınıp satılabilecek bir mala dönüşmesini önlemek olduğu da aşikâr.
(3) tam anlamıyla bir kısıtlama olan baş bağlamayı simgeleyen bir kavramın, tam tersi bir anlama bürünmesi, bir takım sosyal edimlere sadece başı bağlıların katılmasına izin verilmesinden kaynaklanmıştır.