Friday, April 25, 2008

dikkâayt dikkaağğğttt... muz cumhuriyeti belediyyesiyndenggg...

türkiye'de gürültünün varoluş biçimi denecek kadar sosyal yaşamın ayrılmaz, kopmaz, onmaz, iflâh bulmaz bir parçası olmasına ne buyurulur?


ben çocukken sokaklarda "domatiiiyyz, bibaaaeyrrr, baeeeeytliycaaayn" veya "suvan vaaa suvan" diye yürek dağlarcasına çığıran zerzevat ve saire satıcıları ve de dinga-dong migggg-rooossss diye elektronik çığlıklar atan çağdaş çerçi kamyonları gezerdi. hele bir seyyar satıcı vardı ki, keliimeleri geçtik, sesle arasına hiç bir aralık koymadan, sadece kadans oynamaları ile deşifre edilmesi imkânsız bir şeyler haykırarak "ticaret" yapardı: "tvkvaağtavkvareeeeyyyy!"... sonunda bir gün kardeşimle gidip adamın ne sattığına baktık da, merâmının "tavuk var" diye bağırmaktan ibaret olduğunu anlamıştık.


bu ticarî yaygara faslı... gürültünün bir de psiko-kültürel boyutu vardı ki (tabii, hâlâ da var!) o da meselâ dördüncü kata yeni taşınan mobilyacının karısının arsada top oynayan çocuğuna ezcümle mahalleye duyuracak şekilde seslenmesine saklanarak zuhur ederdi: "aaameeeeeğğğt... gel yavrum ("yavrum" sık sık "yavrım" şeklinde de telaffuz edilirdi ama şimdi bölgecilik yapmayalım)... sanalı ekmeğin üstüne ollanda peyniri sürdüm. gelde ye hadi evlâdım".


çocukların oyun gürültüsü - ki evrenseldir - ise bazan komşuları üstümüze (yavuz'un dediğine göre içi kaya tuzu dolu fişekler namlusuna sürülmüş bekleyen) çifte doğrultacak ölçekte çileden çıkartacak kadar ayyuka yükselirdi.

büyükler ise hep bağırarak konuşurdu. öyle ki, dolmuşa binip indiğinizde, hat boyunca hangi hanımın evde ayşe kadın fasulye pişireceğini, kimin komşusunun, kocasını kiminle aldattığı falan hep "açık enformasyon" sınıfından mâlûmata döner idi.


ben büyüdükçe durum değişti ise, kötüye, yani daha korkunç kollektif ve bireysel desibel seviyelerine doğru değişti. ulu üstad freud'un dediği gibi superego, kültürel devamlılığın güvencesi olarak işlevini sürdürdü ve dünün çocukları kâh maçlarda, kâh mitinglerde, kâh karı-kocalarına bağırıp çağırarak gürültü geleneğinin yeni müdaafîleri olarak yetiştiler...

ve de bebeler...

meselâ bendeniz, ömrüm boyunca sadece ve sadece bir kerre mâkûl ölçüler ötesinde ağlayıp zırlamayan, bir tek türk bebek ile seyyahat edebildim. onun dıışında, 0-5 yaş grubu vatanım evlâd ve etfâlinin bindirildiği vasıtada bulunmak, hep bir ızdırab sebebi oldu. bebeklerden öyle nefret ettim ki, avustralya'ya uçarken viyana'da yanıma kundaktaki bebeleri ile bir aile oturduğunda kaatil olmamak için tayyareden inesim bile geldi... ama bebe türk değildi ve 27+9 toplam 36 saatlik yolculukta, aslâ zırıldamadığı gibi, etrafa gülücükler saçıp durdu. aynı şey bir def'a da new york-istanbul arasında başıma geldi. ve o zaman derin incelemelere başlayarak, ulaşım araçlarında sürekli ağlayan ve tantana eden, hiç bir şey yapmasa da köy tavuğu gibi paytak paytak ortalıkta dolaşan çocuklar yetiştirmenin millî bir hasletimiz olduğuna bilimsel data çerçevesinde kesin kanaat getirdim.


burada, izninizle bir de saplama yapayım... bu şekilde yetiştirdiğimiz millî çocuklarımızın ileride medenî insanlara dönüşmesi olasılığını ise aşağıda müşahade ettiğim şartlar muvacehesinde takdirinize bırakmaktayım: işbu evlâd ve etfâl-i vatanın ebeveyneleri de, yavruları muhtelif yüksek desibel sesler de çıkarmmak sûreti ile uçak, vapur, pazar yeri, süpermarket vs. gibi umuma açık mekânlarda deli dana gibi koşarken, onları sosyalize etmek bâbında "oğlum, kızım... uslu durun, insanları rahatsız etmeyin," diye değil, "yavrrıııığm, çoooocuğm, goşman leeğnn, düşacağınız biyerniz neyimm acıycak," şeklinde onları uyarmayı analık-babalık görevi bilmekteler.

ya öğretmenler? okullardaki "öğreti" anlamından tamamen sıyrılıp "cebren zapt-ü rapt eylemek" ilkesinde somutlaşan disiplin anlayışının ve sorumluların, eğitim çavuşu tavır ve sesi ile bağıra, çağıra çocuklar üzerinde mutlak otorite kurarken, o otoritenin dayak atabilen, kulak çekebilen, azarlayabilen, cezalar vererek hayatlar üzerinde egemenlik kurabilen gücü ile, uygulama aracı olan yüksek ses tonu (gürültü) arasındaki pozitif ilişkinin kurulmasındaki rolleri küçümsenebilir mi?


eh, tabii ki, bu veletler de az büyüyünce, tantananın fazîletine dair şuurdışına yerleşen bu inanç ile, trafik sıkışıklıklarını korna çalarak, sosyal anlaşmazlıklarını avaz avaz bağırarak, evdeki uyuşmazlıkları böğürerek veya şirret feryâdlar atarak, maç zaferlerini, düğünleri tüfek, tabanca sıkarak, pazar pikniklerini davul zurna çalarak (sic.), siyâseti öfke san'atı yapıp, bîtevviye her şeye kükreyerek, ömürlerini de her türlü tangırtı ve takırtı öıkaran araç, yordam, nesne, müessese ve şahsa adayarak, kollektif varolma kalıbına ayak-baş uydurmaktalar.

bu arada için için, gürültü, resmen ve de mahalle baskısı zoruyla, dînî vecibe icabı da müesses bir nizâm ve de nâzım (*) misyonu üstlenmekte:

kefere ahâliye 350 yıl tahta çan çaldırtan müslümanlar, gitgide daha kötü ses ve uslûb(suzluk) ile sonuna kadar açık hoparlörlerden okunan ezan sesleri ile hengâma kudsî katkıda bulunmaktalar...


sonuçta, bir türk ölü değilse, mutlaka kendi yaşam alanının sınırlarından, diğerlerinin huzur âlemlerinin taa içine taşan bir takım sesler çıkarmakta...

ölü değil deli ise bile, ya harpçilik oynayıp buum bum diye bağırarak; ya polis, komutan vs. oldum sanrısıyla, düdük, borazan üfleyerek; ya uçak, otomobil vs. yarışçısı gibi ciyuvvvv, yıııytttt zaaart sesleri çıkararak; ya da sadece kendinin bildiği yöntemlerle yepyeni cayırtıları çılgınca icâd ederek...


onun için, türkiye'nin her yeri, her noktası, bir gürültü fırtınasında yuvarlanmakta... istanbul, ankara gibi büyük köylerimizin dışında da, en geç, son derece yüksek hacimlerde ve kudsiyet ile alâkası olamayacak kirlilik dışında mütalaa edilemeyecek sesler ve mâkâm ile okunan sabah ezanı ile başlayıp, inşaat tangırtıları, araç homurtuları, dükkân şıkırtıları, kasetçi-plakçılardan yükselen arabesk uğultuları ve saire derken, yorucu bir gümbürtü zihinlere kanser gibi yerleşmekte.


bir de tabii, esasen sağlığa aykırı olduğu için yasalarla da kontrol altına alınması öngörülen gürültüyü denetlemekle kanunen mükellef olan resmî unsurların yaptıkları gürültü var ki, o hepten şenlikli... iki dakika millet ile sırasını bekleyemeyen polis, emniyetçi, müdür gibi öncelik iddiasındaki memurların sirenli otoları; içinde kaymakamiçenin görümcesi binmiş bulunduğu halde seyreden ve vrrraaakk vrraaakk gibi cayırdakk sesler çıkararak, genelde de tramvay yolundan falan giden devletlû büyüklerin araçları, siyasî parti, sendika vs., kamusal hizmet yapan ama kamuya saygıyı, onu rahatsız etmekle ilintilendiremeyecek kadar kendi imajında boğulan toplumsal birimler, ve saire, ve saire.


o cüzden, simgesel dışavurum araçlarından biri de, belediye hoparlörleri .. ne dediği kat'iyyen anlaşılmasa da, bilhassa tatil kasabalarında, başöğretmen özentisi bir sekreter hanımın sesinden evler, sokaklar arasında yankılanarak, sadece milleti illet etme işlevine yarayan o mekanik-elektronik gacırtılar... okuma alışkanlığından nasîbini alamamış, japonya'da kişi başına on kitap düşerken, kitap başına on kişi düşen, sözlü kültürden öte geçmek bâbında, ancak boy boylayıp soy soyalayan dedem korkut yerine vatan millet uğruna kelle vuran polat alemdar'ı seyretme düzeyine ermiş bir üçbuçukuncu dünya toplumu için fazla yadırgatıcı değil ama medenî, yâni "şehirli" dünya için kamuya doğrudan sesle hitâb ve ilân, ancak deprem, muazzam bir yangın, ne var ne yok, silip süpüren sel baskınları gibi istisnaî durumlarda ve de başka araçlarla duyuru yapıılamıyorsa başvurulan, başka zamanlarda ise ahâlî rahatsız olmasın diye kat'iyyen kullanılmayan bir yol... belediyeler ve halk arasında nasıl mı iletişim sağlıyor medenî dünya? haaa... orada gazete mazete gibi, umumiyetle beyaz kâğıdın üzerinde, siyah mürekkep ile çizilen harf denen acaip şekillerle dolu bellli, aralıklarla çıkan bişiyler var. insanlar çok âcil olmayan duyurularını onlara basıyorlar ve de oradan okuyorlar... eğer işleri çok âcil ise de, radyo veya tvlerden faydalanıyorlar...

asterix'in dediği gibi: deli bu romalılar (yâni, gâvurlar)!.. hal bu ki, açarsın, mikrofonu, çekersin önüne, hoparlörden bütüüün millet dinler seni... "dikkkayyyt dikkaaağt... belaağdiyamız pazar yerinne üç kurşluk hıyar mebzulen gelmiştiiiiğrr... insağniyyetlik nağmıngaaa...."

***

son tahlilde, üretemeyen, yaratamayan, dilini dahî doğru dürüst abrayamadığı için düşünüp, iletişim kuramayan, o yüzden de alabildiğine tatmin fakiri, ilk nefesinden itibaren ancak başkalarını rahatsız edecek düzeyde ses (veya giderek, olay) çıkarmak sûreti ile varlığının farkına varılmasını sağlayabilen, "ben de varım" mesajını ancak böylelikle verebilen bir kütlenin ve de kitlenin kollektif ekzistansiyel metodolojisi olarak, hayatımızın özünde gürültü...

varolmanın iddia ve isbatı...


------
(*) nizâm veren, düzenleyici

No comments: