Wednesday, January 9, 2008

clintonperest blog

birkaç haftadır sağlık sebebi ile nadasa çekildim. hâlâ da tam işbaşı yaptığım söylenemez. ufak ufak ısınma turları atarken, hillary clinton'ın new hampshire'daki kritik önseçimde nevzuhur barack obama'nın (ki kendisine ünlü anchormanimiz mehmed ali birand "omaba" diye hitab etmektedir) önüne geçtiği haberi "düştü".

hillary benim abd başkanı olmasını istediğim tek aday. her şeyden önce, sadece amerika'yı değil, tüm dünyayı iki başkanın yöneteceği/yönlendireceği bir sistem, son sekiz yılda bush ve neo-con şürekâsının içine ettiği dengeleri çatışmadan uzlaşmaya doğru taşıma şansını çok daha hâvî. kaldı ki, clinton'lar esasında hiç bir şey de ifade etmeyen tecrübeleri yanında, ehil olduklarını da yeterince kanıtlamış siyasî kişilikler. unutmayalım, eğer merhum yassir arafat şımarıklık edip de incecik bir marj dâhilinde kendisiyle pazarlık eden ehud barak'ı şarkî kurnazlık ile köşelere itmeye kalkmasa idi, gangren olmuş filistin sorununda bile epey ilerleme kaydedilmiş idi.

ayrıca bill clinton siyasetin kükürt aromalı küflü havasında bir neş'e meltemi olarak da esmeyi bilen nâdir siyaset esnafından idi. salt o niteliği ile dahî, f.d. roosevelt, h. truman gibi başkanların
sınıfında yer tutmakta idi.

ekteki yazıyı bodrum'da 1998 yılında bir kaç arkadaş birlikte imece usûlü ile yayınladığımız haftalık pusula gazetesi için kaleme almış idim. clinton' ın yıldızı siyâset ufkunda tekrar parlar iken (ki, sönmeyeceği de garanti değil) blogginge yeniden ısınma bâbında sizler için ısıtıp sunmayı uygun buldum.

buyurun:



ho! bir kiiii üç, daha fazla...???

lütfen birkaç saniye zahmet edin ve düşünün; aşağıdaki fıkrayı türkiye’ deki hangi siyasiye yakıştırabilirsiniz? tebessümü, fakir lokantası vitrinine konmuş harcı eksik karnıyarık donuğunu andıran bozkurt eskilerine mi; sucuk olma yaşı bile geçmiş beygirin taylığa özenmesi gibi, ahir ömründe saçları ve de umum sair kılları kapkara boyanmış, üç çeyrek asırı deviren “genç” liderlere mi, mürüvvet görmemiş babalara, ya da adı yakışıklıya çıktı diye son turfanda domates pazarında göz süzen acımış salçalara mı? hepsi dümdüz, renksiz, esprisiz ve aşılamaz; ortak paydaları “sıkıcılık” olan insanların hangisini, her hangi bir güzellik ile birlikte tasavvur edebiliyorsunuz gökler aşkına? işte fıkra :

"başkan", bir dış gezide olağanüstü güzel ama saflık babında biraz kuvvetlice bir sarışın tavlar. gecenin geçce bir vaktinde, kral dairesinde ziyaretine gelmesi talimatını verir. ve sıkıcı siyasilerle, başkan olmanın çekilmez gerekliliklerini yerine getirmeye koyulur. neyse, işler ve protokol biter, başkan dairesine çıkar, hazırlanır ve aptal sarışını beklemeye başlar..


beyhude..

şafak söker, başkana hala sadece ıslak hayalleri eşlik etmektedir. sabah olunca bir hışım, sarışını çağırttırır ve neden ekildiğinin hesabını sorar.. hiç atlatabilir miyim sizi sayın başkan,” der aptal sarışın. “odada kapalı kaldığım için yanınıza gelemedim”...

şaşırır başkan... acaba first lady durumu farketmiş ve çaktırmadan bir numara mı çevirmiştir? “nasıl oldu, anlat bakayım !,” diye sesine şefkat katarak sorar sarışına.. ve aptal sarışın izah eder “efendim, gece yarısı, yanınıza gelmek üzere süslendim püslendim. odamdan çıkmak üzere kapıyı açtım... aaaa, orası banyo kapısıymış... hemen ötekine koştum, o da balkona açılıyordu… üçüncü bir kapı daha vardı ama onu denemedim; üzerinde ‘lütfen rahatsız etmeyiniz’ yazıyordu...”

medeniyetin lokomotifinden üçüncü dünyanın muzu ister ithal etsin veya yetiştirsin (daha doğrusu, kendiliğinden yetişen muzu toplamayı bari becerebilsin) hangi muz cumhuriyetine gitseniz, bir gözlem ebediyyen sabit kalacaktır: o muz cumhuriyetinin (muzu ithal de etse, yetiştirse de) öncelikle tartışmakta olduğu konular ve sorunlar en az 25 yıl, yani bir yüzyılın dörtte biri boyunca öz itibarıyla hiç değişmemiş olacaktır.


çok galip ihtimalle, tartışanlar da (siyaset, ilim ya da matbuat sahnesini, zaruret karşısında tabut içinde terkedenler hariç) değişmemiş olacaklardır.

tabii, popülizmin batağında 100 metre kelebek yüzmeye kalkmayanlar için, bu durumu açıklayan soru ortadadır : sayın pek muhterem vatandaşlar... yahu, sııı-kıııl-mııı- yooor-muuu-suuu- nuuzzzz? (*)

sıkılmak deyince… ceride-i cumhuriyet, 1998’ in mayıs ayını, 68 devriminin 30. yıldönümü münasebetiyle bir dizi yayınlayarak başlattı... dizinin anonsunda deniz gezmiş’ in, ilk gün içeriğinde de, 68’in evrensel simgesi, tüfek namlularına karanfiller sokuşturan amerikalı gençlerin tarihe mal olmuş o ünlü fotoğrafları vardı.

yazar hazret, çala klavye devrim tatavası döşendiği için, doğrusu, diziden sıkıldım. sonra, muz cumhuriyetleri ile gelişmiş ülkelerin devrim anlayışlarındaki uzlaşmaz bağdaşmazlığı vurgulayan anılar canlandı... bir yanda orta doğu teknik üniversitesi mimarî kantininde gitar çalmanın “emperyaaağğlizmin oyunu” diye cebren yasaklandığı; sabah akşam saz dinlenip, fena halde “deeaavrimci” türküler terennüm edilen günler... öte yanda woodstock... bir yanda coca cola’ yı komprador sömürünün aracı diye okul kantinlerine sokmayıp, adı duyulmamış sirke muadili yerli içecekleri “milli burjuvazi yaratarak milli demokratik devrimi desteklemek” mantığıyla talebeye kakalamak… öte yanda gösteriş tüketimine meydan okumak... bir yanda, uygarlığın sınırsız özgürlüğün yolunu açması istemi, öte yanda, özgürlük ve demokrasiyi sağdan bağlı deli gömleğini soldan düğümlemeyi başarmak sanan köy kökenli bir yobazlık...

bu yazının açış konusu mr. president, amerikan 1968 kuşağından yetişme... devrin ruhunu kaptığı fenâ halde serbest aşk düşkünü olmasından anlaşılmakta… iyi kötü saksafon da çalmakta...


hani ya (yerli veya ithal) muz kokulu ülkelerin 68’li başkanları? hani saksafon, ya da bize daha yakın olsa gereken “mütekamil zurna” (**) peşrevlerinde siyasetin ezeli banalitesine üç beş tutam sevimlilik serpiştiren nağmeler?

galiba, muzu yeti,ştiremeyip de ithal eden türkiye'deki tüm değişim, “fruko” denince kızıp köpüren toplum polisinin, copunu aynı derecede hevesle kullanan çevik kuvvet ile ikamesinden ibaret.. “baba” (***) bile, en iyi bildiği işi en tepemizde hala yapmakta olduğuna göre…

zihniyet değişemediği için mi acaba?

-----------

(*) işte tam da bu yazının bodrum'da pusula gazetesinde yayınlandığı geçen asır sonlarında, o zamanlar beyaz beygir in süvarisi pozundaki tansu (çiller) hanımın borazanı bir tv, birkaç gün arka arkaya, tefrika halinde mehter marşı çalmıştı!!! mâlûm, çoğunluğa dayalı mevcut siyasî iktidarın sahipleri de, derin mehter geleneğinden yetişmiş olup, her fırsatta belediye mehter bandolarını ihya etmeye bayılan bir sosyal kesimi simgelemektedirler. bu ahvalde, garfucius, 10-15 yıl önce yaptığı yorumun tutarlılığını sizlerin takdirine arzeder:
bu devirde tv başına geçip “ceettinğg dedenğg, neeslinğg babenğg...”
diye kös (tok sesli davul) dinleyen ciddi bir nüfus varsa, yukarıdaki soru
kökten abestir. yok ise, insanlar hiç ilgilenmedikleri halde kös dinleterek
oylarını alabileceğini sanacak kadar abuk her hangi bir siyasî kuruluşa
kimler destek verir? reylerini kös dinleyerek kullananların iktidara
getirmeleri ihtimali hâlâ ortadan kalkmamış bir siyasî oluşumun,
seçmen yığınlarına kös gürültüsüne uyumlu mehter adımının geri kadem
faslından öte bir şey sunmaya ihtiyaç duyması söz konusu mudur?
(**) klarinet
(***) devrin reis-i cumhuru, ezelî ve ebedî siyaset pîri süleyman demirel tabii ki...

No comments: