Sunday, September 23, 2007

otuzbirim, kare asım... ah kıprısım kıprısımmm...

kıbrıs ile ilgili çocukluk anılarım, "kıbrıs türktür türk kalacaktır, makarios ittir it kalacaktır" nev'inden selis sloganlarla, sokaklar dolusu nârâlar atarak "nümâyiş" (gösteri) yapan, yıkanmamış, heyecanı hezeyana dönüşmüş, gözlerinden hiddet fışkıran, koyu giyinmiş ve maalesef genç kalabalıklar ile; şahane mezeleri erken yaşta damak tadımı şekillendiren ankara'nın meşhur delicatesseni trakya pazarı'nın kapanmasında somutlaşır. sınıf arkadaşım, babası çiçekçi yanni'nin, mahalledeki izmirli aliko'nun trakya pazarı' nın adını zaten ebeveynlerimden duyduğum, artık da unuttuğum sahibi gibi, pek de ülkeleri olarak benimsemedikleri bir yunanistan'a zoraki gurbetçi gitmeleri de, hep ruhumun bir kıyısında kıbrıs davası ile birlikte uyanan bir istifham (1) olagelmiştir...

kıbrıs, bilhassa türkiye'nin askeri müdahalesinden beri, şu veya bu şekilde benim neslim kadar, izleyen her kuşağın da boynuna değirmen taşından, giderek de ağırlaşan bir kolye gibi asıldı kaldı. kimyevi etkileşimi değiştiren ama kendisi aynen kalan bir katalizör gibi, türkiye'nin modernite ile kucaklaşmasını geciktiren her vetirede (2) ve her olayda doğrudan veya dolaylı ama hep olumsuz bir etki yaptı.

felsefe fukarası bir topluluğun, ancak dağını taşını sömürüp, yakıp, yağmalayıp, beyaz kübik betonlarla kıyılarını örerek "sevdiği" bir ülkede, doğal olarak az gelişen "patriotism" yerine moda kılınan "milliyetçilik" heveslilerine, bazı tarihî veriler ile hatırlatayım durumu:

kıbrıs fatihi eco (bülent ecevit), 1974 eylülünde, harbin orta yerinde, dinci me-se-pe ile ortak hükûmetini dımdızlak bırakıp kaçtığında (3), dünya ölçeğinde adada makul bir çözüm arayışları başlamıştı. ülkenin kasasında da hayli sunturlu bir meblâğ sayılabilecek iki milyar dolar döviz rezervi vardı. bi dakka bi dakkaaaa... burun kıvırmadan önce düşünün ki, aynı tarihlerde yüksek teknoloji, sermaye-yoğun yatırım modeli ile kalkınma hamlesini başlatan taiwan ve kore de, yaklaşık o miktarlarda birikim ile yola çıkmışlardı... ayrıca, kanlı bir (12 mart) darbe vetiresinden yeni çıkan ülke, sınırlanan işçi hakları, modern serbestiler vs. yanında hâlâ iyi kötü ayakta durabilen demokratik kurumları ile kalkınmayı aksatmadan çalışabilir vaziyette idi. ithalatı ikame sanayii bile, rekabetçi bir yapıya yönelmenin eşiğinde idi.

kahraman olarak gömdüğünüz fatih eco hükûmetten kaçtıktan sonra, muhtelif şeyler oldu:

eco'nun koalisyon kurarak meşruiyet kazandırmaktan öte, bir de iktidara taşıdığı me-se-pe (4)önderi necmettin erbakan hoca ve şimdi tayyib efendi & şürekâsı & gülsuyu tarafından çaktırmamaya çalışarak temsil edilen milli görüş mücahidleri, müslüman akıncıların osmanlı devirnde fethettikleri topraklarla bir tuttukları kıbrıs'ta her çözümü kilitlediler. normalde makul bir adam olsa da, iktidar hırsı dışında hiç bir sebeb-i mevcudiyeti varolmayan, yönetimi süresince dökülen kan lekesi hâlâ bile silinmeyen, hükümet gücünün sokaktaki eşkiya ile paylaşılarak icra edildiği o acaip milliyetçi cephe koalisyonlarının mimarı süleyman demirel de me-se-pe'ye ve erbakan'a mahkum olduğundan, sorun kemikleşerek nesil, nesil aziz milletin üstüne yığıldı.

bu arada, ekonomi de bir-iki yılda demirel'in ifadesi ile 2 milyarlık rezervden "70 cent'e muhtaç" hale geldi. ne de olsa, ordu, bir başka toprakta, aktif ve müteyakkız halde hazır durmakta idi ve maliyet muhteşemdi. iki milyar dolar suyunu çekti ve yerine de konamadı çünkü:

1. başta abd'nin askeri alanda ve kongre onayı ile koyduğu olmak üzere, avrupa ve hatta üçüncü dünya ülkelerinin fiilen uyguladığı "gizli" bir iktisadî ambargo, türkiye'nin boğazını cendere gibi sıkmakta idi. erbakan ve askeri müdahaleye "barış harekâtı" adını takan ve bunu da dünyanın yutacağını sanan ecevit, çözümü taviz ve geri adım atma ile eşanlamlı kılmayı, rakiplerini altedecek bir muhalefet taktiği sanan dar görüşlü siyaset esnafı, hiç bir proje üretemeyen türk diplomasisinin mon chér neferleri, konuya sağduyu ile yaklaşmayı bir türlü beceremeyen hamasiyat mahkumu basını, resmi tezi desteklemeyi bilimsellik zanneden ulema vs. ile türkiye'nin son 30 yıllık dış politikasının (apo denen sefil ile birlikte) temel belirleyicisi rauf denktaş her ne kadar "kıbrıs türkünün haklı davası" diye debelenseler de, dünya (5) türkiye'nin kıbrıs'taki varlığını "işgal" olarak görmekte idi. kıbrıs cumhuriyetinin "resmi" başkanı başpiskopos makarios, türkiye'nin hiç yüz vermediği, birleşmiş milletlerde dahi üyeleri aleyhine oy kullandığı bağlantısızlar hareketinin önde gelenlerinden olduğundan, üçüncü dünya da türkiye' yi kazımamaktaydı. hattâ, kıbrıs'ta federe devlet ilan edildiğinde, bangladeş önce tanıdığını beyan etmiş, ankara'da bayram havası yaşanmış ama bandung üyesi dakka, 24 saat içinde tanımadan caymıştı.

2. rezerv para, askeriyenin, kıbrıs'ın ve türk siyasetinin [hac farizası (6) gibi] ihtiyaçlarına harcanınca, teknolojik atılım için kaynak kurudu. enflasyon yüzde yetmişlere dayanmıştı. ülkenin kredibilitesi ekside bile değildi. bu arada, iktidar tekrar, demirel'den apartılan 11 bağımsız ve bir - iki çurçur parti ile kurduğu "yamalı bohça" koalisyon ile eco'ya geçmişti. dünya, kıbrıs fatihinin bir kahramanlık daha yapıp, askeri istila altındaki topraklardan biraz feragat etmekle sorunu çözeceğini umarak, destek vermekte idi. ama eco, artık sadece erbakan'ın değil, demirel'in de baskısı altında idi. "taviz" gibi algılanacağından korkarak, hiç bir çözüme yanaşmadı. zaten merhum eco'nun siyasi özellliği de, sorunları yaratıp, asla çözememesi; üstelik de kendini "enkaz devralan" kurtarıcı gibi yutturabilmesi idi.

asayiş eco devrinde büsbütün bozulup, sağcı-solcu gençlerin cesetleri beşer-onar toprağa verilirken, ekonomi de dibe vurdu. eco'nun sosyal demokrat etiketinin dışarıdan mali destek almasına da yardımcı olacağı sanılmakta idi ama türkiye'ye güven pek cılızdı. topu topu 60 milyon dolar kredi açan aşağı saksonya eyaleti maliye bakanına muhalefet lideri demirel'in taktığı ad ise "aşağı saksonya defterdarı" oldu. bu kesatlıkta, türkiye'nin fecî ekonomik görünümü yanında, 1970lerin başında abd'nin dolar-altın paritesini terki, 1973 petrol ambargosu ve dünyanın bir teknolojik devrim ile çıkacağı krizin çalkantıları, viet-nam sendromunu atlatmaya çalışan amerika'nın siyasi-iktisadi bocalaması vs. de etkendi tabii. ancak, kendimizi aldatmayalım; ekonomik bunalımda temel neden, türkiye'nin devlet-ağırlıklı iktisadi yapısının iflas etmesi idi. nEtekim, 12 eylülün ve turgut özal mangıperestîsinin (7) değiştirmeye çalışıp da çuvalladığı alan da bu idi. neden mi çuvalladılar? yine mesela, kore ve taiwan 1980 başlarında sermaye yoğun yüksek teknoloji satın alıp borçlanırken, yeni tekno-kapitalist sınıfların kendi iktidarlarını boğacağından korkan türk memurin (bürokrat) tayfası, "aman borçlanmayalım" yaygarası ile, mevcud kaynakları populist politikalar için son derece elverişli, eğitimsiz köylü yığınlara şehirlerde istihdam sağlayan emek-yoğun geri teknolojiye harcadılar da ondan...

3. en acısı da, toplumun kültürel tükenişi idi... düşünceden sanata, modadan tatil yapmaya her modern sosyal unsur o ya da bu politik güruh tarafından, "burjuva emperyalizminin yardakçılığı"; "yabancı kuvvetlerin milli kültürümüze vurduğu darbe" veya "gâvur işi" türünden gerekçelerle fiilen yasaklanmakta, hatta, kaba kuvvet kullanılarak bastırılmakta idi. tek boyutlu, müslüman tozlu ama alabildiğine taşra bağnazlığı kokulu bir (köy değil) köylü kültürü, düşünce ortamını, sağ, sol, dinci, laik gözetmeden her taraftan hızla sarmakta idi. her şey basmakalıp dogmalarla açıklanmakta, kritik düşünenler yokedilemezlerse, tehdidle, dayakla caydırılmakta, en azından da, afaroz edilmekte idiler. bendeniz, gözlerimle, odtü kantininde bir gitarcının çalgısının "deeaaavirimci" solcu militanlar tarafından kafasında kırıldığını ve "saz çalsana ulan halkımız gibi..." diye dövüldüğünü gördüm. "demokratik solcu" kıbrıs fatihi eco'nun 1974 iktidarında, trt'de gösterilen ilk yerli dizilerden birinde de, çalışkan ve mert proleter protagonist, reklamcılık gibi yoz işlerle uğraşan birine, "işçinin deodorant ile ne alıp vereceği olur ulan?" gibi mânidar bir laf etmiş idi.

evrensel beslenme kaynaklarından giderek soyutlanan ve tamamen köylülüğün hakimiyetine giren türkiye kültür hayatı, kıbrıs sonrasında ülkenin yalnız bırakılmasının da etkisi ile, dış dünyadan hepten uzakklaştı... zaten bünyesinde varolan eğilimini pekiştirerek, iyiden iyiye "intraspektif", yani içedönük bir karakter edindi.

deodoran kullanmak gibi "burjuva" bir dekadans sergilemektense vücud kokularını yeğleyen köy kökenli türk işçisi gibi, iyice köylüleşen türk kültürü de ter kokmaya başladı. giderek aracman (arrangement, türkçe söz uydurulmuş gavurca şarkılar) müzikten, sekis (sex) avantüriye (adventure) filmler yolu ile, "cigarası malbora" seviyesine doğru bir kültür devrimi yaşandı.

meselenin sınıf boyutu atlanmasın diye anımsatayım; malbora (marlboro) 1983 tüketim devrimine kadar, türkiye'ye kaçak giren bir marka idi. hafiften mafyatik metodlarla, pek de kural tanımadan kazanılan, hoş miktarlarda paranın, içenin cebinde bulunduğunu ima eden bir gösterge idi. şarkılara girmesi, özal ile şahlanacak olan "kıroyum ama para bende" hayat düsturunu haber vermekteydi. devrin askeri iktidarı da, onu izleyen mangırperest hegemonyası da, düşünceden bayağı korkup çekindikleri için, düşünmeden harcayan, dinine bağlı ama militan olmayan, siyaset konuşacağına futbol tartışan, sağcılık solculuk yapacağına takımına sadakat ile avunup, siyaseti siyasetçilere bırakan topkafa (8) bir ahalinin en "emniyetli" halk olduğu fikrindeydi zaten.

haa... aklıma gelmişken, bu arada... din ve futbolun türk kültür tarihinde birlikte yükselmelerinin sebebini inceleyen var mı acaba?

yaa, işte böyle, kıbrıs bakın nelere sebeb oldu son 35-40 yılın türkiye'sinde...

nereden mi aklıma geldi durup dururken kıbrıs? dün 1974'ten beri ilk kerre bir ka-ka-te-ce gemisi türkiye dışında bir limana, suriye'nin latakia/lazkiye limanına yolcu taşımış. maaşallah demek şart tabii...

umudumuz neymiş pek iyi? kumarbaz arabları alıp, kuzey kıbrıs ta bir güzel söğüşlemek...
"kıprıs türkünün haklı davası", demek dû-bara, pişti ve otuzbir sayesinde, nihayet alem-i islamiye tanıtılacak.

ne denir? şeytanınız bol olsun.


------
(1) soru işareti
(2) hani şu tırmanan kurumsal cehalet müessesesinin süre (müdded) ile karıştırdığı "süreç"in asıl adı...
(3) sosyal demokrat eco, kıbrıs çıkarması ile kazandığı şanı oya tahvil etme umudu ile, gayetle sağcı demokratik parti ile de flört ederek seçime gidebilmek uğruna, pek anlaşamadığı, af konusunda da yeni kazıklandığı necmettin erbakan ile kurduğu hükûmetten istifa etmişti. ama başbakan yardımcısı erbakan ortağının istifasını kabul etmeyerek, yerinden ayrılmamakta idi. eco, bir müdded bekledikten sonra, tasını tarağını toplayıp, kendiliğinden başbakanlık mevkiini de, mekânını da terketti. "ben artık oynamıyorum, ne haliniz varsa görün," diye de bir basın toplantısı yaptı, çekti gitti. eco bu cevvaliyeti gösterdiğinde, kıbrıs'ta ikinci harekâtın üzerinden iki ay geçmemişti bile. yani, muharebe bitmiş olabilirdi ama, savaş hâlâ sürmekte idi. memleket erbakan'ın eline kalmasın diye, sadi ırmak'a hemen bir "caretaker" hükûmet kurduruldu. ırmak güvenoyu alamayınca, türkiye, bütün meseleleri ile, süleyman demirel hükmü altında ülkenin, iktisaden de, siyaseten de, asayiş yönünden de felakete sürüklendiği birinci milliyetçi cephe koalisyonunu kurana kadar, aylarca başsız kaldı.
(4) milli selamet partisi, erbakan ve avanesinin milli nizam ve akp/refah arasında kurdukları bir milyon kadar partinin ikincisi ve en etkili olanı...
(5) ve de meselâ, o zamanlar galiba maocu olan şimdilerin "ulusalcı"sı doğu perinçek...
(6) demirel, meşhur 70 cent lafını hac ile ilgili olarak söylemişti. adalet partisi meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada asıl dediği de şöyleydi "memleket 70 cente muhtaç iken biz 70 milyon dolar bulduk ve hacılarımızı ibadetlerine yolladık..."
(7) milton friedmann' monetarizme nazire, "parasever" karşılığı. uydurmaca...
(8) aziz halkıma topkafa dedim diye bana kızmaya hakkınız yok! daha bir yıl önce turkcell super lig reklamında bu figür kullanıldı. özetle benim topkafa demem tahkir değil, tesbit.

No comments: