Friday, February 8, 2008

yanlışlara ve yanlışlıklarına dair sosyolojik türban dersi

çin de olmasa, herkes unutacak, hatırlatayım: eskiden komonist diktatorya ile yönetilen memleketlerin neredeyse tamamı, kendilerine "demokratik halk cumhuriyeti" nev'înden adlar takarlardı. daha da beteri, bu fecî ölçüde anti-demokratik ülkelerin sahiden demokrasi olduğunu savunan saplar da çıkardı ama burnuna çamaşır mandalı takıp, "taaaaze balıııık, satın alan alıııık" diye bağıran pazar madrabazından daha inandırıcı olamazlardı.

imdi, türkiyya, nihayet başardı hakikî anlamda bir "demokratik halk cumhuriyeti" olmayı.

lâfı fazla uzatmadan söyleyeyim: varoluş, hiç bir şeyin içini boş bırakmaz.

birey, "kişi", ve "şahsiyet" olmayı başaramayan, olmasına da mümkün olduğunca izin vermeyen bir çevrenin (1) baskısıyla yoğurulan türk halkı da, ferd be ferd, tekillikleri ile, kendine özgün bir existential niche yaratamadığı için, sebeb-i hikmetini postmoş ulemânın "kimlik" diye yutturmaya kalktığı o zırva, totaliter-totalistik, çoğulu-kümeye-indirgemeci kategorilere yapışıp, sığınıp, sırnaşıp, amorf bir organizmalar yığını halinde varolmayı yöntem olarak benimsedi.

zihnen az gelişmiş bireyler, irâdelerinden totalite irâdesi lehine ferâgat edince, aidiyet grubunun felsefesini bilmek, üyelerini de tanımak-tanımlamak için her koşulda yeterli hâle geldi. slogan düzeyinde söyleyeyim: kimse olamayınca, ahalî, "kimlik" olmaya karar verdi (2).

ümmetten millete, her türlü kollektif aidiyet, temelde bir varolma/adaptasyon biçimi, dolayısıyla da tercihi olduğundan, normal yurdum insanı diye dalga geçilen o kategori de, bu gruplardan biri ile özdeşleşerek (identi-cal), en az değişmek (3) sureti ile içinde yaşayabileceği siyasî-içtimaî örgütlenmeye yamanmaya yatıverdi.

netice: içiçe geçmiş bir yanlışlar ve onların yanlışlıkları silsilesi... giderek de yalnızca avrupa birliği ile özdeş tutulmaya başlayan medenî düşünme ve yaşama biçimlerinden uzaklaşan, köy-taşra-varoş bileşkesi, yaygın bir kasaba kalabalığı ve onun "akıl" yerine ihdâs ettiği kendine mahsus bağnazlıklar ve o bağnazllığı işine geldiği yerde delmeye yarayan kurnazlık...

işte demokratik halk cumhuriyetinin birinci unsuru, halk... gelelim ikincisine...

demokrasi, doğası gereği bir şehir sistemidir... halk ile demokrasi olmaz!.. şehirin (madinah) eğitici, öğretici etkisi kır ve dışarlık kökenli kalabalıkları yonttuğu için ve yontabildiği, yâni, şehirli (medenî) kılabildiği ölçüde işleyebilen bir politik (yâni polise, şehire ait) sistemdir...

demokrasiyi, onu yaratan medenî, modern mantıktan, yâni, matematiğe dayalı, oran ve görelilik üzerine kurulu rasyonalite denen akıl yürütme biçiminden soyutlayarak yürütemezsiniz. çünkü, demokrasi, en başta, şehirli, medenî, özgür insanın, kendisini, irâdesine ipotek koymak yöntemiyle kısıtlayan her türlü totalist aidiyet baskısından -din, ümmet, millet, ideoloji vs., vs.- kurtulmasının ve her türlü kolllektif kaygusunda rasyoonalite dışı bir kaynağa başvurmadan, toplum içinde menfaatini gerçekleştirebilmesinin siyasî ve kültürel aracıdır.


o görelilik matematiğine dayanan rasyonalitedir ki, insanı dînin deli gömleğinden salıverir ama tanrıya mı şeytana mı taptığına aldırmaz. kafanın dışına türban sarmaya bakmaz da, iş içini bağla(t)maya gelince, kaşlarını çatıverir. demokrasinin başı, kurnazlıkla da pek hoş değildir. demokrasi, kurallların kollektif bir toplumsal muahede (sözdeşme, covenant) sonucu, rasyonel biçimde, yâni, topluluk içindeki göreliliklerin eşitleyici paydası gibi oluştukları dolayısıyla da evrensel oldukları varsayımı üzerinde işler. demokraside yol ağzına otomobil park etmek yasaktır. kapıcı adem efendiye de yasaktır, adalet bakanı hafız bey'e de. demokrasiyi mümkün kılan rasyonalite varsa, bizim takımın elle attığı gole iptal düdüğü çalan hakeme "ibne" diye "hakaret" etmek acaip bir iş olduğu gibi; "ibne" deyimini "hakaret" olarak kullanmak da tuhaftır. halk denen kütle pek bu incelikleri fark etmediğinden, demokrasi cennet yurdumuzun cinnetleri muvacehesinde iddia edildiği üzere, aidiyet ve "kimlik"lerin cenderesinde kişiliklerin suyunun sıkıldığı bir "halk rejimi" falan değil, birey, şahıs, şahsiyet olabilen insanların yöneti(şi)m biçimidir. "halk" da zâten öyle tekin bir lâf değildir. halayık, hilkat, mahlûk gibi sözcüklerle aynı kökten sürer...

haydi, çıkaralım kafayı üçbuçukuncu dünyadan da, islamî, isevî, aşiret, ırk, kabîle, millet, mezheb vs., aklınıza ne gelirse, toplumsallığın "kimlik" üzerinden yaşandığı üçüncü dünya cihetine doğru bir tura başlayıp, bir göz atalım, var mısınız?.. buyurun chavez'in güney amerika'sından ahmadinajad'ın iran'ına, türkmenbaşı'nın türkmenistan'ından tutsi-hutu katliamının mirasına konan kenya'ya, sudan'a, saud'un arab diyarına ve hattâ (tabii ki de diğerlerine kıyasla yok denecek oranlarda) amerika'nın kovboy texas'ına (4)...

ortak görüntü: şahsiyet olamadıkları için, bireysel menfaati de aidiyetleri ile özdeş sosyal çemberler içinde arayan; kendileri yazmadıkları, çoğunlukla tepeden dayatılan ve dolayısıyla, uygulamasına müeyyide de (sanction) vermedikleri/veremedikleri için benimseyemedikleri; işlerine gelmediği zaman da, anında ihlâl etmeye hazır oldukları kurallara göre yürüyen bir yapı içinde; sıkı ideolojik baskılar altında, gevşek dayanışma bağları ile idame-i hayat, medâr-ı mâişet eylemeye çalışan, sınırlı zihnî donanıma sahip ama bundan da muzdarib hissetmeyen "biri"lerinden oluşmuş topluluklar...

her an keyiflerince ihlâl etmeye amâde ve teşne oldukları normlar ile belirlenen bir yapı içinde, kendi başlarına kalsalar, yetersiz donanımları ile elde edemeyecekleri imkânlara ulaşma ihtimâlini bir aidiyet topluluğunun şemsiyesi altında mümkün sanıp, hasret ve haset ile kıvranan, beklentilerinin de ancak o "yanlış" kurallar örüntüsü içinde ve zaman zaman onların ihlâli ile gerçek olabileceğini sezmiş; hak ve karşılıklı hakkın düzenlendiği hukuk kavramı ile başı pek de hoş olmayan ihsan beslemeleri.

bir yandan da, ihsan beslemelerini yeterince kontrol altında tutabilecek, aynı anda ceberrut zorbalığı becerenin istediğini alabilmesine epeyce imkân verirken, bir acaip lâçkalığı da kokteyle karıştıran, disiplin ve örgütlenmenin rasyonalite yerine sopa ve kaba güç ile sağlandığı bir kuralsızlık toplumu... donanımı eksik insanların hep şikâyet ettikleri ama hiç de şikâyetçi olmadıkları, yanlışların ve yanlışlıklarının düzeni.

beşerî boyutta, düzen, rasyonel, çok yönlü ve çoğulcu menfaatin dengelendiği, açık topluma dönük bir kuralllar şematiği içinde yeniden örgütlenir ise, donanımları ile orantısız menfaat beklentilerinin de yokolacağından korktuğu için, değişmeye, dönüşmeye fevkelâde bir direnç ile karşı koyan bir ihsan beslemeleri ordusu... içtimaî boyutta da, o beşeriyetin oluşturduğu, siyasî-kültürel gelişimlerini despotik niteliği ağır basan ideolojik haklılık arayışlarına, ekonomilerini de "ilâhî" ihsan sayılabilecek petrol, mâden vs. kaynaklara, veya, meselâ "turizm" uğruna hâk ile yeksân ettikleri doğalarına yüklemiş "az gelişmişlikler, az gelişmişler" ülkeleri... bilgi, öğrenmek, dönüşüm demek olduğu için, gûyâ entellektüel sektörlere kadar sirayet eden vahim dogmatizm... bilgiye de direnç ve körün değneği gibi, bildiğinden şaşmama... bilgisiz özgürleşme de olamayacağı için, özgürlüklere karşı da yoğun direnç...

sonra da, meselâ, örtünme mes'elesindeki gibi, özünde koca bir kesimi (bu vak'ada, kadını) ikinci sınıf şahıs kılan bir uygulamanın serbest bırakılması garabesini "özgürlük mücadelesi" diye yutturmaca...


dedik ya, demokrasi halkın harcı değildir diye... çünkü, demokratik toplum özünde, şehre yığılan kır kokulu kalabalıkların zaman içinde şehrin kültürü ile medenîyyete yoğurulup, bir anlamda, elit olmaları, eşitliği de avam değil, burjuva düzeyinde yakalamaları ile şeklini bulmuş bir tarihî vakıadır. üçbuçukuncu dünyadaki gibi, "köyden indim şehire" modelinin, şehirde oturup da medenî olamayan içe dönük katmanları kendine indirgediği, üstelik vasatînin de her yeni gelen taşra dalgası ile sürekli aşağı sürüklendiği gelgelelim, o yığınların da yöneticilerini, hattâ yönetim biçimlerini seçme hakkkı ile donatıldıkları idâre tarzına da, "halk demokrasisi" demek gerekir... halk, önce kendine tepeden sunulanları, sonra da kendi arasından yetiştirdiği ulu değerleri siyasî lider olarak başına oturtukça ortaya çıkan, ihsan beslemeleri ordusuna mahsus siyasî yapılaşmanın adı da, işte, "demokratik halk cumhuriyeti" olabilir ancak.

komonist adaşı gibi, ihsan beslemeleri ordusunun demokratik cumhuriyeti de, özgürlükler ile değil, birbirini ikâme eden yasaklar silsileleri ile belirlenir. çünkü, kuralsız, yanlışlar ve yanlışlıklar şebekesi olarak örgütlenmiş ihsan toplumu, aynı zamanda hukuk (5) fobisi ile mâlûl bir talan ahlâkı ekseninde döner durur. dolayısıyla, ortalama düşünme ve örgütlenme ölçütlerini saptayan genel ahlâk anlayışı da, bireyselleşmeyi/özgürleşmeyi kısıtlayan alanlarda vücut bulur.

insanın en hür, en kendisi olabildiği an ise, en fazla haz duyduğu andır. haz alanlarını sınırlamak, özgürleşmeyi engellemek için şarttır. dolayısıyla, talan ahlâkının egemen olduğu kır kokulu, ihsan beslemesi topluluklarında, genel ahlak, genelde cinsiyet üzerinde baskı olarak zuhur eder.

ve bu öyle bir menfaat dengesini idâme ettirmek üzere oluşan bir ahlâk (6) anlayışıdır ki, en önce, en çok baskı altında kalan kadınlar tarafından benimsenir; çünkü hak kavramından ve hukuk esasından yoksun toplumsal örgütlenmede, öncelikle kadının, mevcut iktidar şeması dışında gidecek yeri yoktur!..

yanlışlar ve de yanlışlıklar şebekesinin talan ahlâkı, sahte bir aynılaştırmacılığın, çoğuldaki farklılıkları dümdüz ettiği bir genel ahlâk anlayışı ile, toplumun aktif elemanı konumundaki erkeğin de bireysel özgürleşmesini kısıtlamak üzere, işte böyle kadın üzerinden cinsiyet payandasına dayanarak despotik baskısını uygular. o baskı bir bakarsınız musul'da kürt kabile üyelerinin evden kaçan gelini recmetmeleri, bir bakarsınız haliç köprüsünden atılan bir genç kız, bir bakarsınız marquez romanlarının kan renkli günleri şeklinde karşınıza çıkar.

üçbuçukuncu dünyanın yılmaz türban mücahitleri, sizin entellektüel seviyenize demokrasi adına, özgürlüksüzleşme özgürlüğünü savunmak yaraşır (7)... amman deyeyim... bir daha düşünün de karışmış olmasın kafanız:

demokrasi, fikir ve hürriyetlere saygı düzeni değildir! fikirlerin özgürce açıklanması, ifade edilmesi; hürriyetlerin de (tabii ki hukuk çerçevesinde) özgürce yaşanması düzenidir.

nasıl "dünya öküzün boynuzları üzerinde duruyor, ay da zaten bir nur hâresidir" gibi bir fikire saygı duymak imkânsız olduğu halde, bu fikrin dahî ifade edilmesi hakkı kutsal ise; türban takma hak ve özgürlüğü ile, ardında yatan özgürlüksüzleştirme felsefesinin gaddarca tenkîdi de ayrı ayrı demokratik uygulamalar sınıfına girerler.

yoksa salman rüşdî'ler, muhammed karikatürlerini (8) yayınlayan editörler vs. için ölüm fermanı imzalayanların demokratik halk cumhuriyetine çevirirsiniz üçbuçukuncu dünyayı maazallah...

birileri yine sizden önce davranıp, iran'a benzetmeye çalışanlara nazîre, cezayir'e dönüştürmezler ise...

-----------
(1) aman aman... "sosyal çevre" deyince, sanki (özellikle de dile indirgeyip) postmoşların, onlardan önce de (maddî şartların belirleyiciliğine atıf ile) gomonistlerin iddia ettikleri, insandan (yâni bireyden) bağımsız, hüdâ-i nâbit bir olgudan bahsettiğim sanılmaya... burada "sosyal" veçhe ile sınırlı olarak adı edilen çevre, beşerin bir iktidar yapısı çerçevesinde ve toplumsal hayvanattan olarak, evrim akışında üzerindeki selektif baskıyı hafifletmek üzere özgün biçimde yaşamı örgütlediği bir kültür (way of mind) ve iletişim sisteminden ibarettir. hiç bir çevre en iyi ferdî elemanın tasavvur gücünden daha iyi, en kötüsününkinden de kötü olamaz. neticede de hiç bir çevre onun adına irâde beyanında bulunanların iktidar uygulamasından öte bir şey değildir. onun için, amerika'da töre cinayeti işlerseniz idam edilirsiniz, burada ise hapiste ağır abi olarak iki yıl ağırlanır, sokağa çıkar, yeniden öldürürsünüz.
(2) kimlik konusunda pek duymadıkları, pek de düşünmedikleri, ikonoklastik, münâfık, tahrikkâr bir şeyler okumak isteyenler varsa, garfucius'un bilgi üniversitesi yayını bilgi ve bellek dergisinin 3. sayısında (eylül 2005) yayınlanan "adların adını koymak: "kimlik" üzerine" başlıklı yazısına bakabilirler.
(3) amman sakın! bir sahte kategoriden ötekine sansar gibi atlamayalım! burada tayyib efendivârî, özüne aykırılaşma imleyen bir başkalaşma, ya da "gömleğimi değiştirdim, başka bir kişi oldum," gibi ampirik gözlem ile kâim ve mahdûd bir "sosyal değişme" kastedilmemektedir asla! mevzu-u bahis olan, bir tohumun ağaca evrilmesi vetiresi gibi, organizmanın, hattâ "şey"in, öz kapasiteleri ile sınırlı bir metamorfoz (tarkan'ın şarkısı değil!). eh, heraklitus ile parmenidis de ancak böyle buluşturulabilirdi... kim mi onlar? aaa duymadınız mııı?.. fener'in yeni transferleri...
(4) amerikası da dahil, bu üçüncü dünya kalabalığının demokratik ve özgürlükçü marifetlerini merak ediyorsanız, human rigths watch örgütünün 2008 dünya raporu http://hrw.org/englishwr2k8/docs/2008/01/31/usint17940.htm adresinde mevcut...
(5) hukuk ile kanunu lütfen karıştırmayalım! oransal olarak, azgelişmişlerde çok daha karmaşık medenî toplumlardan daha fazla kanun bulunmasında şaşılacak yan da yoktur; çünkü her şey ayrı bir menfaat odağına göre kurala bağlanmak durumunda olduğundan, evrensel normlara göre düzenlenen hukuk (haklar, bir başka deyişle de, menfaat oluşturma-kovalama yöntemleri) oluşturmak güçtür.
(6) bu arada, ahlâk da halk ile aynı kökten gelir haa...
(7) bizim mücahidînin hâfıza ve idrâkine güvenim kalmadığı için (ayrıca, ben aptalllık özgürlüğüne de inanırım) bir daha izah edeyim: kimsenin orasını burasını örtmesi de açması da beni ilgilendirmez. gelgelelim, ne gerekçe ile açtıkları ya da örttükleri, özgürlüklerin özüne taalluk ettiği için, en azından bir entellektüel ilgi mes'elesidir. benim itirazım da türbana değil, türbanın gereklilik iddiasının dayandığı sebebleri ileri süren mantığa yöneliktir. hiç bir şekilde de, türbanın zorla çıkarttırılmasını onaylamam... taktırılmasını da onaylamadığım gibi.
(8) muhammed karikatürleri, başlıbaşına, danimarka'ya mahsus birer zevk fıkdanı âbidesi idiler. islâm alemi hop oturup hop kalkacağına, kan, intikam, cihad feryadları atacağına, soğukkanlılıkla, sırf o zevk yoksunluğu ile dalga geçse, o zevksiz ama kesinlikle demokratik bir hakkı kullanan yayıncılara en iyi muhalefeti sergilemiş olurdu. bu arada, tabii ki tehdidler, fermanlar, fetvalar ve yasaklama ısrarı hâriç, müslümanlar da o olayda meşru protesto haklarını kullanmakta idiler. benim burada takıldığım, daha rasyonel bir muhalefet yönteminin daha etkin ve inandırıcı olacağı noktasında.

No comments: